Bu yazılanlar belki farazi şeyler olabilir, belki de doğru tahminler de olabilirler ama birçok şeyin muğlakta olduğu koşullarda tahmin yürüterek yol bulma dışında elimizde başka şans yok…
Annan Planı sonrası, Kıbrıs Türk liderliği ve Türkiye üzerinden baskı bir miktar kalkmış, Papadopulos yönetimine kaymış, görüşmeler tıkanmış, kuzeyde nüfus tartışmaları alıp başını yürümüş ve Annan Planı sürecinde TC’nin rolü çok tartışılmıştı…
Bunlar birçoklarımız/bazılarımız için yeni bir durum ama 17 Ocak 1985 yılında ve sonrasında neler yaşanmıştı bunu tartışırsak aslında yukarıdakilerin hiç de yeni bir durum olmadığını dehşete kapılarak görebileceğiz…
Öncellikle durum tespiti yaparak başlamakta yarar var; “burjuvazinin siyasal iktidarda yansımasını bulan Kıbrıs’a bakış açısındaki çıkar algılamasıyla, devlet aygıtının askeri-bürokratik kanadının konuya ‘ulusal dava’ ve güvenlik perspektifinden bakan çıkar algılayışları” (Uzgel, 312) var ve bu algılar çok kez çelişmektedir.
Bahsedeceğimiz dönem Özal dönemidir ve Özal için Kıbrıs Türkiye’nin sırtında yüktür ve bundan bir şekilde kurtulmalıdır (Uzgel, 312), bunun en büyük gerekçesi de AT üyeliği ve ABD ile ilişkileri geliştirmek istemesidir.
KKTC ilanı konusunda da Özal sürekli olarak yakındığını, şikâyet ettiğini, bir emrivaki ile karşı karşıya bırakıldığını söylediğini de hatırlamak gerekir. (Uzgel, 339)
Ama burada en ilginci Kenan Evren’in açıklamasıdır; anılarında “ABD temsilcisi ile yaptığı görüşmede ‘bir emrivaki ile karşılaştık’ derken, adada yükselen komünizm tehlikesine dikkat çekmişti. (Uzgel, 339)
Uzgel kitabında diyor ki “ABD Başkanı Ronald Reagan, KKTC’nin ilanıyla ortaya çıkan gelişme üzerine özel temsilcisi Rumsfield’ı Kenan Evren ile görüşmeye ve kararın geri alınması için baskıda bulunmaya göndermişti. Evren daha sonra kaleme aldığı anılarında, Rumsfield’a Kıbrıs’ın kuzeyindeki komünistlerin giderek güçlendiğini belirtmiş ve güneydeki komünistlerle birleşmeleri tehlikesinden söz etmiştir. Yani KKTC’nin ilanını bir tür anti-komünist manevra olarak sunmuştur.” (Uzgel, 386)
Yaklaşımları ve yorumları ne olursa olsun KKTC’nin ilanı özellikle Türkiye’ye yeni bir baskı sürecini başlattı. (Uzgel, 341)
Böylesi bir ortamda Denktaş ve Kipriyanu New York’ta Genel Sekreter de Cuellar’ın gözetiminde bir araya gelmişler, Denktaş hazırlanan antlaşmayı imzalayacağını Kipriyanu ise üzerinde çalışılacak bir metin diyerek imzalamayacağını ortaya koymuştu. Özal, Kıbrıs sorunun çözümü konusunda Denktaş’a baskı yaptıklarını açıkça söylemiş, bunu gizleme gereğini bile duymamıştı. Yine ilk kez Kıbrıs konusunda basında çıkan eleştirilere ve muhalefetin bu yöndeki eleştirel tutumuna rağmen hükümet ödün vermişti. Hatta 20 Temmuz’daki (1985) gezisinden Özal son dakikada vazgeçmişti. (Uzgel, 348)
17 Ocak belgesi ile ilgili Mümtaz Soysal belgede Türkiye’nin etkin garantisinden bahsedilmemesini eleştirmiş ve ‘bu oyunu bozmaya çağıran yazılar yazmıştı. (Uzgel, 349)
Belgeyi eleştirenlerden biri de Şener Levent’tir. Kıbrıs Postasındaki yazında hem Eroğlu’nu hem de Özal’ı eleştirerek Ecevit sayesinde devlet olduklarını, Özal sayesinde ise eyalet olacaklarını yazmıştı. (Uzgel, 392)
Uzgel diyor ki “17 Ocak belgesini Rumların imzalamaktan kaçınması, Türkiye ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki baskıların bir ölçüde azalmasını sağlamış ve Türk tarafı KKTC’nin ilanıyla ortaya çıkan olumsuz izlenimden en azından bir süre için kurtulabilmiştir.” (Uzgel, 350)
Yine Uzgel diyor ki “Ocak 1985’teki başarısızlığın KKTC’yi güçlendirme yolunda önemli bir aşama olduğu anlaşılabilir.” (Uzgel, 351)
Böylesi bir ortamda 29 Şubat 1988 yılında AKEL’in de desteğinde Vasiliu iktidara geldi. (Uzgel, 363)
