Kimi kavramlar vardır ki karşı çıkarken bile karşı çıkılan kavram temelinde yaşam sürer…
Özellikle azınlıklar, diğeri, farklı olanla ilgili günlük yaşamdaki ayrımcılık belki de en fazla bizzat ona karşı olanlar tarafından uygulanır.
Kadın erkek ilişkisinde eşitlik talep edip bu konuda cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkan ateşli bir savunucu, konu eşcinselliğe gelince ‘ama’ ile başlayan onlarca teorik cümle kurar, kurarken de ayrımcılığın dik alasını yapar…
Siyasetten de ayrımcılığa karşı çıkılır ama kendi dışında olana tolerans, sizin düşüncelerinizi benimsediği yere kadardır. Sonrasında eğer size muhalif olmaya devam ederse en kibar biçimi ile yalnızlaşır, izole edilir ve zaman içinde hareketin dışına düşer.
En sık uygulanan ayrımcılık ise şovenizmdir. Özellikle sorunlu bölgelerde aşırı milliyetçi bir sosyal çevre yaratılma baskısı altında kalan birey, bilerek yada bilmeyerek şoven unsurları yaşamında kullanmaya başlar. Diğerini top yekün olarak değerlendirip tümleştirme, genelleştirerek düşman sayma en sık raslanan durumdur.
Kıbrıs’ta son dönemde geçişlerin de başlaması ile günlük kullanımda sık sık ‘Rumlar da zaten böylerdir’ gibi kötülemeye yönelik cümleler, aslında şoven bir yaklaşımdır. Bunun bir benzerini bir önceki süreçte ‘Türkiyeliler de böyledir’ diyerek yaşamıştık/yaşamaktayız. Bir toplumu yada bir coğrafyada yaşayanları genelleştirerek kürtler, türkler, zenciler, rumlar vb gibi aslında somut koşullar altında sosyal tanımlamalar dışında hiçbir bilimsel açılımı ve açıklaması ol(a)mayan kavramlarla tanımlayıp bu konuda politika üretmek sömürü için ayrımcılığı (her türlü) kullanan sağ bir politik perspektif yaratır ve milliyetçi unsurlar ön plana çıkarılarak karşı/diğeri ile farklılaştırılıp kendi için genelleştirdiği (türkler, müslümanlar, erkekler, kadınlar) kavram yüceltilerek yada korunarak ne kadar önemli bir ırk/cinsiyet/din vb. olduğu ispatlanmaya yada yaşam alanında kalması sağlanmaya çalışılır. Bunun eninde sonunda diğerinin, benzeştiği ile çatışmasını ortaya çıkaracaktır çünkü tek bir ‘en iyi’ vardır, yada yaşam alanında en az birine yaşam alanı vardır. Bu bakımdan çatışma/savaş kültürü zaman içinde kendini dayatır. Almanya’nın yalnız arı Alman ırkı için olması, sonunda Alman olmayanların toplama kamplarına gönderilmesine kadar ulaşan bir uç örnek yaratabildiği gibi özellikle azınlıkların/ezilen ulusların da ‘ayrımcılığı’ öne çıkarıp kendi kavramlarını koruyarak yaşam alanında kalmaya çalışmaları ve bunun diğerleri ile sürekli çatışması da şovenizmdir ve yine Almanya’da yaşayan bazı Türklerin ve İngiltere’de yaşayan Kıbrıslıların yaşam şekillerinde görülebilir.
Sorunlara etik/dini vb gibi somut olmayan kavramlar çerçevesinde yaklaşmak bizi götüreceği yer, her zaman diğeri ile, farklı olanla çatışmadır…
‘sol’duyu(suzluk) üzerine
Kuzeydeki sol tanımlamalı siyasilerin şoven yaklaşımları bugünlerde öne çıkmaktadır. Hükümete barış/çözüm adına talip olduğunu iddia eden CTP, sabahları trafik ışıklarında pankartlar tutmaktadır. Tutulan pankartların birinde ise şöyle yazılmıştı: ‘statükoculara ve ruma rağmen Türkçe AB dili olacak’…
Burdan tüm Kıbrıslı Rum toplumunun Türkçe’ye karşı olduğunu, AB dili olmasını istemediğini anlayabilirsiniz. Ancak güneyde halen daha eğitimde Türkçe seçmeli dil olarak okutulmakta, üniversitesinde Türkoloji bölümleri varken CTP Genel Başkanının da (yetkisiz ve etkisiz) Eğitim Bakanlığı yaptığı (tüm yaşananlara rağmen bir kez daha bu vitrine aday olunabilmekte) kuzey coğrafyasında, Rumca/Yunanca yalnızca dersanelerde yada özel derslerde öğrenilebilmektedir. Bu nasıl bir çelişkidir ki ‘düşman olan bütün Rumlar’ Türkçe dilinin AB’ye dahil olmasını istemezken Türkçe öğrenilmesini genel bir politika olarak benimseyip okullarında yaygın eğitim içine alabilmektedirler ve buna rağmen CTP Rumca/Yunanca’nın yaygın eğitimin içine dahil edilmesini tartış(a)mamaktadır bile…
Yada sık sık kullanılan ‘Rumlar ambargoyu kaldırsın’ sözcükleri…
Sokaktaki Yorgos dayının bu konuda yapabilecek neyi var ki?
