Barışta yaşamak toplumların en doğal ve en olması gereken hakkıyken, öyle dönemler olur ki; barış, Diyojen’nin aydınlıkta fenerle ortalıkta aranması gibi, dibimizde, yanımızda, yanı başımızda olmasına rağmen, açıkgözlerimiz ile bile ulaşamayız. Baktığımız barış, Kaf dağının arkasındaki rüyalarımız gibi ulaşılmaz olur. Ulaşmak, uğruna ömürler tüketilmesine rağmen, engeller arasında yol bulma çabası olarak durur.
Barışta yaşamak, hayatın en olmazsa olmazı gerekirken, her nedense; kendisini savaşın arkasından gelir olmaktan kurtaramadı. Ve doğaldır ki, savaşın arkasından gelen her barışta olduğu gibi, böyle bir barışta savaşın ara soluklaması olarak ortada durur.
Oysa, esas olan ise barışı, hayatın devamlılığı içerisine ikame etmek ve savaş kelimesini insanlığın düşünme sisteminden asar-ı antika müzesine taşımaktır.
Var oluş sürecinden anımıza kadar savaş, iktidarın test edilmesidir. Bu testte iktidar olan yapı, ya kendini yenileyerek varlığını yeni denklemler üzerinden yürütür, ya iktidardan yoksunlaşır ya da iktidarını en ceberut haliyle korumaya, kollamaya çalışır.
Savaş, erk mücadelesinin açık halidir.
Erk mücadelesi yapılırken, tarafların çıkar karşıtlığı söz konusuyken, çıkar karşıtlığına denk düşen toplumsal, sınıfsal diziliş bu sadelik içerisinde olmaz. O çok daha karmaşık bir halde konumlanmaya tekabül eder.
Bu da; erk mücadelesinde asli unsurların yanın da, erk e sahip olmada ana güçten destek alan, ana gücün de dayandığı erkte kimi ortaklıklar şeklinde ifadelenmeler olmaktadır.
Savaş; ülküler ne olursa olsun, beraberinde hemen düşünme ve davranma darlığını da getirir. Hele ki bu savaş, halkları zapt-u rap altına alınması amaçlı olması durumunda, düşünme dumura uğramış olur. Düşünmek, toplumda karabasanlar olur. Ve özellikle de; toplumu, toplumları düşünmek ve davranış geliştirmek noktasından uzakta tutabilmek için, erk; topluma yanlış bilgi, yanıltıcı bilgi, ters bilgi ile donatabilmek için; kendisiyle çıkar ortaklığı içerisinde olan iletişim aygıtlarından, ağlarından en hayasız biçimde faydalanmak için tüm imkanlarını kullanır.
Halkı birbirine kırdırmak dinsel/mezhepsel motifli olduğu gibi esas olarak sınıf kavramı üzerinden yükselir. Bura da bir halkın arasında ki neden ve amaçların ne olursa olsun, kavgasıdır.
Kavga, halklar kavramının olduğu bir atmosferde oluyorsa, erk gücü; savaşı haklar arasına yaymaktan kendi çıkarları çerçevesi içerisinde sakınca görmez. Gücünün geleceği açısından bundan kaçınmaz da.
Halkların demokratik haklarının toplumda karşılığının bulmaması için, iktidar; her türlü yollara o kadar baş vurur ki, durumu anlamaya çalışan komu oyu, sersem tavuk misali öğrenmede yön bilincini bir türlü bulamaz.
İktidar odağı, kendine rağmen erkte paylaşım süreciyle karşılaştığında, bu süreci akamete uğratmak için, uygulaması zorunludur kurallarına en başta kendisi uymamakta bir sakınca görmez ve kendisini bundan muaf tutar.
Dipten gelen itki ile hükümet olabilme imkanlarını yakalayan politik yapılanmalar, politik güçler bu durumun kabul görülmesi sürecinde meşrutiyetin kabul edilmesi kavgasına girmek mecburiyetinde olurlar.
