Sermaye muhteşem bir şeyleştirme makinesidir. Karl Polanyi’nin sözünü ettiğin Büyük Dönüşüm’den beri, yani kapitalist piyasa ekonomisi özerkleştiğinden, tabiri caizse toplumdan “kendini söküp çıkardığından” beri, yalnızca kendi yasalarıyla, kârın ve birikimin kişi-dışı yasalarıyla işliyor. Polanyi’nin altını çizdiği gibi, bu piyasa ekonomisi kaçınılmaz olarak “insan ilişkilerini altüst etmeye ve […] insanın doğal yaşam alanını yok etmeye” meyleden bir tertibat olan kendi kendini düzenleyen piyasa sayesinde, “toplumun doğal ve insanal özünün, tamtamına metalara dönüşümünü” gerektiriyor. Bu, mağdur tabakaların bireylerini “ilerleme denilen bu Jagannâth’ın at arabasının öldürücü tekerlerinin altına atan” acımasız bir sistemdir.1
Max Weber, daha önceleri, büyük eseri Ekonomi ve Toplum’da sermayenin “şeyleşmiş” mantığını mükemmel biçimde kavramıştı: “Piyasanın toplumsallaşması temeli üzerine kurulu ekonominin şeyleşmesi (Versachlichung) kesinlikle kendi nesnel yasallığını (sachlichen) takip etmektedir […] Kapitalizmin şeyleşmiş evreni (Versachlichte Kosmos) merhametli bir yönelime hiç yer bırakmamaktadır […]”. Weber, buradan kapitalist ekonominin etik kriterlerle yapısal açıdan bağdaşmas olduğu sonucuna varıyor: “Başka her türden egemenlikle karşıtlık içinde, sermayenin ekonomik egemenliği, “kişi-dışı karakteri” dolayısıyla, etik açıdan düzenlenemez. […] Rekâbet, piyasa, emek piyasası, para piyasası, besin piyasası, tek kelimeyle ne etik, ne etik karşıtı sadece etik-olmayan “nesnel” değerlendirmeler davranışı belirleyici noktada yönetiyor ve ilgili insanlar arasına kişi-dışı merciler sokuyor”2. Nötr ve angaje olmayan tarzıyla, Weber meselenin özüne parmak basıyor: Sermaye, doğası gereği, özü itibariyle, “etik-olmayan”dır.
Bu bağdaşmazlığın kökeninde, nicelleşme olgusunu buluruz. Rechenhaftigkeit’ten –Weber’in sözünü ettiği rasyonel hesap ruhundan– ilham alan sermaye, muhteşem bir nicelleştirme makinesidir. O yalnızca kâr ve zarar hesaplarını, üretim rakamlarını, fiyat, maliyet ve kazanç ölçülerini bilir. Ekonomiyi, toplumu ve insan yaşamını metanın değişim değerinin ve bunun en soyut ifadesi olan paranın egemenliğine tâbi kılar. 10, 100, 1 000, 1 000 000’larla ölçülen bu nicel değerler ne âdil olanı, ne adaletsiz olanı, ne iyiyi, ne kötüyü bilir: nitel değerleri çözer ve parçalar ve en başta da etik değerleri. Bu ikisi arasında “antipati” mevcuttur, kelimenin eski, simyasal anlamıyla –iki madde arasındaki yakınlık eksikliği.
Bugün, meta değerinin, nicel değerin, paranın, kapitalist finansın –esasında totaliter olan– bu total hakimiyeti, insanlık tarihinde bugüne dek görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır. Fakat sistemin mantığı, 1847’den itibaren kapitalizmin aklı başında bir eleştirmeni tarafından kavranılmıştı bile: “Sonunda öyle bir zaman geldi ki, insanların yabancılaştırılamaz olarak baktığı her şey bir mübadele, bir değişim nesnesi haline geldi ve yabancılaşabilir oldu. Bu, o güne kadar bildirilen fakat hiçbir zaman mübadele edilemeyen; verilen fakat hiçbir zaman satılamayan, edinilen fakat hiçbir zaman satın alınamayan –erdem, aşk, kanaat, bilim, bilinç, vs.– her şeyin ticarete döküldüğü bir zamandı. Bu, genel yozlaşmanın, evrensel alınır-satılırlığın zamanı, veya, ekonomi-politiğin terimleriyle konuşmak gerekirse, satın alma değerine dönüşmüş ahlâki veya fizîki her şeyin, en uygun değerine göre değer biçilmek üzere piyasaya çıkarıldığı zamandır”3.
