Bir önceki yazımızda ‘Bir kez daha sol’[i] üzerine dedik ve solun yaşadığı kısır döngüleri bir kez daha irdelemeye çalıştık. Tartışmanın eksenine de işgal terimini koyup, sorular sorup cevaplarının olmadığını vurgulamıştık
Aynı şekilde cevap verilemeyen sorular Avrupalı Birliği için de geçerlidir. Ama yine biz bu sorulardan kaçarak kurtulacağımızı hayal etmektayiz.
Birikim Dergisinin son sayısında[ii] ‘Hangi Avrupa’ya Doğru?’ sorusu çeşitli yazarlar tarafında incelenmekte ve kimi ilginç yazılarla çeşitli yorumlar yapılmaktadır.
Geçen yazıda bizim yaptığımızın benzerini Ahmet İnsel, ‘Avrupa Birliği: Nasıl bir kurumlaşma?” [iii] yazısının başında yapmakta ve sorular sormaktadır. Bizim için de önemli olan ama cevabı üzerinde fazla kafa yormadığımız bu soruları buraya almak isterim. Belki meraklı birileri bu sorular üzerinde kafa yormaya başlar ve kısa yoldan ‘AB’ye hayır veya evet’ gibi kestirme cevaplardan kaçabilir ve sığ tartışmalardan kurtulabilirik.
“Avrupa Birliği, bir ulus-devletler konfederasyonu mu olacak, yoksa çok daha güçlü bir siyasal bütünleşmeye tekabül eden bir federasyona mı dönüşecek? Uluslar Avrupası mı, yurttaşlar Avrupası mı, yoksa bölgeler\memleketler Avrupası kurulacak? Etnik “ulus” anlayışı mı Avrupa coğrafyasında egemen olacak, demokratik “ulus” anlayışı mı? Pazar entegrasyonu ve onunla uyumlu toplumsal kurumlaşma eksenli bir liberal Avrupa mı, yoksa düzenleyici işlevin ağır bastığı ve onunla uyumlu toplumsal dayanışma kurumlarının pazar ekonomisi mantığının dizginlediği bir sosyal Avrupa mı? Sermaye, servet ve söz gücünü ellerinde toplayan tekelci bir sınıf tahakkümü Avrupasına mı yoksa katılım, dayanışma, eşitlik ve demokrasi mücadeleleriyle dengelenecek bir özgürlükler Avrupasına mı gidişat evrilecek?”
Yazar, bu soruların cevaplarının halen daha çeşitli düzeylerde tartışıldığını ve Hebermas’ın “Avrupa’nın neden bir anayasaya ihtiyacı var?”[iv] yazısına atıfta bulunup, çeşitli yorumlar yapmaktadır.
Biz ise kuzeyde, dünyanın en bilge teorisyenleri ile ‘Avrupa Birliği’ üzerine bu soruların yanından bile yanaşmadan keskin ve asla yanılmayan yanıtlar vererek AB konusunu çözümleyebilme yeteneğine sahip bir ülkede olmanın gurunu yaşamaktayık.
Birikim Dergisinin aynı sayısında, Sezai Sarıoğlu[v] aslında Türkiye için yazıyor ama yazıyı Kıbrıs için de okuyabilirik:
“Hikmetinden sual olunmaz tüzük ve programlarla düşünen, sloganlarla ve alıntılarla konuşan bizim mahallenin çocukları, AB tartışmaları üzerinden devrimciliklerini kanıtlıyor ya da ötekilerin devrimciliğini bir çırpıda ortadan kaldırıyor! Ne sihirdir ne keramet söz çapukluğu marifet! Bunca tartışmamaya nasıl vakit bulabiliyoruz, cümlesi yine yürürlükte.”
Tabi kimi zaman zaman bizde de olduğu gibi kimi tartışma argümanlarını da eleştiriyor:
“Tarihen ve siyaseten zamanında anlamı olan ve hayatta karşılığı olan 1975 model cümleler eski dergilerin orta sayfalarından yenilerin orta sayfalarına aktarılıyor.”
“Devrimci-sosyalist iseniz tarihin emri siyasetin kavliyle kuvvetlice “AB’ye Hayır! Demek zorundasınız. (….) Çünkü, “AB’ye Evet!”, demek, emperyalizm ve kapitalizm ile işbirliği demek! İlkelerden, sosyalizmi sosyalizm yapan temel referanslardan ödün vermek demek… Değerlerden caymak, bizim mahalleden başka mahalleye taşınmak, ya da mahallenin asıl sahiplerince kovularak, en hakiki, en bilirkişi sosyalistlerce sosyalizm kütüğünden düşürülmek demek. Lenin’in ölümünü bahane bilerek, ustanın ve Emperyalizm teorisinin gıyabında konuşmak devrime\sosyalizme ihanet etmekle eş anlamlı. Eeee bu da bir seçimdir, Lenin’e ihanet edip, onun teorisinin geçer akçe olmadığını söyleyenler şimdiye kadar iflah etmedi ve iki yakası biraraya gelmedi!”
“Allah için değilse de, Marx’ın hatırı için Lenin’in o incecik “Boykot Üzerine” makalesini\broşürünü yeniden okumak zihin açabilir. Hani “boykot koşulları yoksa, içerden işleme taktiği meşrudur”, cümlesi ile “AB’ye evet!” sorunu arasında diyalektik bir alaka olamaz mı? Böyle bir şey ihtilal dahilinde değilse de ihtimal dahilinde olamaz mı?”
