yazılaryaklaşımlarVEJETERYANLIK VE ETİK / Doğukan Müezzinler
yazarın tüm yazıları:

VEJETERYANLIK VE ETİK / Doğukan Müezzinler

Yeniçağ podcastını dinleyin

Ülkemizde pek çok insan tarafından hala alay edilecek bir “ekzantriklik” olarak görüledursun, vejeteryanlık dünyanın dört bir yanında hızla yayılan bir tercih. Kısaca et ve et ürünlerini yememe olarak tanımlanabilecek vejeteryanlığın farklı kategorileri mevcut.  Süt ve yumurta gibi hayvansal ürünleri tüketip et yemeyenler (Lacto-ovo) olduğu gibi, süt, yumurta ve hatta jelatin gibi hayvansal ürünler de dahil olmak üzere hiçbir hayvansal ürünü yemeyenler (Vegan) de var. Hatta birçoğuna göre, çok seyrek olarak veya mecbur kalınan durumlarda et yiyenler de vejeteryan sayılabilir.

Bugün dünyadaki vejeteryanların çoğunluğu, et yemememe tercihlerini doğrudan sağlıkla ilgili nedenlerle değil, hayvanların öldürülmelerine etik olarak karşı olmalarıyla ve hayvan haklarıyla açıklarlar. Diğer bir grup vejeteryan ise, hayvanların öldürülmelerine etik olarak doğrudan karşı olmamakla birlikte, günümüz et endüstrisinin hayvanlara yaşattığı “işkenceler” ve “esir hayatı” yüzünden et yemeyi reddediyor. Tabi sağlıklı beslenmek için etten mümkün olduğunca kaçınanların sayısı da gittikçe artıyor.

TARİHTE VEJETERYANLIK

Her ne kadar vejeteryanlık modern çağın şartlarının getirdiği bir “akım” olarak görülse de geçmişi eski çağlara kadar uzanıyor. Vejeteryanlığın tarihte rastlanan ilk örnekleri antik Hint ve Yunan uygarlıklarına dayanır. Budizm ve ona çok benzer bir inanç sistemi olan Jainizm, M.Ö. 6. yy’da hayvanlara karşı hiçbir şekilde şiddet kullanmamayı yani dolayısıyla onların etini yememeyi bir kural olarak benimsemişti. Budizm, Jainizm ve diğer antik Hint inanç sistemlerinin önemli bir ayağı olan “ahimsa” – (nonviolence, yani şiddet kullanımından kaçınılması, pasif direniş) kavramı, hiçbir canlıya zarar verilmemesi ve öldürülmemesi anlamına geliyor ve dönemin dini ve felsefi liderleri tarafından da destekleniyordu. Bu inançlara göre, gerek insan veya hayvan, gerekse küçük böcekler, solucanlar, hatta bitkiler bile hiçbir türlü şiddete maruz kalmamalıydı çünkü şiddet doğrudan doğruya negatif karma yayıyor ve neden-sonuç döngüsü içerisinde negatif olgular olarak geri dönüyordu. Kaynaklara göre bu dinlerin içinde, özellikle kendilerinin yemesi için öldürülmediği sürece et yiyen bazı gruplar bulunmasına rağmen, “et yememezlik” Budizm’in ve Jainizm’in felsefelerinin önemli bir parçasıydı.