Kapitalist ticarileşmeye karşı ilk tepkiler, ki işçilerin yanı sıra bunlar köylülerin ve halkın da tepkileridir, sermayenin ekonomi politiğinden daha meşru görülen kimi toplumsal değerler, kimi toplumsal ihtiyaçlar adına gösterilmiştir. 18.yüzyılda İngiltere’deki bu kalabalıkların hareketlerini, açlık ayaklanmalarını ve isyanları inceleyen tarihçi E.P. Thompson, plebin “ahlâki ekonomisi” ile (Adam Smith’de ilk büyük kuramcısını bulan) kapitalist piyasa ekonomisi arasındaki çatışmadan söz eder. Kadınların başlıca rolü oynadığı açlık ayaklanmaları –geleneksel cemaatsel normların eski “ahlâki ekonomisi” adına– piyasaya bir direniş biçimiydi. Fakat şunu da eklemek gerekir ki bu piyasanın da kendine özgü bir rasyonalitesi yok değildir ve bu da muhtemelen uzun vadede halk tabakalarını kıtlıktan kurtarmıştır.4
Modern sosyalizm, bu toplumsal tepkinin, bu “ahlâki ekonominin” mirasçısıdır. Üretimi piyasa ve sermaye kriterleri –“ödeme gücüne sahip talep”, verimlilik, kâr, birikim– üzerine değil fakat toplumsal ihtiyaçların karşılanması, “ortak mülkiyet”, toplumsal adalet üzerine kurmak ister. Bunlar, ticari ve parasal nicelleştirmeye indirgenemeyecek niteliksel değerlerdir. Üretimciliği reddederek, Marx sahip olma –mülkiyet– karşısında var olmanın –insanal potansiyellerin tamamen gerçekleşmesi– önceliği üzerinde duruyordu. Onun için, ilk toplumsal ihtiyaç, en zorunlu olanı, “Özgürlük Krallığı”nın kapılarını açan serbest zamandı, yani işgününün kısaltılması, bireylerin, oyun, araştırma, yurttaş etkinliği, sanatsal yaratım, aşk alanlarında kendini gerçekleştirmesi.
Bu toplumsal ihtiyaçlar arasında, bugün giderek daha belirleyici bir önem kazanan biri var –ki Marx bunu o dönemler yeterince değerlendirmemişti (eserindeki kimi yalıtılmış pasajlar haricinde): doğal çevreyi muhafaza etme ihtiyacı, solunabilir bir hava, içilebilir bir su, kimyasal zehirden veya nükleer radyasyondan azâde bir besin ihtiyacı. Bu ihtiyaç, eğilimsel olarak, kapitalist üretimciliğin sonsuza kadar yayılmasının felaketsel sonuçlarının –sera etkisi, ozon tabakasının delinmesi, nükleer tehlike– ekolojik dengesini ciddi biçimde tehdit ettiği gezegenimiz üzerinde bizzat insan türünün varlığını koruma zorunluluğuyla özdeşleşmektedir.
Dolayısıyla sosyalizm ve ekoloji piyasaya indirgenemeyecek niteliksel toplumsal değerleri paylaşıyorlar. Aynı zamanda, “Büyük Dönüşüme” karşı, toplumlar karşısında ekonominin şeyleşmiş özerkleşmesine karşı bir isyanı, ekonomiyi yeniden bir toplumsal ve doğal çevreye “yeniden sokma” arzusunu paylaşıyorlar5. Fakat bu yöndeşme ancak marksistlerin geleneksel “üretici güçler”e dair kavrayışlarını eleştirel bir analize tâbi tutması –bu konuya tekrar döneceğiz– ve ekolojistlerin temiz bir “piyasa ekonomisi” yanılsamasından kopmasıyla mümkün olabilir. Bu çifte hamle, iki izlek arasında bir sentez gerçekleştirmeyi başaran bir akımın, eko-sosyalizmin eseridir.
