(taylan özgür imzası ile)
Bir süredir seçme, seçilme ve seçim üzerine yoğun bir süreçten geçmekteyiz. Bu koşullar altında seçim ve seçim sürecinde çalışma koşulları da uzun süredir tartışma gündemindedir.
Bu konuda çeşitli siyasi oluşumların farklı duruşları vardır. Özellikle 2000’li yıllarda başlayan sokak mücadelesi, seçim ve seçilme süreçleri ile pasifise edilmesi ile de ayrıca tartışılması gereken konudur ama bugün ana gündem maddesi olmasa gereken Yeni Kıbrıs Partisi’nin son seçim sloganı ile şekillenen Ankara’dan değil sokaktan iktidarın elde edilmesidir ancak birçok siyasi oluşumun bu noktada kafa karışıklıkları buna sürekli engel olmaktadır…
Yeni Kıbrıs Partisi ve seçimler
Yeni Kıbrıs Partisi, en son 2000 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimine katılmış ve ardından yapılan 2 milletvekili genel seçimine ve bir de cumhurbaşkanlığı seçimine katılmayarak, halkı sandığa gitmemeye çağırmış ve halen daha sürdürdüğü kampanya ile çağırmaktadır…
YKP aslında seçimlere katıldığında da seçim koşullarını, rejimi eleştirmiş, işgal koşullarını tanımlamış ve bunların değiştirilmesi için mücadele ettiğini net olarak ortaya koymuştu.
YKP, 90’lı yılların başında, seçime seçim diyebilmek için oluşması gereken koşulları parti kararı olarak ortaya koyarak, diğer siyasi oluşumlardan bunların gerçekleşmesi için seçimlere ya katılarak ya boykot ederek destek olmalarını istemişti.
Yapılan seçimler kadar YKP, seçime yönelik ittifaklarda da tavrını hep net olarak koydu…
1990 yılında CTP ile ileri düzeyde bir işbirliği süreci yaşanmasına ve seçimlere yönelik olumlu görüşmeler yapılmasına rağmen, CTP yöneticilerinin ani kararı ile TKP ve TC Elçiliğinin Türkiye kökenlilere kurdurttuğu YDP ile DMP adı altında ittifaka gidilmiş ve YKP’nin ortaya koyduğu seçim ve meclis tanımlamalarının dışında, anti-UBP propagandası ile seçim sürecine girilmişti. YKP bu ittifaka girmeyi ret ederek, kendi kadroları ile seçime katılarak seçime seçim diyebilmenin koşullarının olmadığını, TC’nin ve askerin müdahalelerinden arındırılmadan, kuzeydeki otoritenin elindeki olanakları kendi lehine uygulanmasının önüne geçmeden, kimin seçmen olduğunun uluslararası kriterler göz önüne alınarak tespit edilmeden yapılacak bir seçimin burjuva demokrasi koşullarında bile yasal olamayacağı anlatmaya çalışmıştı…
Benzer senaryo 2003 Aralık’ta da yaşandı, bir kez daha toparlanın çağrısı yapılmış, BDH isminde, TKP, KSP, BKP ve sendikaların desteği ile yeni bir oluşuma gidilmişti. YKP bir kez daha bu oluşum dışında kalmış ve ilk görüşlerini yani seçime seçim diyebilmek için yapılması gerekenleri hatırlatmış ve asıl olanın rejime karşı mücadele olduğunun altını çizmesine rağmen, ilkinde olduğu gibi ittifakı oluşturan siyasi oluşumlar tarafından yoğun saldırıya uğramış, YKP’nin bu tavrı ile statükoyu desteklediği, kolay yolu seçtiği ve böylesi ‘önemli’ süreçte pasif kaldığı iddia edilmişti.