GÜNÜMÜZDE ET ENDÜSTRİSİ

Endüstrileşmenin bir sonucu olarak modernleşme, 19. Yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıktığı ülkelerde üretim süreçlerini hızla dönüştürerek yeni bir çağ başlattı. Endüstrileşmenin tarihsel gelişimi içerisinde serbest piyasa ve rekabet gibi düşüncelerin öneminin ortaya çıkması ile birlikte verimlilik kavramı merkezi bir konuma geldi. Verimlilik kabaca aynı oranda veya daha az maliyetle daha çok üretim yapabilmek olarak tanımlanabilir. Liberal ekonomi anlayışının temeli olan “kısıtlı kaynakların daha verimli kullanılması” prensibinin uygulamaya konularak üretimin daha düşük maliyetlerle yapabilmesi öncelikle endüstriyel üretim süreçlerinde uygulamaya konuldu. Teoride ve pratikte tamamen insan yapımı olan ürünler, örneğin elektronik ürünler, taşıt araçları, çelik, metal ve alaşımları, doğaları gereği daha kolay manipüle edilerek üretimleri daha verimli hale getirilebilir. 19. Yüzyılda özellikle kimya ve genetik teknolojisindeki ilerlemeler endüstride kullanılan “verimlilik” modellerini tarım ve hayvancılık sektörlerinin “hizmetine” de sokmaya başladı. Sanayileşmiş ülkelerde endüstriyel üretim metodları hızla tarımsal ve hayvansal üretimi yeniden tanımladı. Birçok ürün genetik olarak yeniden tasarlanıp böceklere daha dayanıklı olmaları ve daha kısa sürede aynı alan içerisinde daha fazla ürün vermeleri sağlandı. Büyük ve küçükbaş hayvanların doğal beslenme sürecine müdahale edilerek, örneğin ağırlaşıp daha fazla et, yumurta ve süt üretmeleri için yemlerine katkı maddeleri, antibiyotikler ve hormonlar eklenerek, hayvanların verimlilik için adeta yeniden tasarlanması, endüstriyel mantığın tarım ve hayvancılığı etkilediği başlıca yöntemler oldu. İnek ve tavukların yeşil meralarda otlanırken resmedildiği paketlerde alınan etten yoğurda kadar pekçok ürün aslında doğallığa duyulan özlemi istismar ederek sektörün gerçeklerini maskelemeyi başarıyor. Kim aldığı dondurulmuş hamburger paketinin üstünde doğada neşe içinde otlayan hayvanlar yerine, yaşamı süresince bir kez bile doğada otlanmayan, dört duvar arasında katkılı besinler verilen hayvanların resmini görmek ister ki? Fabrikalarda doğup sadece bir gün kesilmek için büyütülen tavukların ve ineklerin durumlarını sanırım en iyi tarif eden kelime “kölelik” olur. Et ve et ürünleri üreten büyük şirketlerin hayvanları kesilecekleri olgunluğa gelinceye kadar nasıl koşullarda yaşattıkları ile ilgili çeşitli kitaplar yazılmış, filmler çekilmiştir.[1] Doğada dolaşmak, üremek, toprağı eşelemek, güneşte oturmak ve bunun gibi doğalarında bulunan hiçbir özelliği yaşayamadan büyütülen hayvanların fabrikalarda çekilen ve et yemeyi seven insanların bile kanını donduracak görüntüleri internette de artık kolayca bulunabiliyor. Çeşitli et ürünleri için kullanılacak sığırlar, koyunlar, kuzular, hindiler ve tavuklar öncelikle doğal ortamdan bihaber, fabrikaların üretim bölümlerinde yapay döllenme yoluyla dünyaya getiriliyorlar. Doğanın ne olduğunu hiç bilmeden, kapalı alanlarda, neredeyse alt alta üst üste denebilecek kadar sıkışık ortamlarda binlercesi yaşatılarak, çabuk büyümeleri ve şirkete hızlı kar kazandırabilmeleri için antibiyotiklerle ve katkılı yemlerle besleniyorlar. Bu yemlerle aşırı kilo aldırılan hayvanların ayakları, zaman kendi ağırlıklarını taşıyamayacak duruma geliyor ve yem bölmelerine ulaşamadıklarından, diğer hayvanların altında ezilerek can veriyorlar. Hatta ayağa kalkamadıkları halde canlı kalırlarsa da kesime kadar yaşatılıyorlar. Doğal olmayan hızlarda kilo alıp büyüyen hayvanlarda zaman zaman kalp yetmezliğinin bile ortaya çıktığı söyleniyor. Genetiği değiştirilmiş yapay yemlerle beslenen hayvanlarda sık sık kanser lezyonlarına da rastlanıyor. Amerikan yönetmeliklerine göre bu tür hayvanlar da belli kriterler içerisinde kesilebiliyor. Et üretim tesislerinde, en kısa sürede maksimum sayıda hayvanı kesebilmek için elektroşok gibi hayvanın kesildiğini hissetmemesini sağlamaya yönelik yöntemler de zaman zaman bir kenara bırakılarak hayvanlar hala canlıyken derileri yüzülmektedir. Tabi helal denilen İslami uygulamada bu tür yöntemlere de yer yoktur çünkü etinin “helal” hayvanın bilinci açıkken kesilmesi gereklidir. Yaygın olarak bilinen bir başka uygulama da, bazı ülkelerde biftek üretimi için kullanılacak olan hayvanların etlerinin yumuşak olması için kesilecekleri güne kadar oldukları yerde dönemeyecekleri kadar küçük kafeslerde tutuldukları… Aslında et “üretim” endüstrisinin temel olarak yaptığı, “et”in, gerçekte bir canlının vücudunun bir parçası olduğu gerçeğinden kavramsal anlamda  koparılarak bir meta haline getirilmesi, kebaba, köfteye, hamburgere, sosise dönüştürülerek kendi gerçekliğinden koparılması ve onun üretimi için bir canlının boğazının, o tepinirken zorla kesildiği gerçeğinin mümkün olduğu kadar tüketicinin gözünden saklanmasıdır. Kasaplarda ve market buzluklarında satılmayı bekleyen “etler” sanki enbaşından beri “et” olarak varolagelmişlerdir. Tıpkı insanlar gibi yürüyen, koşan, soluyan ve uyuyan hayvanların, “et”e dönüşürken, mezbahalarda kesilmeleri pek göz önünde bulunması istenmeyen bir işlemdir. Bu yüzden şehir merkezlerindeki restoranlarda sunulan her türlü etin, varoşlarda dikkat çekmeyen, çoğunlukla da çitler/duvarlarla çevrili binalarda endüstriyel bir verimlilikle katledilen canlılara ait olduğunun tüketicinin gözüne sokulmaması önemlidir. Bu “gözden kaçırma” süreci, insanın tüm korkularının temeli olan “ölüm korkusu” ile doğrudan ilişkili olsa gerek.