Peki nedir eko-sosyalizm? Marksizmin temel kazanımlarını kapsayan –ve onu üretimci artıklarından kurtaran– bir ekolojik düşünce ve eylem akımıdır. Kapitalist piyasa ve kâr mantığının – ve bunun yanı sıra merhum “halk demokrasilerinin” tekno-bürokratik otoritarizminin mantığının da– çevrenin korunmasıyla uyuşamayacağını kavramış bir akım. Ve son olarak, işçi hareketinin hakim akımlarının ideolojisini eleştirmekle birlikte, emekçilerin ve örgütlerinin sistemin radikal bir dönüşümü için temel bir güç olduğunu bilen bir akım.
Eko-sosyalizm, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başının kimi Rus öncülerinin araştırmalarından yola çıkarak, özellikle son yirmi beş yılda, Manuel Sacristan, Raymond Williams, André Gorz (ilk metinlerinde) çapında düşünürlerinden çalışmalarıyla gelişmiştir. Bununla birlikte James O’Connor, Barry Commoner, Juan Martinez-Alier, Francisco Fernandez Buey, Jean-Paul Déléage, Elmar Altvater, Frieder Otto Wolf, Joel Kovel ve daha başkalarının değerli katkılarını da anmak gerekir. Bu akım siyasal bakımdan homojen olmaktan uzaktır fakat temsilcilerinin çoğu belirli ortak temaları savunur. Üretimci ilerleme ideolojisinden –kapitalist ve/veya “reel sosyalist” olarak anılan bürokratik şeklinden- koparak ve çevre için yıkıcı bir üretim ve tüketim biçiminin sonsuza doğru yayılmasıyla karşıtlık içinde, eko-sosyalizm, ekolojik hareket içinde en ileri, emekçilerin ve Güney halklarının çıkarlarına en duyarlı, kapitalist piyasa ekonomisi çerçevesinde “sürdürülebilir bir gelişmenin” imkansızlığını anlamış eğilimi temsil eder. Kapitalist verimliliğin ve total piyasanın –bu evrensel satın alınabilirlik sisteminin (Marx)– yıkıcı ve kesinlikle “etik-olmayan” (Weber) mantığına radikal biçimde karşı çıkan bir eko-sosyalist etiğin temel unsurları ne olabilir? Burada tartışmayı açacak kimi varsayımlar, kimi başlangıç noktaları öneriyorum.
Bana öyle geliyor ki, her şeyden önce, söz konusu olan bir toplumsal etiktir: kişileri suçlamayı, çileciliği ve öz-sınırlamayı savunan bir bireysel tutumlar etiği değildir. Şüphesiz, bireylerin çevreye saygı ve israfın reddi yönünde eğitilmesi önemlidir, fakat meselenin esası başka bir noktadadır: kapitalist/ticari ekonomik ve sosyal yapıları değişmesi, yukarıda gördüğümüz gibi toplumsal ihtiyaçların göz önünde bulundurulmasına –özellikle de tahribata uğramamış bir doğal çevrede yaşamaya ilişkin hayati ihtiyaca– dayalı yeni bir üretim ve dağıtım paradigmasının oluşturulması. Bu, yalnızca iyi niyetli bireyler değil, toplumsal aktörler, toplumsal hareketler, ekolojik örgütler, siyasal partiler gerektiren bir değişimdir.
Bu toplumsal etik, hümanist bir etiktir. Doğayla uyum içinde yaşamak, tehdit altındaki türleri korumak insani değerlerdir –tıpkı insan hayatına tecavüz eden canlı türlerinin (mikrop, virüs, parazit) tıp tarafından yok edilmesinin de insani değerler olduğu gibi. Sıtma sineği, bu hastalık tarafından tehdit edilen üçüncü dünya çocuklarıyla aynı “yaşama hakkına” sahip değildir: Onları kurtarmak için, bu sinek türünün, kimi bölgelerde kökünü kurutmak etik açıdan meşrudur…
Ekolojik kriz, çevrenin doğal dengesini tehdit ederek, yalnızca bitki örtüsünü ve hayvan türlerini değil, aynı zamanda ve de özellikle türümüzün sağlığını, yaşam koşullarını, bizzat hayatta kalışını tehlikeye sokmaktadır. Dolayısıyla biyo-çeşitliliğin veya nesli tükenmekte olan hayvan türlerinin savunusunda etik ve siyasi bir gereklilik görmek için hümanizme veya “insan-merkezciliğe” [anthropocentrisme] karşı savaşa girmeye gerek yok. Çevreyi kurtarmak için mücadele etmek, ki bu mecburen bir uygarlık değişimi için mücadeledir, hümanist bir zorunluluktur. Şu veya bu toplumsal sınıfın yanı sıra, bireylerin tümünü ilgilendirir.