Dipten gelen itkinin sağlamış olduğu toplumsal meşrutiyeti icra meşrutiyetine kavuşma hallerinde esas güç buna karşı konumlanmaktan kaçınmaz ve icra meşrutiyetini; istediklerimizi yapmakla mükellefsin noktasının ötesine taşıtmazlar. Yönetme güçleri arasında ki bu kavga, iktidarın kurumsallaştırılması ve kurumsallaşmış olan gücün alanlardan kopmamasının ifadesi olur.
Bu mücadele de; itki gücü demokrasi kavramını kendinde içselleştirmemişse, en başka kendisi gibi dipteki güç olan diğerine karşı; kendi politik figürü tavır almaktan kaçınmaz. Geçmişte; kendisi gibi masum ve mazlum gördüğü öteki, kendisinin yeni konumundan ötürü artık masum gözükmemekte, mazlum bulunmamaktadır.
İşte bu nokta da, er güçleri, itişme ve kakışma yerine birlikte yürümeyi koymaktadırlar. Yeni durum bu halde olunca; dipte ki itki ile onun politik figürü arasında ki farklılaşmanın da başlangıç noktası ortaya çıkar. Her ne kadar bu kuvveden fiile eylemliliği sürecinde değilse de, ortalık yerde endam etmeye başlamış olur.
Politik figürün; hükümet olmaktan iktidar olmaya geçişte, ötekileştirilen halkın ötekileştirilmesi eylemine kendisinin de dâhil olması, aynı zamanda; kendisinde kendi tabanının ruhsal aleminden, talepler aleminden uzaklaşmasına, ötekine/diğerine dönüşme haline başlamış olması demektir.
O nokta da; zamanında kendisine karşı olan yapılanmaların tasfiyesi, dağıtılması, güçsüzleştirilmesi yerine; kendisinin de kabul gördüğü, kendisinin de tuzu olduğu eskinin ve yeninin ortaklaştığı yeni derin yapılanmalar veya bu duruma dönüşen derin yapılanmalar yeni durumun anlatımı olur.
Yeni durum, eskinin yeniden yeni dille anlatımı olur. Dil yenidir, yaşamalar, davranmalar eskidir eski halin tekrarıdır.
Bu ortamda, eskiden ne kadar eleştirdiği kurum varsa, kendisinin yeni ittifak haliyle eleştiriden muaf tutulur.
Demokrasinin halklar nezdinde ki ifadesi olan; kendini özgürce ifade edebilme ve kendini yaşayabilme hakkı, en sert koşullarda yaşatılır, talepler her aşamada ve her dakikada ucubeleştirilmeye çalışılır.
Uzun dönem mücadelesinin varyasyonlarından olan; eskiden dayatılan inkar politikaları yerini, imha politikalarına terk eder. Ve bu politika, geçmişin aksine yeni dille yapıldığı için anlam kaymalarına imkan yaratan demagojili bir söylem olur.
Demagojik olan bu yeni dil; uluslar arası ilişkilerde devletin yeni hedefler politikası olarak ilgi ve alaka kazansa da, yaşamın etkileşiminde olduğu gibi uluslar arası, devletlerarası ilişkilerde de bu dil çok erken olarak kendi karakterinin, demagojik karakterinin açmazları ile karşı karşıya gelir. Bu açmazlar, asında kendi bağrında ki adaletsizliklerin dışa vurumundan başka bir şey değildir.
Halkların çatıştırılması, halklara husumet kazandırılması; birlikte olma, bir arada olma imkanlarının hızla ortadan kaldırmayı beraberinde getirmektedir.
Bu gibi durumlardan kurtulabilmenin en doğru, en zorunlu koşulu demokrasidir.
Demokrasi kavramı; toplumun ve toplumların hayatına olmazsa olmaz olarak yer ettirildiği müddetçe:
Evet!
Halklar kardeştir.
Halklar kardeş kalacaktır.