Yada gene tüm Kıbrıs Rum toplumu olarak bu konu üzerinde tek bir politik hat belirlediler ve tek bir ağızdan mı konuşuyorlar?
Hade varsaydık ki öyle, işgal edilmiş bir coğrafyada uluslararası hukuk tarafından tanınmayan ve kontrol edilemeyen bir limandan mal satışını kabul eden ‘Rumlar’ uluslararası hukuğu çiğnemeyecek mi?
Güney coğrafyasını yöneten bir otorite vardır ve bu tip uygulamalar onun tassarrufundadır. Ama bu otorite yetkilerinin bir kısmını şimdi AB’ye devretmeye başladı. O yüzden bu otorite de direk olarak bu tassarruflarının bir kısmını tek başına kullanamaz. Özellikle Kıbrıs’ın AB süreci sonrası bu konu artık AB otoritesinin de ilgi alanıdır. Yani uluslararası hukuğun denetleyemediği bir alandan AB içine mal hareketi sağlamak akıl işimidir? Denetleme mekanizmaları önermek, bu mekanizmaların da bu coğrafyadaki otorite tarafından kabul edilmesi için çaba harcamak gibi hukuksal methodlar varken bu işi ‘Rumların’ üstüne atıp ‘Rumlar’ çözsün demek ne çağdaş hukuk devleti kavramına ne de uluslararası hukuğa uygun değildir. Hele kuzeydeki otoritenin yarattığı bir anormallikten (işgal) dolayı diğerini genelleştirip kendi toplumuna bu şekilde mesaj vermek ‘sol’duyusu olan herhangi birinin işi olamaz…
Yada son dönemde resmi belge almak için yapılan başvurlar sırasında ‘Rumlar da bize hiç yardım etmez’ gibi cümleler kurmak aslında İskandinav ülkelerinde yaşayan, hayatında bürokrasi ile sorunu olmamış bir ‘yabancı’nın sözcükleri ile konuşmaktır. Kuzeyde herhangi bir bürokratik iş için günlerce kapılarda sürünenler ve buna itirazı olmayanlar benzer bir durum güney coğrafyasında karşısına çıkınca ‘Rumların’ ne kadar fena olduğunu hemen keşfedebilmektedir. Yada kendisine kaba davranan bir Kıbrıslı Rum polisinin arkasından ‘Rumlar da bizi hiç sevmezdi’ gibi bir cümle kurulabilmektedir ama belki de birkaç dakika önce ya bir trafik sorunundan yada başka bir nedenden dolayı kavga ettiği ‘Türk’ polisi için ayni cümleyi kullanmak aklına bile kimsenin gelmez…
Evi yıkılanlar da feryat figan evleri arkasından yas tutarken ‘Rumlar da evlerimize bakmadılar’ diyebilmektedirler. Acaba kendi coğrafyasında kaç yüz evin yıkıldığını ve yerine başka evlerin yapıldığını (belki de kendisinin de böyle bir evde yaşadığını) düşünür mü? Yada acaba ‘Türklerin’ kuzeyde kalan evlere ne kadar ‘özenli’ baktığı ile ilgili düşünce geliştirir mi?
Tüm bu diyalogları kuzeyden bakıp yazarken aslında Türk ve Rum kavramlarını yer değiştirip güneyden kuzeye bakarak da biraz farklı sözcüklerle de olsa özü itibari ile ayni şekilde okuyabilirsiniz.
Yıllar süren diğerini genelleştirerek düşman sayan zihniyet, eğitim sistemi ile günlük yaşamda olan gazete, radyo, TV gibi genel iletişim aygıtlarını da kullanarak yaşayan bir şovenizm yaratmıştır. İşgalin de getirdiği koşullardan dolayı militarist bir karakteri olan bu düşünce yapısı ile sağlılık fikirler/projeler üretmenin olanağı yoktur.
Popüler olanı kullanma adına kimi ‘sol’ da bu yaşayan militarist ve şoven ‘düşünceyi’ (!) terminolojisinde bir fazla oy alabilmek adına kullanmaktadır.
Solun özüne, karakteri aykırı olan bu durum karşısında pişkin olan ‘sol’ için bu tartışma aslında laf kalabalığından başka birşey de değildir. Ama bugünkü teknoloji ile bakıldığında günlük yaşamın diğer toplum tarafından rahatlıkla izlenebildiği gerçeği ile ‘solu bile böyle olanın’ (!!) diğer topluma güven vererek ortak vatanın birleştirilmesine ne kadar katkısı olabilir ki?!
Yoksa ‘solcu’larımız (tüm) karşı çıkarken aslında ayrı ve arı kalmayı mı tercih etmişlerdir?
O zaman sosyalizmin din/dil/etik kimlikleri red eden ‘bütün dünya işçileri birleşin’ sloganını yaşama nasıl uygulayacağız?
Yaşayan şovenizme karşı mücadeleye nerden başlamalıyız?
Acaba kilit sorumuz ne olmalı?
‘Yoksa rumlar/türkler herşeyden önce insan mılar?’