Bu zorunluluk, çevreye yapılan tahribatın giderek denetlenemez hale gelen birikimi sonucu yaşanılmaz olan bir gezegeni miras alma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan gelecek kuşakları ilgilendirir. Fakat ekolojist etiği özellikle bu gelecek tehlike üzerine kuran söylem bugün geride kalmıştır. Artık mesele çok daha acildir ve doğrudan mevcut kuşakları ilgilendirmektedir: 21. yüzyılın başında yaşayan bireyler şimdiden biyosferin kapitalist yıkımının ve zehirlenmesinin dramatik sonuçlarına maruz kalıyorlar ve yirmi veya otuz yıl sonra –en azından gençler için– gerçek felaketlerle karşı karşıya kalınma tehlikesi söz konusudur.
Bu aynı zamanda eşitlikçi bir etiktir: ileri kapitalist ülkelerin, sınırsız birikim mantığına (sermayenin, kârların, metaların birikimi), kaynak israfına, gösterişçi tüketime, çevrenin hızlandırılmış yıkımına dayalı bugünkü üretim ve tüketim biçiminin, büyük çapta bir ekolojik krize sebep olmaksızın gezegenin bütününe yayılması kesinlikle mümkün değildir. Dolayısıyla bu sistem zorunlu olarak Kuzey ve Güney arasındaki apaçık eşitsizliğin muhafazasına ve derinleştirilmesine dayalıdır. Eko-sosyalist tasarı, zenginliklerin dünya çapında yeniden dağılımını ve yeni bir üretim paradigması sayesinde kaynakların ortak bir gelişimini hedeflemektedir.
Toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik etik-sosyal talep ancak bir toplumsal adalet, eşitlik –ki bu türdeşleşme anlamına gelmez– ve dayanışma ruhuyla anlam kazanır. Son tahlilde, bu talep, üretim araçlarının kolektif temellükünü ve malların ve hizmetlerin “herkesin ihtiyacına göre” dağıtımını gerektirir. Bunun, –ekonomik ve toplumsal “serbest rekabet” savunucularının klasik argümanı olan– toplumsal eşitsizlikleri “hakkaniyetli bir fırsat eşitliği koşulları içinde herkese açık işlevlerle bağlantılı”6 olduğu ölçüde meşrulaştırmak isteyen liberal sözde ”hakkaniyetlilik”le hiçbir ortak yönü yoktur.
Eko-sosyalizm ayın zamanda demokratik bir etiği de gerektirir: ekonomik kararlar ve üretim tercihleri bir kapitalistler, bankacılar ve teknokratlar oligarşisinin –veya devletleşmiş ekonomilerin merhum sisteminde, hiçbir demokratik denetime tâbi olmayan bir bürokrasinin– elinde kaldığı sürece, üretimciliğe, emekçilerin sömürüsüne ve çevrenin tahribatına dayalı kısır döngüden hiçbir zaman çıkılamaz. Üretici güçlerin toplumsallaşmasını gerektiren ekonomik demokratikleşme, üretim ve dağıtım konusundaki büyük kararların “piyasalar” veya bir politbüro tarafından değil, farklı önerilerin ve seçeneklerin karşı karşıya geldiği çoğulcu ve demokratik bir tartışmanın ardından bizzat toplum tarafından alınması anlamına gelir. Bu, bir başka sosyo-ekonomik mantığın ve doğayla farklı bir ilişkinin devreye girmesi için gerekli bir koşuldur.
Son olarak, eko-sosyalizm, kelimenin etimolojik anlamında radikal bir etiktir: kötülüğün kökenine inmeyi amaçlayan bir etik. Yarı-uygulamalar, yarı-reformlar, Rio konferansları, kirletme hakkı piyasaları bir çözüm üretmekten acizdir. Radikal bir paradigma değişimi, yeni bir uygarlık modeli, kısacası devrimci bir dönüşüm gerekiyor.