Yaşananlar alt alta konduğunda ve partilerin tutumları incelendiğinde, YKP’nin gerek katıldığında, gerekse de katılmadığında, rejime karşı yürüttüğü etkili kampanyaları sayesinde gerek adada, gerekse de yurtdışında saygınlık kazanan, bu yüzden rejim tarafından sürekli saldırı altında olan bir siyasi yapı olduğu gerçeği ortadayken, aslında bu tip saldırıların geçersizliği de bu şekilde kendiliğinden ispatlanmış olmaktadır…
Özellikle, 2004 yılındaki Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik süreci ve referandum öncesi, önemli anlamlar yüklenen Aralık 2003 seçim süreci incelendiğinde, bu saldırıları yapanların BDH çatısı altında seçime katıldıklarını görürüz. Böylesi bir oluşum, bir kaç cılız politik karşı duruş dışında sistem karşıtı önemli bir çıkış yakalayamadığı bir gerçektir. Bu birkaç karşı duruş dışında ise BDH, CTP yanında UBP-DP gibi diğer siyasi oluşumlara karşı kendini alternatif bir oluşum olarak ortaya koymuş ve seçimlerde kendilerince ‘başarılı’ olmuşlardı.
Bu başarının görece olduğu, sonrasında yaşananlarla ortaya çıkmasına rağmen kalıcı tahribatı daha büyük olmuştur. Bu sürece itirazsız dahil olanlar, birçok uluslararası kurumun ve yapının takip ettiği böylesi bir süreçte, işgal koşulları ile oluşan de fakto bir durumda, işgali gerçekleştiren ülkenin o coğrafyaya nüfus taşımasını göz ardı ederek, Cenevre Konvansiyonun çiğnenmesine ve taşınan bu nüfusa seçme-seçilme hakkı tanınarak TC’nin siyasi bir güç olmasını bir anlamı ile tescil etmiş oldular. YKP ise konuyu AİHM gündemine taşımış, AİHM’den aldığı yanıtını ve daha önce defalarca kamuoyu ile paylaştığı gerekçelerini yurtdışındaki etkili siyasi kurumlara taşıyarak siyaset üretmiş ve gerçek anlamı ile statükoyu rahatsız etmişti. Maalesef bu anomali referandum sürecine de taşınmış, kuzey coğrafyasındaki herkesin referandumda oy kullanması sonucu Türkiye’nin buraya taşıdığı nüfus bir anlamı ile ‘legalize’ edilmiştir. De jure bir durumda hukuksal olarak tamamlanacak bu süreç en azından şimdiden ‘sindirilme’ konumuna gelmiştir…
Yalnızca buradan bakıldığında bile kimin statükoyu desteklendiği rahatlıkla görülmektedir….
Geleceğimiz üzerindeki ipotek
Referandum sonucun olumlu çıkmış olması ile ortaya çıkan durumu örtmenin olanağı yoktur. Arka arkaya, uluslararası kamuoyunun da takip ettiği süreçlerde, bizler kendi rızamızla birçok yetkiyi direk veya dolaylı olarak TC’ye devretmiş olduk. Belki şu aşamada TC’nin çıkarları bizimkilerle çelişmemeyi öngörebilir ama yarın da çelişmeyeceğini kimse garanti edemez. Bu noktada anlı şanlı sistem karşıtı olduğu iddiasındaki siyasi oluşumların da katıldığı son seçimler ve referandumdaki tavırlarla TC’nin içerdeki siyasi gücünü meşru kılarak geleceğimizi ipotek altına almış olduğumuz da önemli bir gerçektir. Yani TC ile çıkarlarımız çeliştiğinde bile oluşturduğu denetleme ve yönlendirme kurumları ile buradaki TC’li nüfusun büyük kısmi sayesinde, bizim değil, TC’nin kararları geçerli olacak ve bu durumu bizler şimdiden kabullenmiş durumdayız…
Bu siyasi olguyu bilerek göz ardı edenler, YKP’nin bu insanlara düşman olduğu fikrini ileri sürerler. Bu noktada eski tartışmadaki kimi olgulara geri dönmekte yarar vardır. YKP, her bireyin, istediği her mekanda yaşabilme evrensel insan hakkını kendi programına alarak bu konudaki net tavrını ortaya koymuştur. YKP ayrıca her türlü şovenzim, milliyetçilik gibi gerici, ayrımcı tüm düşüncelere karşı yıllardır aktif mücadele ettiği düşünüldüğünde, YKP’nin bu insanlara düşman olduğu yada istemediği şeklinde dile getirilen iddianın ne kadar içi boş olduğu anlaşılabilir ama politikayı bir karalama kampanyası sayan siyasi oluşumlar, çoğu kez bilerek, kasıtlı olarak, bu kişilerle YKP arasında gerilim oluşturabilmek için bu düşünceyi de canlı tutmaya devam ederler. Bu tip siyasi ‘ayak oyunları’nın sağdan gelmesi doğalken, kendini solda tanımlayanların da bu sürece katılması, Makyevelist bir tutumdan başka bir şey değildir, çünkü onlar için önemli olan başarıya giden yolda her şey mubahtır ve bu süreçte YKP onlar için bir sorundur…
