Herkes bir anda AKP Milletvekili Şaban Dişli diye birini keşfetti, sanki de bu ismi yeni duymuş gibi…
15 Şubat 2004 tarihli Radikal Gazetesindeki Murat Yetkinin köşesini yeniden okumakta yarar var:
“Erdoğan kendi siyasi kararını KKTC’deki 14 Aralık 2003 seçimleri ardından verdi.
Kıbrıs halkı (hatta Erdoğan, çözüm karşıtı UBP’ye verdiği örtülü desteğe rağmen) tercihini çözümden yana kullanmıştı. Denktaş-Eroğlu çizgisi kaybetmişti. Bir süredir Ankara’daki ABD Büyükelçisi Eric Edelman ve İngiltere Büyükelçisi Peter Westmacott aracılığıyla gelen “Çözüm istiyorsanız, geç kalmamaya dikkat edin” mesajlarını değerlendirmenin zamanı gelmişti.
Zaten seçimler de geride kaldığına göre, ‘zaman çalıyor’ suçlamasına maruz kalmadan manevra yapmanın imkânı kalmamıştı. Şimdi sıra bu kararı, Ankara’nın ortak kararı haline getirmekti, bu anayasal bir zorunluluk olmasa da, ‘hayatın gerçekleri’ babından gerekli sayılıyordu. Bunun yolu ise Cumhurbaşkanı ve askerleri ikna etmekten geçiyordu. Erdoğan işe Kıbrıs konusunda bir bakanlar kurulu içinden bir ‘iç kabine’ oluşturarak başladı.
İç kabine şu isimlerden oluştu: Dışişleri Bakanı Gül, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Başbakan Yardımcıları Abdüllatif Şener ve Mehmet Ali Şahin. Bunlar aynı zamanda hükümetin Milli Güvenlik Kurulu üyesi bakanlarıydı.
Erdoğan, karar sürecinde bu resmi kanalların yanı sıra, özel kanallarını da devreye soktu. Bunların başında Cüneyd Zapsu geliyordu. Zapsu, BM Genel Sekreteri Alvaro de Soto ve ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Müsteşarı Marc Grossman ile kurduğu özel kanallar sayesinde, Ankara’nın ortak karar almasından sonra işlerin beklenmedik engellerle karşılaşmaması için devreye girdi. AKP İstanbul Milletvekili Egemen Bağış da ABD’deki özel kanallarını, özellikle lobilerle ilişkilerini harekete geçirdi. Keza AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli de Avrupa başkentlerinde yoğun temaslara başladı.”
(http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=106310&tarih=15/02/2004)
Burada göze çarpan iki isim vardı, Bakan değillerdi ama sonraki dönemlerde de yaşanan ilişkilerle TC dış ilişkilerinin yeni prensleri oldukları anlaşılacaktı… Sonraki dönemde özellikle Zapsu ismi çok tartışılacaktı…
Hemen bu noktada taze olan bir konuyu daha hatırlatalım. 7 Haziran 2006 tarihli Hürriyet Gazetesinde Ertuğrul Özkök’ün köşesinden yine küçük bir alıntı yapalım:
“Mehmet Ali Talat, yarın Berlin’e gitmek üzere Lefkoşa’dan ayrılırken, Kıbrıs’ın tarihinde de önemli bir dönem başlıyor. Şimdi gelelim bu çok önemli ve Rumlar engellemesin diye gizli tutulan buluşmanın nasıl organize edildiğine. … İlk nabız yoklamaları “resmi” değil, “gayri resmi” sohbetlerde oluştu. İlk temasları Başbakan’ın iyi Almanca bilen danışmanı Cüneyd Zapsu kurdu. … Cüneyd Zapsu ve Şaban Dişli de Talat’la birlikte Berlin’e gidiyor. Ama önemli bir ayrıntı vereyim. Zapsu görüşmelere girmeyecek. Çünkü resmi bir kimliği yok…”
(http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4539015.asp?m=1&yazarid=10&gid=69
http://www.yeniduzengazetesi.com/index.php/cat/1/news/9169/PageName/Haberler )
Yani son Talat’ın Berlin ziyaretinin de altında Zapsu ve Dişli vardı. Aslında süreç normal (!) işliyor. TC Dışişleri ve hükümeti hiçbir şeye bulaşmıyormuş gibi gözüküp, ‘resmi’ aracılarıyla arka bahçede bugüne kadar sayısız operasyon yapmışlar, Kıbrıs’taki ne ki?
Basına görüşmeleri ilk açıklayan Eroğlu olmasından anlaşıldığı kadarıyla UBP’lilerin bu ekiple daha önce de karşı karşıya gelmiş olma ihtimali var… Eroğlu aslında ne döndüğünü biliyordu ya da hissediyordu ve pusudaydı, aslında gafil avlandı da denemez. Bunca patırdıya ve olağanüstü olaylara göre topu topu 3 milletvekili kaybı aslında çok da büyük sayılmaz. Niceleri giderken UBP’den 2-3 milletvekili hep koparmıştır, bu nedenle bence UBP hazırlıklıydı ve şimdi süreci kendi lehine çevirmek için var gücü ile çalışmakta, yani aslında yaşanan Eroğlu ve ekibinin baskınından dolayı bir erken doğumdu…
DP ise biraz şaşkın, bunca ‘fedakarlığa’ rağmen kapının önüne konmuş olmak, Denktaş’ları etkilemiş gözükmekte… Aslında Denktaş’ın (büyük) anılarından da okuduğumuz kadarı ile 64-65’li yıllarda TC Dışişleri binasına bile girmesi yasaklanmıştı. 70’lerde yükselen militarist dalganın üstüne binip, TC’nin askeri kanadı ile birlikte yükselen saltanatı Türkiye’deki dengelerin değişmesi ile yine başladığı yere dönmekle sonlandı. Denktaş bu defa yalnız kendinin değil, bu kez oğlunun da TC Dışişleri kapısından içeri girmesini yasaklatarak tarih sahnesinde en ilginç yükselip koltuk kaybeden siyasetçi oldu herhalde…
Yönlüer olayı da aslında UBP ve DP’liler bağırdığı gibi dini yönü olan bir olay değil. Türkiyeli göçmenlerin yoğun yerleşim yerlerindeki DP ve UBP Belediyeleri yıllarca gizli ya da açık camilerde eğitim yaptırtıyorlardı ya da yapılmasını teşvik ediyorlardı… Şimdi laiklik elden gidiyor bağırmalarına yalnızca gülmek gerek…
Yönlüer, Erdoğan’ın ‘Zapsu’ modelinin parçasıydı… Serdar bakanlık koltuğunda otururken Kudret Akay aracılığı ile yerel işleri arka bahçede çözerken, belli ki TC ile de olan köprü için Yönlüer, Dişli aracılığı ile Erdoğan’a ulaşıyordu. Ama belli oldu ki Yönlüer’in patronu Serdar Denktaş değil, Şaban Dişli’ymiş…
Yapılan operasyon ahlaki mi? Bir kez ahlaki olan nedir diye düşünmek gerek. Erdoğan gelecek yıl ki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini düşünmeye başladı, atacağı her adımı özenle atması gerekiyor. Tek dişi kalmış da olsa bazı grupçuklarla görüşmeler yapıp ortalığı bulandırmaya çalışan Denktaş’a karşı bu operasyon aslında kaçınılmazdı. Sürekli belden aşağı vurarak, ne kadar kural dışı hareket varsa yapan birinin şimdi oyunun kurallarına uyulmasını istemesi aslında çok komik. Yukarıdaki Annan Planı sürecini anlatan Murat Yetkinin makalesinden bir alıntı daha yapmak iyi olur:
“Dışişlerinin Genelkurmay’daki muhataplarının başında, İkinci Başkan Orgeneral İlker Başbuğ geliyordu. Başbuğ, Kıbrıs’ta çözüm dosyalarının hazırlanmasında birinci derece pay sahibi oldu”
İlker Başbuğ bugün Kara Kuvvetleri Komutanı ve büyük ihtimalle bir sonraki TC Genelkurmay Başkanı… Yani bir anlamı ile Denktaş’ın arkasındaki askeri güç de zayıflamıştı, bu nedenle operasyon çok da acılı olmadı, belki de Denktaş’a en ağır gelen bu oldu…
Şimdi sorun şu, UBP ve DP erozyona uğrayan yapılarını kurtarmak ve çirkefe batmış bu yapının yeniden ağası olmak istiyorlar, temizlenmesini değil, peki ya sol? ‘Sol’ yeniden bunların bataklığın başına oturması için omuz mu verecek yoksa rejimin yıkılması için mi mücadeleye katılacak…
Kimin ne kadar temiz, ahlaki olup olmadığını, operasyonun ne kadar etik olup olmadığını tartışmak değil, bugünün temel sorunu aslında rejime karşı mücadeledir ama ‘sol’ bunu anlayabilecek durumda mı?…