Bu devrim, toplumsal üretim ilişkilerinin –özel mülkiyet, işbölümü–yanı sıra üretici güçlere de dokunmalı. Değişimi sadece “üretici güçlerin serbest gelişiminin önünde bir engel oluşturan” kapitalist toplumsal ilişkilerin –hegelci Aufhebung anlamında– ortadan kaldırılması olarak algılayan belirli bir Marksizm yorumuna –ki bu, kurucunun kimi metinlerine dayanabilir– karşı, üretim sürecinin bizzat yapısı sorgulanmalıdır.
Marx’ın Paris Komünü sonrasında Devlet hakkındaki ünlü formülünü alıntılamak gerekirse: emekçiler, halk üretim aygıtını ele geçirip, onu kendi lehlerine kullanmakla yetinemez: onu “kırmalı” ve yerine bir başkasını koymalılar. Bu, üretimin teknik yapısının ve onu şekillendiren enerji kaynağının –esasen fosil yakıt veya nükleer enerji– derin bir dönüşümü anlamına gelir. Çevreye saygı duyan bir teknoloji ve yenilenebilir enerjiler –özellikle güneş enerjisi– eko-sosyalist projenin temelinde yatar.7
Ekolojik bir sosyalizmin, “bir güneş komünizminin”8 ütopyası, acil amaçlar için mücadele edilmemesi gerektiği anlamına gelmez. Bu amaçlar aynı değerlerden esinlenir ve geleceği ön-belirler:
Bireysel otomobil kullanımının korkunç yaygınlığı ve yol taşımacılığına karşı kamu taşımacılığını öne çıkarmak;
Nükleer tuzaktan çıkmak ve yenilenebilir enerji kaynaklarının arayışını geliştirmek;
“Kirletme hakları piyasası”nı reddederek Kyoto anlaşmasının uygulanmasını talep etmek;
Çokuluslu tohumculuk şirketleri ve GDO’larına karşı çıkarak biyolojik bir tarım için mücadele etmek.
Bunlar yalnızca bazı örnekler. Bütün bu talepleri ve benzerlerini, Chiapas dağlarında zapatistalar tarafından 1996’da neoliberalizme karşı ve insanlık için “galaksilerarası” konferansta ortaya çıkan ve tepkisel gücünü Seattle’da (1999), Prague’da, Quebec’te, Nice’te (2000), Cenova’da (2001) ve Barselona’daki (2002) sokak gösterilerinde kanıtlayan kapitalist küreselleşmeye ve neoliberalizme karşı uluslararası hareketin talepleri arasında buluruz. Bu hareket yalnızca sistemin ürünü olan korkunç toplumsal adaletsizliklerin eleştirisini yapmakla kalmıyor, aynı zamanda, örneğin Porto Alegre Dünya Sosyal Forumu’nda olduğu gibi (Ocak 2002) somut alternatifler de önerme yeteneğine sahip. Dünyanın metalaşmasını reddeden bu hareket, isyanının ve önerilerinin ahlâki ilhamını, burada sıraladıklarımıza yakın toplumsal ve ekolojik değerlerden esinlenmiş bir dayanışma etiğinden alıyor.
Contretemps, Sayı 4, Mayıs 2002.
Çev: Uraz Aydın
1 Karl Polanyi, La Grande Transformation. Aux origines politiques et économiques de notre temps, Paris, Gallimard, 1983, s.70.
2 Max Weber, Wirtschaft und Gesellschaft, Tübingen, J.C.B. Mohr, 1923, s.305, 708-709.
3 Karl Marx, Misère de la philosophie, Paris, Editions sociales, 1947, s.33.
4 E.P. Tohmpson, « Moral Economy Reviewed », Customs in Common, Londres, Merlin Press, 1991, s.267-268.
5 Bkz. Daniel Bensaid, Marx l’intempestif, Paris, Fayard, 1995, s.385-386, 396.
6 John Rawls, Libéralisme politique, Paris, PUF, 1995, s.29-30
7 Fosil enerji ile güney enerjisi arasındaki tercihin siyasal anlamı konusunda bkz. François Isselin, “Spécifités techniques de la production capitaliste”, Inprecor, no: 461-462, ağustos-eylül 2001, s.45-52
8 Bkz. David Schwartzman, « Solar Communism », Science and Society, vol. 60, no:3, fall 1996, s.307-331.