Vasiliu ılımlı, görüşmelere açık ve pragmatik bir tavır sergiledikçe Türk tarafı ve özellikle Denktaş üzerindeki baskı artmaya başladı. (Uzgel, 364)
Artan baskılar sonucunda Denktaş ve Vasiliu önce Eylül 1988’de Cenevre’de, daha sonra da Kasım ayında New York’ta buluştular. (Uzgel, 366)
BM Genel Sekreteri 15 Ocak 1990’da iki toplum liderini toplantıya çağırmış, Denktaş’ın itirazlarını nedeni ile 26 Şubat’ta toplantı yapılabilmişti. Bu toplantıda Denktaş’ın halk ‘people’ terimini kullanmak istemesi ve Kıbrıs Türklerinin self determinasyon hakkı bulunduğunun kabul edilmemesi üzerinde toplantı başarısızlıkla sona ermişti. (Uzgel, 367)
Bu arada Denktaş 1989 yılında de Cuellar’a mektup göndererek 29 Mart belgesindeki %29 toprak oranın artık geçersiz olduğunu bildirmişti. (Uzgel, 368)
Uzgel diyor ki “Kıbrıs Rum tarafında iktidara Vasiliu’nun gelmesiyle yaratılan çözüm umutları gerçekleşmemiştir.” (Uzgel, 369)
Bu süreçte Özal’ın cumhurbaşkanı olması ve 1991 erken genel seçimlerinde ANAP’ın yenilgiye uğrayarak hükümeti bırakması sonrası süreçte Türkiye’nin Kıbrıs politikası geleneksel yörüngesine geri dönmeye başladı. (Uzgel, 400)
Bu süreçte hatırlanması gereken diğer unsur da bu dönemde adaya taşınan nüfustur.
Uzgel diyor ki; “ Türkiye yalnızca ekonomik olarak değil siyasal olarak da Kuzey Kıbrıs’ta etkin olma çabalarını sürdürmüştür. Bunun yollarından biri, burada daha çok Türkiye’den göç edenlerin kurduğu ve desteklediği ve zamanın Türkiye Büyükelçisi İnal Batu tarafından kurdurulan Yeni Doğuş Partisi’dir. (…) Türkiye bu parti aracılığı ile buradaki siyasal gelişmeleri bir ölçüde de olsa denetlemeye çalışmıştır. Fakat 1980lerde Özal iktidarı bu partinin desteklenmesinden çok göçmenlerin diğer partilerle kaynaşmasını savunmuştur. Ancak, bu parti KKTC’de daha çok Türkiye Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye Büyükelçiliği ile bağlantılı olmuş ve bu yüzden Özal’ın bilinen politikasının uzağında durmuştur.” (Uzgel, 400)
***
Bu kadar uzun alıntılardan sonra de Cuellar-Annan, Özal-Erdoğan, Kipriyanu- Papadopulos, Vasiliu-Hristofiyas, YDP-ÖP eşleşmeleri aklınıza geldiyse vay halimize…
1981 ile başlayan ve ivmesi giderek artan nüfus taşınması, kendi partilerini kurmaları ve 17 Ocak belgesi sonrası nüfus taşımanın tavan yapması ve 1990 seçim öncesi öbek öbek vatandaş yapılması ile Annan Planı sonrası adaya işçilerin aileleri adı ile taşınan ve bunların bir kısmı ile ilgili vatandaşlık baskısı olduğunun paralelliği de mevcuttur.
Annan Planı sürecinde, Kıbrıs’ın kuzeyi ve Türkiye’deki dengeler bir hayır demenin uzağında olduğuna göre, hayır diyemiyorsan dedirt taktiği mi uygulandı net olarak bilin(e)mez ama Serdar Denktaş’ın Papadopulos ile görüşmesi, kapalı meclis oturumunun AKEL’e ‘sızdırılması’(!) ve daha benzer birçok bilginin(!) güneye aktarılmasının süreçteki etkisi küçümsenemez. Sonuç olarak 85 gibi 2004 yılında da beğenmeyerek evet diye Türk tarafı ile erteleyip görüşmeye devam edelim için hayır diyen Rum tarafı…
AKEL’in Güvenlik Konseyinden uygulama garantisi istemesi de TC dış ilişkilerinin lobisine takıldığı bilinmekte, bunu da hatırlamakta yarar var…
Uzgel, Türk tarafının evet dediği “Ocak 1985’teki başarısızlığın KKTC’yi güçlendirme yolunda önemli bir aşama” olduğu tespitini yapmıştı, 24 Nisan 2004’deki evetin de kuzeydeki yapıyı güçlendirdiği apaçık ortada…
Yani döndük başa.
Rüzgâra takılıp günlük küçük tartışmalar içinde boğulmadan gidilen yolun tehlikesini görerek hareket etmek gerekmektedir.
Uzgel’in kitabındaki “Kıbrıs Rum tarafında iktidara Vasiliu’nun gelmesiyle yaratılan çözüm umutları gerçekleşmemiştir” cümlesinin yeni versiyonunu okumamak için şimdi bize bu döngüyü kıracak yaratıcı bir eylem planı gerek…