Bu kısa okumalar ve eleştiriler arasında “AB’ye Evet” diyenlerle ve “AB’ye Hayır” diyenlere de gönderme yaparak, evet diyenlerin solculuklarına laf edilmemesi için cümlenin orta yerinde “ama yani” diyerek çark ederek “hayır”a doğru yol aldıklarını; benzer yaklaşımın “hayır” diyenler içinde geçerli olduğunun vurgusunu yapıyor ve cümlelerin “özne hep gizli özne diyor” ve:
“Çünkü “kimmiş bakimmm AB’ye evet diyen devrim kaçkını!” cümlesi sol geziyor. Çık ortadan ye damayı, yada çık ortaya ye azarı! Öyle ya azar, devrimciyi bozar. Öznesiz cümlelerle şimdilik idare edilebilir”
bu yönü ile ÖDP’ye de ciddi bir eleştiride bulunuyor
“Geçerken belirteyim ki ÖDP’de hükümet eden arkadaşlarımızın savunduğu şekliyle, “Emeğin Avrupası” sloganı da, sözü dolandırarak “evet”i çaktırmadan “evet”e dönüştürmenin vücut çalımı olduğu için Evetistanlıların aleyhine…”
“AB’ye hayır!” diyenlere de gönderme yapıyor yazar:
“Beden dilinin eşlik ettiği, “AB’ye Hayır!” diye başlayan cümle daha orta yerinde “evet… ama… biz de biliyoruz Avrupa proletaryasının kazanımlarını” diyerek “hayır ama evete” doğru evriliyor… Kuvvetle söylenen, Marx ve Lenin’den alıntılarla süslenen “hayır” sözcüğü tarihin emri konuşmacının kavliyle aşınıyor, aşılıyor ve ortaya, ortaya karışık, “hayır”lı bir “evet” çıkıveriyor. (….. ) Sonuçta, “hayır”ı terk eden hayırsız bir aşık gibi cümlenin ortasında bocalayan acemi ajitatörler gibi bir fotoğraf çıkıyor ortaya..”
Tüm bu alıntılar ve yazını tümü okunduğunda bize de özgü bu soru(n)lar ayni şekilde karşımıza çıkıyor.
Fransa seçimlerinde Le Pen’in Ulusal Cephesinin yalnızca 200 bin oy artırıp ikinci tura yükselmesini hikmetinden sual olunmaz bir dil ve teori çabukluğu ile faşizmin yükselişine yoranların yine Gelecek Dergisindeki Masis Kürkçügil’in “Fransa’da ‘Le Şok” yazısını okumaları gerekir.
Oy vermeyenlerin oranın tarihi bir seviyeye çıktığı, Sosyalist Partinin iki buçuk milyon oy kaybettiği, Fransız Komünist Partisinin ciddi bir yenilgi aldığı bu seçimleri, 1995 yılındaki başkanlık seçimlerindeki oylarını yalnız 200 bin artıran Le Pen’in yükselişi olarak okuyabilmek herhalde bize özgü bir teori bilgeliği olsa gerek.
AB içindeki Sosyal Demokrat partilerin aslılarından farklı politika geliştirememeleri sonucu, AB içindeki ortanın sağının hızlı yükselişini korku ile değil cesaretle ve kendi içine dönerek yanıtlamak yerine kolaya kaçma eğilimi ile abartılı teoriler üretmek kimseyi bir yere götürmez. Sosyal Demokrat partiler AB içindeki ülkelerde bir dönem hükümetlerde olması fırsatını değerlendirememesi, diğer sol yapılanmalarla birlikte AB içinde hızla yükselen işsizlik gibi, göçmenler gibi konularda alternatiflerin yaratılamamasının, aşırı sağcı poltikacıların bu sorunlar üzerine oy artırması, aşırı sağın becerisi olarak değil, solun beceriksizliği olarak yorumlanması daha doğru olur.
Ayni şekilde, Kıbrıs’ın kuzeyinde de benzer konularda özellikle göçmenlerle ilgili, alternatiflerin üretilmemesi ve bu kişilerin sağla işbirliği yapmasını koşullarının ortaya çıkması tamamen bu insanların üzerine atılarak çözümlenebilecek kadar kolay değildir.
Kuzeydeki sol, hükümet etme sürecinde, rejimin dikta tavırlarına tüm yaşananları bağlayarak yaşanan dağınıklığı anlatabilmesi de olası değildir.
Venezüella’da her türlü komplonun ve darbe girişimin üstesinden gelinebileceği örneği dururken, kendi güçsüzlüğünü, alternatifsizliğini ve zaaflarını en keskin ve en yanılmaz sözcük yığınları ile anlatabilme gayreti havada boşlukta yerinini arayan sesler olarak kalırlar.
Sol, her türü ve rengi ile kendi eksikliğini ciddi olarak ortaya koymalıdır. Mazeretler arkasına sığınıp kendi eksikliği ve zaaflarını abartılı teorilerle başkalarını üzerine yıkarak yeni bir Kıbrıs yaratmak olanaklı değildir.
Yalnız yeni bir Kıbrıs değil yeni bir dünya da yaratmak mümkün değildir…
——————————————————————————–
[i] http://www.stwing.upenn.edu/~durduran/hamambocu/authors/knt/knt4_5_2002.html
[ii] Birikim Dergisi, Mayıs 2002, sayı 157
[iii] age syf111-15
[iv] J.Habermas, “Avrupa’nın neden bir anayasaya ihtiyacı var?” New Left Review Seçkisi, 2001\1, Everest Yay. 2002
[v] age, “Evet mi”, “Hayır mı” söyle bana nedir senin cevbın: Havet!”, Sezai Sarıoğlu, syf 48- 53