Büyük ölçekli üretim sistemleri ile ilgili bir diğer sorun da yaratılan çevre kirliliği ve son yıllarda giderek artan salgın hastalıklar. Küçük alanlara sıkıştırılan binlerce hayvanın büyük miktarlardaki dışkılarının idare edilmesi başlı başına bir sorun. Geleneksel hayvancılıkla, hayvanlar otlandıkları yerlerde dışkıladıkları için doğal bir geri dönüşüm söz konusuyken, büyük miktarda hayvanın bir arada tutulduğu endüstriyel hayvancılıkta atıkların yeraltı sularına karışıp diğer tarımsal ürünlere koli basili bulaştırması sık sık karşılaşılan bir durum. Diğer yandan son yıllarda artan kuş gribi, H5N1 virüsü, domuz gribi ve deli dana gibi hastalıkların yanısıra özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde sıkça görülen koli basili (E. Coli) bulaşmış et ve sebzeler gibi sorunların kaynağı da açık bir şekilde endüstriyel et üretimidir. Hayvanların yemlerine, kesilecekleri güne kadar dayanıklı olmalarını sağlamak için sürekli karıştırılan antibiyotikler, onların üzerinde yaşayan virüs ve bakterilerin giderek bağışıklık kazanıp mutasyona uğramasına, sonra da insanlara bulaşmasına neden olmaktadır. Bunlara ek olarak, son yıllarda endüstriyel hayvancılığın küresel ısınmadaki rolü üzerine araştırmalar yapılmış ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün 2006 yılında yayınladığı bir rapora göre dünyadaki sera gazı salınımının 18%’inin hayvancılıktan kaynaklandığı hesaplanmıştır. Bütün bu sorunlar ışığında, et üretiminin ekolojik bir çerçevede, doğayla iç içe olan çiftliklerde, ağaçlar, ekinler, hayvanlar, böcekler, kuşlar, toprak ve su arasındaki doğal ilişkilere ve döngülere çok az müdahale ederek gerçekleştirilmesi gerektiği, artık dünyadaki birçok duyarlı örgüt ve tüketici tarafından seslendirilmekte. Özelde hayvanların kötü koşullar altında yaşatılmaması genelde ise tarımda geleneksel yöntemlere dönüş bilinci bugün tüketiciler arasında gelişmekte. Free range ve organik  ürünlerin pazar paylarının giderek büyümesi bu bilinçlenmenin önemli bir göstergesi.