YKP bu tip saldırılar karşısında popülist bir tavır geliştirmeden, hep düşüncesi açıkça savunmayı sürdürmüş ve bunun bir uluslararası hukuk sorunu olduğunun altını çizmiş, ayrıca bu kesim Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyasi durumun belirlenmesinde TC yöneticileri tarafından etkin bir rol biçildiğini, bu nedenle getirilen bu nüfusun seçme ve seçilme hakkının bir anlaşmaya kadar olamayacağını vurgulamıştır. Ancak sol olduğu iddiasındaki siyasi oluşumlar, kendi güçsüzlüklerinden kaynaklanan sorunlarından dokunmaya çekindikleri siyasi gerçekleri yokmuş sayarak, bu sorunu ele almak yerine, YKP’nin siyasi mücadelesine yanıltıcı iddialar ileri sürerek saldırmayı tercih edebilmektedirler…
Ancak gerçek önümüzde net olarak durmaktadır; gerek askeri kurumlar gerekse resmi TC kurumları, hiç çekinmeden, ikinci bir otorite gibi sürekli sivil yaşama müdahale ederek bu kişilere TC’li kimliklerini hatırlatmaktadırlar ve bu yolla onları yönetmeye çalışmaktadırlar. Bu konuda birçok ‘basit’ yada karmaşık çalışmalar yürütülmektedir. Askeri makamlar okul veya park tamiri, eşya yardımları yapmaktadırlar. TC Yardım Heyeti ise kuzeydeki otoriteyi hiçe sayarak bu kesime çeşitli alt yapı çalışmaları yapabilmekte, çeşitli yardımlar verebilmektedir. TC Elçiliği ise zaten her türlü maddi ve manevi sorunlarına taraf olmasından dolayı sürekli olarak onlarla temas halindedir. Bu çalışmalar yanında yeri ve zamanı geldiğinde askeri veya sivil kurumların açıkça yada kapalı olarak siyasi baskı uygulamaları da bilinen bir gerçektir. Bu ve benzeri uygulamalarla TC’den getirilenlerin siyasi ve sosyal olarak blok hareket etmeye itilmektedir…
Yaşadıkları mekanlar da incelendiğinde bu kesim bir nevi gettolarda yaşadığı görülür. Oluşturulan gettolarda, TC Göçmeni ana kimlikleri altında Karadenizliler, Adanalılar, Konyalılar, Hataylılar gibi coğrafik alt kimliklere yada Alevilik gibi dini alt kimliğe yada Kürtler, Lazlar gibi etnik alt kimliklere de bölünerek hem genelin, hem de her küçük grubun kontrolü rahatlıkla sağlanmaktadır. Anadolu’dan taşınan dini-sosyal-kültürel kimliklerin geliştirip, güçlendirebilmesi de yine yukarda adı geçen kurumlar tarafından maddi/manevi yardımı sürekli olarak yapılmaktadır. Hatırlatılan ve yaşatılan bu ‘TC’li olma’ hali geçmiş dönemlerde açık müdahaleyi kolaylaştırmak için kullanılırken, gelişen medyanın da yardımı ile son referandumda yaşandığı gibi, direk olarak iç siyasetten değil, TC siyasetinden etkilenerek tavır belirlenmesi şeklinde de kendini ortaya koymaya başlamıştır. Referandumda evete yönelinmesinde Talat, Akıncı ve diğerlerinin siyasetinin mi, yoksa Erdoğan’ın mı açıklamaları bu kesim üzerinde etkili olduğu önemli bir sorudur. Eğer – ki bence öyledir- Erdoğan bu kadar etkiliyse bu kesimlerde, çözüm sonrası kuzey parça devletinde siyasi olarak direk TC’nin etkin olacağı gerçeği önümüzde durmuyor mu? O zaman ne yapmak gerek? Böylesi bir anormalliği ortadan kaldıracak siyasi bir mücadele mi, yoksa bu gerçeği yok sayarak bir seçim mücadelesi mi önemlidir?