ET ÜRETİMİNİN EKONOMİSİ

Yapılan bazı hesaplamalara göre,  bir hayvanın tüketilebilen her 2 kilo eti için 4-7 kilo arası yem tüketmesi gerekiyor.  Bir vejeteryan 670 metrekarelik bir alanda üretilen sebze, meyve ve tahıllarla bir yıl boyunca beslenebilirken,  et yiyen ortalama bir insanın bir yıl boyunca tüketeceği etin üretilebilmesi için,  12,000 metrekare’den büyük bir alanda hayvan yemi için ekim yapılması gerekiyor. Amerika’da yapılan bu araştırmaya göre, yarım kilo sığır eti için gerekli su miktarı (hayvanların yiyeceklerinin yetiştirilmesi için harcanana ek olarak, hayvanların içtiği miktar) yıllık 9.5 ton! Yarım kilo buğdayın üretilmesi için ise de yıllık sadece 95 litre su gerekiyor. İstatistikler farklı faktörlere bağlı olarak değişebilse de tahıl, sebze ve meyveye dayalı bir beslenme sisteminde su kaynaklarının ve ekilebilir alanların daha verimli kullanılabileceği doğrusu akla yatkın geliyor.

ÇENENİN EVRİMİ VE ETOBURLUK

Dünyada milyonlarca yıl önce başlayan hayat, evrimle birlikte suda yaşayan tek hücreli canlılardan, günümüz flora ve faunasına kadar geldi. Doğada yaşayan tüm canlılar birbirleriye sürekli etkileşim ve bağımlılık içerisindedir. İnsanoğlu’nun yerleşik yaşam düzenine geçmesiyle başlayan doğadan ayrışma sürecini hesaba katmazsak, doğal ortam içerisinde yaşayan en küçük böcek ve yosun bitkilerinden, en büyük hayvanlara ve ağaçlara kadar her yaşayan canlı bir beslenme zinciri döngüsüyle birbirine bağlıdır. Örneğin antiloplar ot ve bitkilerle beslenirken, aslanlar da antiloplarla beslenir. Bir aslan yaşam süresini doldurup – veya bir başka nedenle – öldüğü zaman, çeşitli küçük etobur hayvanlarla mikroorganizmalar hayvanın cansız bedeninden beslenir ve ölü bedenden geriye kalanlar zamanla çözülerek toprağa karışır. O toprakta da yine otoburların besleneceği bitkiler, ağaçlar büyür. Bu örnekte kabaca anlatılan besin zinciri içerisinde her canlının belli bir temel besin kaynağı vardır. Her ne kadar insanoğlu kendini doğal ortamdan ayrıştırıp bilim ve teknoloji ile diğer canlılardan farklı bir evrimsel basamağa ulaşmışsa da, evrim sürecinin bir ürünüdür. Peki, evrim süreci içerisinde doğadaki her canlı belli bir grup canlıya beslenmeye evrilmişse ve eğer biz bunun kanıtlarını canlıların fizyolojik yapılarını inceleyerek anlayabiliyorsak, insan fizyolojisi bize insanın neyle beslenmeye evrildiği konusunda bir şey söylüyor mu?

Bilim adamlarının buna cevabı “evet”. New Scientist dergisinde 2005 yılında yayınlanan bir makale, bu konuda oldukça ilginç bulgular sunuyor. Makale, insan dişlerinde hemen hemen herkeste ortaya çıkan yirmilik dişleri ve çarpıklık gibi birçok sorunun kökeninde, insanoğlunun zaman içerisinde daha yumuşak gıdalar yemeye başlamış olmasından dolayı çenenin geçirmekte olduğu evrimin olabileceğini anlatıyor. Washington DC deki George Washington Üniversitesi’nde antropolog olarak görev yapan Peter Lucas, vücutta sürekli cerrahi müdahale gerektiren tek bölümün dişler olduğuna dikkat çekiyor. Lucas, insan diş yapısının doğal gelişimi içerisinde ideal bir yapıya bir türlü ulaşamamasının olağandışı olduğunu ve hayvanların diş yapısıyla kıyaslandığı zaman da bu aşırı düzensizliğin kolayca görüldüğünü söylüyor. Örneğin, yirmilik dişlerinin çene üzerinde yeterli yer olmamasından dolayı çoğu insan bu dişlerle sorun yaşıyor; birçoğu küçük cerrahi operasyonlarla bu dişleri söktürmek zorunda kalıyor. Yirmilik diş sorununun yanı sıra, insan dişlerinin şekillerinde ve çene üzerindeki dağılımlarında, “yakın akrabamız” olan maymun türlerine kıyasla tam bir “kaos” söz konusu. Bu konuda araştırmalar yürüten Peter Lucas, tüm bu sorunları, insan çenesinin gittikçe küçülerek sebze ve meyve gibi daha yumuşak yiyecekleri yemeye doğru evrilmekte olmasına bağlıyor ve çenelerimizin artık etobur çenesi kadar güçlü olmadığını vurguluyor.