Bu gerçeklerle bakıldığında aslında geçmişte güçlü olan, TC’deki yönetici sınıf veya zümre ile iyi ilişkileri olan siyasi yapılardı, bugün de öyle… Pratikteki yansıması ise, TC’deki siyasi yapının karar ve siyasi pozisyonuna göre buradaki taşıma nüfusun hareketi ile seçimlerin sonucu önceden tespit edilmiş, atamalar yapılmış oluyor; geriye kalan ise seçim sürecindeki şov ve bir de dünyaya verilen demokrasi mesajıdır…
Ne yapmalı?
TC kuzeydeki karar süreçlerine, askeri ve mali olanakları ile etki eden en büyük güç durumundadır. Sonrasında, son olarak devreye AB kurumları girmeye çalışmaktadır ama etkili olmaları şu aşamada çok zordur. Bunun önemli bir nedeni, özellikle TC’den gelen nüfusun burasını Anadolu’nun uzantısı, kendilerini de o coğrafyaya ait hissetmeye devam ettikleri yada hissettirildikleri gerçeğidir. Bu nedenle yapılması gerekenlerin başında, TC’nin bu coğrafyadaki etkinliğini kırıcı siyasi çalışmalara ağırlık verilmesi gelmektedir. TC Yardım Heyeti ve TC Elçiliği bu noktada ilk hedef noktası olmalıdır. TC Yardım Heyeti diye bir kurumun varlığı geçmişte yapılan yolsuzluklara dayandırılmaktadır ama bugün gelinen noktada hem Türkiye’den gelen parayı denetlemektedirler, hem de kendi gündemlerine göre yardımlar yapabilmektedirler. İlk kısımdaki denetleme eylemi de sınırlarını aşmış, bir anlamı ile belirleyici unsur, onay unsuru noktasına gelmiştir. TC Yardım Heyetinin iç işleyişinde oluşturulan sektör ve bu sektörlerin sorumluları ‘seçilmiş’ yöneticilerin üstünde pozisyonda yer almakta, bir anlamda TC Yardım Heyeti bakanlar kurulunun üstünde, siyasi olarak ondan daha güçlü konumda yer almaktadır. Akla gelen ilk müdahale şekli bu kurumun her şeye taraf olmasıdır ki zaman zaman bunu da yapmaktadırlar. Ama bundan daha tehlikeli olan, bu coğrafyanın sözde seçilmiş üyeleri birinci derecede yurttaşlarına karşı değil bu kuruma karşı sorumlu olduğunu hissetmesidir. Hissetmekle de yükümlüdür, diğer türlü ekonomik olarak sorunlarını çözemezler, bu noktada demokrasinin temel değerlerinden olan yurttaş sorumluluğu, katılımcılık gibi kavramlar ortadan kalkar. Yurttaşın bir anlamı ile yaptığı oy vererek denetleme görevi bu haliyle ciddi bir sekteye uğramaktadır. Tüm bunlar göz önüne alındığında, bu kurumun hemen kapatılması, yerine de benzerinin kurulmasını engelleyici unsurlar geliştirilmesi siyasi mücadelenin ana unsuru olmalıdır. Bununla birlikte büyükçe bir bakanlık kurumunu andıran TC Elçiliği, buradaki Türkiye’den gelen nüfusun tüm mali yardım, sosyal, kültürel vb faaliyetlerine taraf olmaktan vazgeçirilmeli, kadroları daraltılmalı, diplomasideki yeri olan yalnızca elçilik faaliyetlere olanak tanınmalıdır. Bu hali ile elçilik direk olarak Kıbrıslı-Türkiyeli ayrımını körükleyen ve yarattığı gerilimi yöneterek siyasi çekim merkezi olan kurumdur. Bu nedenle yakın hedef olarak TC Elçiliğinin yetkilerinin ‘diplomasideki’ tanımına uygun hale dönüştürülmesi bu ülkedeki demokrasinin gelişebilmesi için olmazsa olmaz koşuldur.
Bununla birlikte buraya gelen her bireyin geçmiş kimliklerini yok saymadan ama bunun geçmişte kaldığı gerçeğini kabullenerek, bu coğrafyanın kimliğini ana unsur kabul ederek hareket etmesi bu ülkenin geleceği için önemlidir. Buraya gelip yaşamını bu coğrafyada sürdürmekte kararlı olanların Adanalı, Konyalı yada Karadenizli olmaları geçmişlerine ait bir gerçektir ve bunu bir alt kültür olarak yaşamalarına saygılı olmamız gerekir ama ayni zamanda onların da bununla birlikte Kıbrıs’ta yaşamaya karar verdikleri gerçeği ile ana kimlik olarak kendi ideolojik yapılanmaları çerçevesinde bu coğrafyadaki ana kimlikleri kabullenmeleri bir zorunluluktur. Diğer türlü ömürlülerini bu coğrafyada geçirirken, birer yabancı olarak yaşamaya devam edecekleri, gelecek kuşakların ise ne oralı ne de buralı olamaması ile çok daha ciddi sorunların meydana geleceği açıktır. Bu gibi sorunlar halen daha Avrupa’da yaşanmaktadır… Avrupa’da kültürel yaşamları ile arada kalmış, ailelerin baskıları ile geçmiş kimliklerini sürdürmeye çalışan ama ayni anda yaşadıkları çevreye de ayak uydurmaya çalışan, bu yüzden iki kimlikten de dışlanmış gençler kayıp kuşak olarak tanımlanıyor ve yaşadıkları sosyal ve kültürel sorunların aşılması için ciddi projeler geliştirilmektedir. Olağanüstü koşullardan geçtiğimiz için hala daha çok fazla yüzeye çıkmasa da, Kıbrıs’ın kuzeyinde de benzer süreçler yaşanmaya başlanmıştır. Her dönem olduğu gibi kendini sol olarak tanımlayanların, farklılıkları tolere ederek, değişik kültür, din, dil vb unsurdan gelenlerin farklarını kültür mozağinin zenginlikleri olarak kabul edip, yurttaş kimliğinin yaratılması ve tüm yurttaşların eşitliğinin, özgürlüğünün ve geleceğinin siyasi mücadelesi yaratılmalıdır. Bunun için de uluslararası hukuk asla göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle Kıbrıs’ta böylesi bir sürece ancak bir andlaşma ile geçilebileceğinin kabullenilmesi gerekmektedir. De fakto koşullarında TC, BM üyesi Kıbrıs Cumhuriyetine Güvenlik Konseyi kararı olmadan silahlı müdahalede bulunmuş ve üçte birini kontrolü altında tutmaktadır. Irak sürecinde olduğu gibi, Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın yapılan bu müdahale nasıl işgal olarak tanımlanıyorsa, ayni şekilde Türkiye’nin bu müdahalesi de işgaldir. Savaş ve onun ortaya çıkardığı durumlarla ilgili TC’nin de imzasının olduğu Cenevre Konvansiyonu geçerli hukuki bir gerçektir. Bu nedenle ada nüfusunun değiştirilmesi, adaya nüfus aktarılması bir savaş suçudur. Bu de fakto süreç ancak bu duruma taraf olanların ‘anlaşması’ ile ortadan kalkabilir. Böylesi bir anlaşmada bu durumun çözümlenmesi, uluslararası hukukla çelişse bile yeni anlaşma da hukuğun parçası olacağı için sorun yaratmaz ama sorun çözümleninceye kadar bir önceki yasal tanımlamalar içerisinde suç kabul edilen olguyu savunmak da hukuğun üstünlüğünün savunulması ile çelişeceği için kabul edilemez. YKP, tüm bu olgu ve olayları göz önüne alarak, sol değerlere sahip çıkarak her bireyin yaşam hakkına, insan haklarına sahip çıkarak bu bireylerin yaşadığı sorunlarla ilgilenirken ayni anda uluslararası hukuk açısından çözümlenmemiş bir sorun olduğu hatırlatarak taraflar arasında çözümlenmesini talep etmektedir. Bir anlaşma oluncaya kadar da bu kişilerin seçme-seçilme süreçlerine katılmalarının yasadışı olduğunu da vurgulayarak bu mücadelesini sürdürmektedir. Yani TC bu coğrafyada siyasi bir güç olmak için denetleyici kurumlarını da oluşturarak uluslararası hukuğa aykırı olarak nüfus taşımaya devam etmektedir. Buna karşı çıkılmadan, bu anormallik ortadan kalkmadan seçimlerden demokratik sonuç beklenmek en basit tanımlaması ile saflıktır.
Siyasi partilerin durumu
Yukarda belirttiğimiz gibi bu koşullar altında, anlaşma olmadan, TC’nin denetleme kurumları ortadan kaldırılmadan gerçek anlamı ile seçim yapmanın koşulları yoktur. Seçim adına yapılan şovlar yalnızca yapılan atamaların onaylatılması ve ‘demokrasi’nin var olduğunun propagandasından başka birşey olmayacaktır. Bu nedenle bu şovun kurallarını belirleyenlerin ezberini bozacak şekilde siyasi çalışma yürütmek YKP’nin ana gündemidir.
Seçime katılarak bazı görüşleri söylemin etkili olduğunda seçime katılan ama ilerleyen süreçlerde bu olanağın çeşitli şekillerde engellenmeye başlandığında seçimin dışında kalarak propaganda yapmasına en çok bozulanlardan birinin KSP olması ilginçtir. Rejim geçmişte yaşadığı süreçleri de göz önüne alarak düzenlemeler yapmış ve propaganda süreçlerinde kimlerin ön plana çıkarılacağını ismi konmamış kurallara bağlamıştır. Kimi yerde meclis içi, meclis dışı tanımlamaları kullanılırken, haberlerin ana ağırlığının belli partilere ayrılması, diğerlerinin görünmez kılınmasının en etkili yolu reklamlarla kırılması iken, meclise girmesine olanak sağlanan partilere de maddi yardımlar da yapılarak bu çıta daha da yükseltilmektedir. Şovda parası olan, icazet alanlar tüm alanları kapsarken, seçime girerek bu şovun ortasında etkisiz kalanlar ise küçük seçim detaycıkları olarak kalmaya devam ediyorlar. Hatta daha ileri gidilerek bizdeki demokrasinin sosyalistlerin bile seçimlere girmesine olanak sağladığı propagandası yapılıyor. Bu koşullarda etkili olabilecek siyaset ise bu şovun parçası olmadan, onun dışına çıkarak çalışma yapabilmektir. KSP, YKP’nin 10 yıl boyunca etkili olarak kullandığı süreci, bugün kullanmadığı için eleştirmektedir. YKP bu süreci kullanarak birçok tabu olan konuyu toplum gündemine taşınmış, hatta bu nedenle parti binası kurşunlanmış, birçok kez saldırıya uğramıştı. İlginç olan YKP bu süreçlerden geçerken KSP’li (KSG’li) arkadaşlar yine eleştirmiş ve katılmamışlardı.
Aslında KSP’nin kafa karışıklığı çok da yeni değil, hem Annan Planına evet derken ayni anda broşürler çıkararak ‘emperyalist planlara hayır’ diyebilmektedirler. Son Şubat 2005 seçimlerine de bütün partilerle ilgili karşı yayınlar yaparak girmişler, kendilerinin katılma koşulları olmadığı için katılamamışlardı. Ancak günün sonunda aldıkları karar ise tam evlere şenliktir; dergilerinde sayfalarca eleştirip emperyalistlerin uşağı olmakla suçladıkları siyasi oluşumlara oy verilme çağrısı yapılması…
Ama en az bunun kadar önemli olan, 98 Aralık seçimlerinde sandığa gitmemeyi de seçenek olarak kabul edilebileceğini yazanların bunu unutarak, emre itaat etmeyerek, sandığa gidilmemesi çağrısı yapan YKP’yi hedef seçen KSP’nin tavrı dikkat çekicidir. Yukarda da tanımladığımız gibi bir çeşit atanmışların onay süreci olan seçimlerin boykot edilmesi niçin siyasi bir mücadele şekli değil de, emperyalistlerin uşağı olmakla suçlanan siyasi partilere oy vermek ‘sosyalist’ bir mücadele şeklidir? YKP’yi boykotu seçerek pasif kalmakla suçlayan KSP’nin son seçim çalışmaları ile ilgili kendi gazetelerinde de yansıyan eylemleri afiş asmak, bildiri yayınlamak ve sendikaları ziyaret ve bunun yanında belli aralıklara radyo tv programlarına katılmaktır. Düzenli olarak radyo-tv programlarına katılmak dışında diğerlerini YKP’de bu süreçte fazlası ile yapmaktadır; kendi pankartları ile kavşaklarda durmakta, kitle toplantıları düzenlemekte afişlemeler yapılmaktadır. Yayınladığı bildiriler de en az KSP’liler kadar gazetelerde yayınlanmaktadır. Bu durumda YKP’nin pasifliği radyo-tv programlarına katılmamakta mı? YKP, Şubat seçimlerinde rejimin engelleyici hukuki hamlesini de bertaraf ederek, hem rejimi, yaptığı kampanyalar ile rahatsız ettiğinin meyvesi toplamış, hem de bu ülkedeki anti demokratik yasal düzenlemelerin de değiştirilebileceği ortaya koymuştu. Bu noktada KSP’nin kampanyasının vasatlığı ile karşılaştırıldığında, seçime katılan KSP’ye rağmen, katılmayan YKP’nin daha etkili bir kampanya yürüttüğü gerçektir. Yani KSP’nin pasivizm suçlamasının da altı boş bir tanımlamadır. Ayrıca KSP’nin ciddi bir özeleştiri borcu da vardır. Mustafa Akıncı gibi siyasi bir figürün, UBP-TKP Koalisyon sürecinde yarattığı tahribatını es geçerek, onun TC’in dayattığı yaptırımların savunulmasındaki rolünü unutarak, bu rolünden dolayı sendikaların, partilerin bir araya gelerek Bu Memleket Bizim Platformunu oluşturarak mücadele edilmesini yok sayarak, onun başkanlığında oluşturulan BDH sürecinde KSP ana unsur olmuştu. Akıncı değişmediğini ortaya koyarak, onları BDH dışına çıkarınca onun tüm kimliklerini hatırlamak ve hatırlatmak ayrıca rejimin özelliklerine yapılan atıflar fazla bir anlam taşımaz. BDH’yı oluşturan unsurlar TKP, BKP ve KSP seçimlerde ‘başarılı’ (!) olmuş olsalar, Akıncı bu değişmediği kimliği ile başbakan olacaktı, hatta icazet alsaydı, cumhurbaşkanı bile olabilirdi. Onu, bugün saydıkları kimlikleri ile bu makamlara oturtmuş sayılacak olan KSP’nin bu noktada özeleştiri borcu yok mu? Böylesi bir hareketin sağlıklı olmadığı, seçime seçim demenin koşularının olmadığını hatırlatan YKP’ye karşı girişilen eleştirilerden dolayı KSP’nin bir özür borcu yok mu? Siyasetin kirlenmesinde en önemli unsurlardan biri de bu ‘hep haklı olma’ halleridir. KSP, Akıncı tamamdır derse tamamdır, bu yarın KSP’nın Akıncı tamam değildir demesini engellemez, onların söylediğinin tersini söylemek ise suçtur. Haksızlıkları karşısında özeleştiri, özür ise siyasi terminolojilerinde yoktur. Büyük büyük teorik tanımlamaların ardına sığınılır, tanımlamalar, kavramlar bulandırılır ve her durum kendi lehlerine yontulmaya çalışılır. Bu KSP’nin küçük burjuva oportünist kimliğinin en açık özelliğidir…
Bu süreçte en ilginç siyasi oluşum ise BKP’dir. Her şekilde ve bir şekilde ittifak politikaları izlediğini iddia eden BKP kadroları, önceleri CTP içerisinde yer alıyorlardı ve çeşitli tarihlerde ayrılmışlardı. Bu kadrolar, 1998 yılında YKP’lilerle Yurtsever Birlik Hareketi oluşturmuş, YBH’nın 2002’de son bulması sonrası BKP ismi ile bir siyasi parti kurmuşlardı. Bu parti 2003 seçimlerine BDH içerisinde katılmış ve bir milletvekili ile mecliste temsil edilmeye başlamıştı. Bu dönemde milletvekili de olan partinin Genel Sekreteri, mecliste oluşan siyasi krize çözüm adına DP’den kopanlarla “çözümcü hükümet oluşturma” iddiası ile kurulan TKP-BÖİ ittifakı içerisinde yer almış, ama bu kopanların gidip UBP katılmaları(!!) ile de bu ittifak sona ermişti. BKP, 2005 Şubat seçimlerine de TKP’lilerle ama bu defa TKP tüzel kişiliğinde seçimlere katılmış, Nisan 2005’deki seçimlerinde ise üstü kapaklı ama ‘en güçlü adayın desteklenmesi’ çağrısı ile şekillenen pratikleri ile CTP’yi desteklemektedir. İşin ilginç yani bu kadroların da en fazla rahatsız oldukları olgu seçimlere katılmamaktır. Bu atamaların onaylanma sürecine anlamlar yüklenmesi, yapılan bu atamalarla oluşturulan meclisin sanki de fonksiyonu varmış gibi yazılar yazılması, çalışmalar yapılması bir anlamı ile TC’nin buradaki siyasi gücünün legalize edilmesine yardımcı olunmaktadır.
Bu oyun bozulması, deşifre edilmesinde önemli bir olgu olan bilinçli katılmama olayı, yani emre itaat etmeyerek bu atama sürecine katılınmaması yönündeki bir siyasi mücadele niçin kötü olsun?
Rejimin, YKP’nin boykot çalışmalarından rahatsızlığı ve katılmayanların veya sandığa giderek oyunu yakanların oranın ‘rejime karşı hareket’ olarak YKP tarafından tanımlamasından tedirginliği anlaşılır bir durumdur. Sistem karşıtı olduğu iddiasındaki iki siyasi oluşumun böylesi bir hareketten böylesi rahatsız olmasını ise anlamak güçtür.
Kafa karışıklığına gerek yoktur, yol belli ve nettir, Ankara’dan değil sokaktan iktidar için rejime karşı mücadele yükseltilmelidir ve bunun yolu emre itaat etmeden, kendi kurallarımızı rejime dayatarak gerçekleştirebiliriz, onunun kurallarını kabul ederek, onun çizdiği sınırları kabul ederek değil…