İLERİCİ BİR DURUŞ OLARAK VEJETERYANLIK

Temel ilkesi emeğin sömürülmesini engellemek olan sol dünya görüşüne göre, tamamen kapital birikimine odaklı ekonomiler insanların emeğini sömürmektedir ve bu sömürü olanakların adaletsiz dağıtımına neden olmaktadır. Peki, insanların emeğinin sömürülmesine bu kadar karşı olan bir sol, neden türümüze yakın birçok canlının, bırakın “emeklerini”, fiziki bedenlerinin olduğu gibi sömürülmesine ses çıkarmasın? İnsanın sağlıklı bir şekilde hayatını sürdürmesi için gerekli olmadığı bilimsel olarak tespit edildiği halde neden sırf gastronomik zevk için et tüketiminin etik sorunları solcular tarafından görmezden gelinsin? Neden et üretimi/tüketimi konusu “hayvan hakları” ve “acı çektirmeme” prensipleri çerçevesinde ele alınarak toplumsal gündeme taşınmasın? Ülkemizde özelde et endüstrisi, genelde de tarım endüstrisi ile ilgili tartışmalar malesef kuraklık parası, süt alımlarıyla ilgili sorunlar ve et fiyatlarının ötesine geçemiyor. Kanser vakalarının anormal sıklıkla görüldüğü ülkemizde, kanser ve beslenme arasında varolan güçlü ilişki gözönünde tutularak tarım ve hayvancılık uygulamaları kapsamlı olarak çoktan gözden geçirilmeli ve birçok geleneksel tarım metodunu standart alarak GDO’ları neredeyse tamamen yasaklayan Avrupa Birliği mevzuatları harfiyen uygulamaya konmalıydı. Şüphesiz, Kıbrıs’ın kuzeyindeki sistemsel çarpıklıklar o kadar çok ki dünyada tartışılan bunun gibi birçok önemli konu gündem yüzü göremiyor.

Eski çağlardan beri süregelmiş olan köleliğin 18. Yüzyılın başından itibaren adım adım tüm dünyada kaldırıldığı gibi belki birgün hayvanların yenmek veya başka bir amaçla öldürülmesi de yasaklanacak. Şüphesiz, et ve ürünleri günümüz beslenme alışkanlıkları içerisinde önemli bir yere sahip. Buna bağlı olarak, et endüstrisi de dünya ekonomisinin önemli bir sektörü durumunda. Bu gerçekler ışığında, “et”i menüden çıkarmak çok kolay olmayacak gibi görünüyor – özellikle de büyük bir kesim tarafından “etsiz yemeğin yemek sayılmadığı” ülkemizde… Ancak görünüşe göre sağlık yönünden olduğu kadar etik açıdan da günümüzdeki endüstriyel et tüketimi kabul edilebilir değil. Bu aşamada, en azından ilerici bireylerin bu konuda bilinçlenerek, kendi “bireysel devrimlerini” yapmaları ve “et” tüketmeyi reddetmeleri yerinde olur. Ya da en azından hayvanların kötü şartlar altında yaşatıldıkları, doğal olmayan yemlerle beslendikleri kaynaklardan gelen et ve ürünlerini tüketmeyi reddedebilirler. Herkesin kendi hayatında kolayca yapabileceği bu “sessiz devrim”, sistemlerin sorgulandığı bir çağda bireylerin “değişim”i kendi bedenlerinden başlatması anlamına gelecektir.


[1] İlgilenenler, yazar Eric Schlosser’in Metis Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilen “Hamburger Cumhuriyeti: Amerikan Fast Food Kültürünün Karanlık Yüzü” kitabını okuyabilirler. Kitap ayrıca “Fast Food Nation” isimli 2006 yapımı bir belgesel-filme de konu olmuştu.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
325AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin