Umud K. Dalgıç – Fırat Genç – Mesele Dergisi
Sosyal forumlar ve bu forumların parçası olduğu alternatif/karşıt küreselleşme hareketi, neoliberal saldırıların yılgınlığıyla geçen ‘yeni zamanların’ ardından, tekil direnişlerin yan yana gelip daha kapsamlı bir birlikteliğin arayışına giriştiği bir zemin olmayı başardı. 1990’ların ikinci yarısından bu yana gençliğin bir kuşağı bu hareket içerisinde radikalleşti; farklı toplumsal grupların tahayyül dünyasının üzerine çöken yenilgi bulutu tümüyle dağıtılmasa da küresel adalet hareketi sayesinde az çok aralanmış oldu. Bu tarifi zor hareket düşe kalka da olsa bugün artık bir tarihe sahip. Kazanımlarla, kayıplarla, duraklamalarla, hızlı koşularla geçen bu kısa tarihin geride nasıl bir bilânço bıraktığı ise halen cevaplanması gereken bir soru olarak karşımızda duruyor.
Temmuz ayının ilk günlerinde İstanbul’da sessiz sedasız toplanan 6. Avrupa Sosyal Forumu (ASF), bu türden bir değerlendirmenin elzem olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Bir dizi teknik ve organizasyonel sorunu bir kenara bırakırsak (daha doğrusu, bu ‘teknik’ sorunlar salt teknik sorunlarmış da müelliflerinin politik konumlanışlarıyla hiç ilgisi yokmuş gibi davranan her nevi ‘forum uzmanının’ hezeyanlarının ötesine geçmeye çalışırsak), esasen politik –üstelik son derece yakıcı– bir sorunla karşı karşıya olduğumuz aşikâr. Sorun yakıcı, zira 6. ASF tam da sermayenin küresel krizinin etkilerinin kıtanın ve elbette ki kürenin dört bir yanını günbegün sardığı, ancak bu saldırı karşısında ezilenler/aşağıdakiler nezdinde bir savunma hattı çizecek herhangi bir kapsayıcı aracı yaratamamış olduğumuz bir konjonktürde gerçekleşti. Beklentileri haksız çıkarmayacak şekilde son ASF’nin de bu arayışta anlamlı bir katkısının olmadığı ortada. Ancak ASF’nin ve Türkiye’deki örgütleyicilerin becerisinin ötesine uzanan ikili bir durumla karşı karşıyayız. Bir yanda sosyal forumların ve küresel adalet hareketinin geride kalan yıllar içinde hakiki bir politik alternatifi inşa edememiş olduğu gerçeği, diğer yanda sosyal forumlar dışında bu türden bir inşa kapasitesini haiz ikinci bir seçeneğin ufukta belirmemiş olması, şımarıkça bir kolaycılıkla “bu da değilmiş” demeyi imkânsız kılıyor. Nihayetinde, kriz derinleştikçe ezilenlerin de sabrının taşacağını bekleyen bir otomatizme sarılmayacaksak, biriktirdiğimiz tecrübeyi hesaba katan bir sorgulamaya girişmekten başka çaremiz yok gibi. Aşağıdaki satırlar, ancak kolektif bir çabanın neticesinde olgunlaştırılabilecek böylesi bir sorgulamaya mütevazı bir katkı olarak değerlendirilirse muradına ermiş olacak.
Küresel Muhalefet ve Enternasyonalizmle İmtihan
1990’ların başından itibaren Latin Amerika’da (örneğin Brezilya İşçi Partisi’nin öncülüğünde gerçekleştirilen Sao Paolo forumları ya da Zapatista hareketi), Avrupa’da (örneğin Fransa’da 1995 kışına damgasını vuran kamu kesimi grevleri) ya da Asya’da (örneğin Güney Kore’deki işçi eylemlilikleri ya da Hindistan’daki kent yoksullarının isyanları) ortaya çıkan bir dizi tepkinin ve de arayışın üzerine inşa edilen alternatif/karşıt küreselleşme hareketinin geniş kamuoyu kesimlerince bilinir olması, daha doğru bir ifadeyle küresel çapta eyleyen bir kuşağın var kabul edilip adının konması, malum, Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü toplantılarını protesto amacıyla düzenlenen gösterilerle oldu. Seattle’ı takip eden yaklaşık beş yıl ise küresel muktedirlerin buluşmaya niyetlendikleri her zirvenin giderek büyüyen topluluklarca bloke edildiği sokak gösterileriyle geçti. Washington, Nice, Prag, Cenova ve daha nice kent, kitlesel ve katılımcıların çeşitliliğiyle dikkat çeken zirve karşıtı gösterilere ve alternatif buluşmalara tanıklık etti. Hâkim medyanın düşmanlaştırıcı ama bir o kadar da kayıtsız kalamayan yaklaşımının da katkısıyla bu eylemler bahis konusu küresel yönetişim örgütlerinin adlarının hemen yanı başına kendi adlarını da yazmış oldular. Bu yoğun eylem takviminin ortasında ABD’nin Afganistan’a ve Irak’a askeri müdahalelerinin gündeme gelmesiyle küresel hareket savaş karşıtı dinamiği de içererek kitleselliğinin ve coşkusunun tepe noktasına ulaştı. Sosyal forumlar ise işte bu hareketli eylem koşturmacasının orta yerinde, eylemci sözün bir ölçüye kadar ortaklaşabilmesini sağlamak niyetiyle ortaya çıktı. 2001’de Porto Alegre’de düzenlenen ilk Dünya Sosyal Forumu’nun (DSF) ardından, forumlar, hareketin doğurduğu özgün bir politik araç olarak kürenin dört bir yanına yayıldı. Bugün artık sosyal forumlar on senelik tarihleriyle, hem form hem de muhteviyat anlamında günahlarıyla sevaplarıyla değerlendirilebilecek olgunluğa erişmiş durumda.
Politik olarak forum süreçlerinin dışında kalmayı tercih etmiş sol yapıların yaptığı yorumların aksine, forumlar ve de genel olarak küresel adalet hareketi, el çabukluğuyla “yeni sol” olarak kavramsallaştırılıp anlaşılabilecek homojenlikte bir aktörler bütününden oluşmuyor. Gerek programatik gerekse stratejik/taktiksel düzeyde bir dizi göz ardı edilemez farka sahip, ayrı geleneklerden ve tarihsel süreçlerden gelen onlarca akım/yapı/grup/hareket bu ‘amorf’ topluluğun içerisinde yer aldı. Her nevi sosyalist ve anarşist gelenekten gelenler harekete dâhil olduğu gibi, adlandırma düzeyinde bu türden daha tanımlı yapıların dışında kalmayı tercih ettiklerini ifade eden genişçe bir gençlik kesimi de, daha sorun ve yer odaklı, örgütsel anlamda gevşek yapılara sahip oluşumlar üzerinden kendine hareket içerisinde yer bulabilmeyi becerdi. Elbette ki burada kastedilen çeşitlilik, kaplumbağa severlerle kamyon şoförleri sendikasının yan yanalığı lakırdısından kendi başına bir değer türetmeyi hedefleyen bir kuru çoğulculuk değil. Aksine farklı programatik ve taktiksel tercihlerin zaman zaman çarpıştığı zaman zaman ortaklaşabildiği bir heyuladan bahsediyoruz. Bu heyulayı bu kadar üzerine konuşulası kılan ise, neoliberal karşı saldırının yarattığı onlarca yıllık tahribatın ardından hem coğrafi yaygınlık anlamında hem de bünyesine alabildiği toplumsal kesimlerin çeşitliliği anlamında bu derece geniş bir toplamı içerebilmesi oldu.
Tarihsel alışkanlıklarından çok da kopamayan Türkiye solu ise küresel adalet hareketi dahilinde vücut bulan enternasyonal politika araçlarını kendi gündemleri doğrultusunda tahvil edip kullanma becerisini gösteremedi. Foti Benlisoy’un yerinde ifadesiyle1, enternasyonalizmi sahici pratik bir mesele olarak değil de bir tür gönüldaşlık/hissiyat mertebesinde anlamaya teşne Türkiye solları, istisnalar olmakla birlikte, farklı bağlamlardaki mücadelelerin dışarlıklı izleyicisi konumunda kaldı. Dar bir gençlik kesiminde yarattığı hayranlıkla yüklü ilgi bir yana, sendikal hareket ve de sosyalist partiler gibi radikal sol siyaset alanının ana gövdesini oluşturan yapılardan bu alana yönelen bir katılım isteği söz konusu olmadı. Bu apaçık durumun bir sonucu olarak da radikal solun küresel harekete ve forumlara dair yaklaşımında iki tavır öne çıktı. Buna göre, bir tarafta “buradan hiçbir şey çıkmaz” diyen burnu havada, kötümser –hatta kötücül– bir tavra, diğer tarafta “işte tam da buydu, aradığımız” diyen aşırı iyimser, hatta vasata tamah eden bir tavra şahit olduk. İlk tavrı benimseyenler, forumları/hareketi, kapitalizmle savaş yolunda gereken stratejileri ve taktikleri karara bağlama yetisini ve yetkisini haiz, bütünleşik ve yeknesak bir küresel siyasal özne olarak formüle edip, hemen ardından, söz konusu olanın zengin ve şımarık kuzeyli çocukların oyun oynadığı bir alan olduğu kanısına vardılar. İkincilerse, kısmen haklı gerekçelerle uzak durdukları daha ‘geleneksel’ sol yapılardan bağımsız ‘yeni’ bir muhalefetin mütekâmil/idealleştirilmiş halini forum süreçlerinde bulup/bulmak isteyip, bu oluşumun tek başına o ‘başka dünyayı’ yaratacak mecra olduğuna ikna oldular ve bu iknanın hemen ardından ya hayal kırıklığı yaşayıp dışarı kaçtılar ya da vasatla yetinen bir siyasal muhayyileye takılıp kaldılar. Birbirinden beslenen ve temelde aynı politik öngörüsüzlükten muzdarip, ama ilk bakışta birbirinin zıddıymış gibi görünen bu iki tavrın pratik sonucu ise, büyük çoğunluğuyla Türkiye solunun bu sürecin dışında, onun bir izleyicisi ya da ‘yerli şubesi’ konumunda takılıp kalması oldu. Ayrı bir alt başlık altında değerlendirilmeyi hak eden Kürt hareketinin bu sürece dahli ise hiç şüphesiz nispeten çok daha etkin ama yine de sınırlı oldu. Avrupa’daki bileşenlerinin de katkısıyla yurtdışındaki örgütlerle süreklilik arz eden pratik bir ilişkiye sahip olan Kürt hareketi, 2009 yılında Diyarbakır’da tertiplediği Mezopotamya Sosyal Forumuyla ya da 6. ASF’ye gösterdiği görece kalabalık katılımla forum süreçlerine politik bir hedef gözeterek yaklaştığını ortaya koydu. Ancak, bu politik yakınlaşmanın da esasen kendini ve sorununu görünür kılma temelinde kalan, enternasyonalizmi bir ölçüde araçsallaştıran ve bu yaklaşımıyla Avrupa solunun önemli bir kesiminin üçüncü dünyalı küçük kardeşleriyle kurmaya alışkın olduğu kollayıcı ilişki biçimini yeniden üreten bir yakınlaşma olduğu atlanmamalı.
Ancak, giriş kısmında açtığımız bahse geri dönersek, karşı karşıya olduğumuz, Türkiye soluyla genel olarak küresel hareket arasındaki ilişkinin niteliğine dair bir tartışmayı katbekat aşan bir tartışma. Türkiye bağlamında bütünlüklü ve nüanslı bir politik perspektif geliştirememiş olmanın sıkıntısı elbette ki aşikâr; son ASF’nin içeriğine, eylemlerine, organizasyon sürecine Türkiye radikal solunun ne ölçüde katıldığını az çok izleyen herkes de bu gerçeğin farkında. Ancak bu öznel dinamiğin yanında hareketin mevcut durumuna dair yapısal/nesnel faktörleri de bulup ortaya çıkarmalı, bunlara dair politik bir hesaplaşmayı adım adım yapmak durumundayız.
Son Duruma Dair: Nerede Tıkandık, Nereye Vardık?
Forum süreçlerinde gelinen noktanın doğrusal bir hesabını yapıp, gelişiyor ya da geriliyor gibi bir yargıya varmak yanıltıcı olacaktır. Her siyasi araç ve mecra gibi forumlar da genel anlamda toplumsal hareketlerin canlılığından besleniyor veya durgunluğundan etkileniyor. Dolayısıyla ideolojik ve siyasi stratejik tıkanıklıklara geçmeden önce ASF’yi etkileyen nesnel koşullara kısaca değinmek gerek. Öncelikle DSF’yi besleyen ana toplumsal ve siyasi kaynakların Avrupa’da aynı nitelik ve nicelikte mevcudiyetini koruduğunu söylemek zor. Latin Amerika’daki topraksızlar hareketi, 2001 krizine tepki olarak gelişen fabrika işgalleri ve kriz mağduru kitlelerin örgütlediği muhalefet, Meksika’da Zapatistalar ve son yılların yerli hareketleri, Hindistan’da gelişen, alışılagelmiş örgütlenme biçimlerini dönüştüren kent hareketleri, ev içi emeği örgütlemeye çalışan sendikal hareket, cinsel geçişliliği meşru bir yaşam biçimi haline getirmeye çalışan trans toplulukların kitlesel katılımı gibi örnekler, DSF’nin farklılıkların çok renkli bir yelpazesi olma niteliğinin ilginç örnekleri olmaktan çok, forum süreçlerinin içine gömülü olduğu karşıt/alternatif küreselleşme hareketinin kitlesel tabanını teşkil etmekteydi.2 ASF’nin ise bu kitleselliği, temelde, 2001’de Afganistan’ın bombalanmaya başlamasını ve Irak’ın işgalini takip eden savaş karşıtı hareketin yarattığı eylemliğin katılımıyla (örneğin 2002’de Floransa’da gerçekleşen devasa gösteriler, 2003’de Paris’te düzenlenen ASF’de yüz binin üzerinde insanın katılımıyla gerçekleşen yürüyüş) sağladığını söyleyebiliriz. 2006’da Forum Atina’ya geldiğinde ise savaş karşıtı hareket resimden neredeyse tamamen kaybolmuştu. Savaş karşıtı hareketin ABD’de düşüşe geçmesi ve sonunda Barack Obama’nın başkanlık kampanyasının içinde sönümlenip yok olması Avrupa’daki savaş karşıtı hareketin akıbetiyle benzerdi, sonuçta kuzey ülkeleri bu hareketlerin yarattığı eylemliliği bölgesel forumların dolayımıyla kurumsallaşmış bir muhalefete dönüştürmekte başarısız oldu.3 Bu sene onuncu yılına giren ve aynı tıkanmadan muzdarip DSF, 2009’da Belem’deki coşkulu ve geniş katılımla yeniden hayat bulmuş görünüp gözleri ASF için de aynı şeyi yapma potansiyeli taşıyan İstanbul buluşmasına çevirmişti. Belem’e gelen yaklaşık 140 bin kayıtlı katılımcı, yerli hareketlerinden ve radikal alternatifler peşinde neoliberal kıskaçtan kaçış arayan Latin Amerikalı gençlik hareketleri gibi kitlelerden oluşuyordu. İstanbul 2010 ise birkaç bin katılımcısıyla ASF’nin toplumsal tabanının ciddi bir erozyona uğradığının tartışılmaz kanıtı haline geldi.
ASF’nin yolunu çıkmaza götüren ve ‘aşağıdan’ gerçekleşen bu erozyona ‘yukarıdan’ eşlik eden en önemli etken ise Avrupa’daki büyük çaplı sendikal yapıların siyasi basiretsizliği oldu. 2008’de başlayan finansal krizle iyice belirginleşen bu sorun hükümetlerin yeni-Keynesçi politikalara dahi uzak duran tutumları ile zirveye ulaştı. Forum süreçlerinin organizasyon açısından belkemiğini oluşturan büyük sendikaların, sosyal-liberal hükümetlerin bir yandan krizin faturasını kamusallaştırırken bir yandan da yoksul kesimleri krizin etkisinden korumaya çalışmakla sınırlı sosyal politikalarına akıl hocalığıyla yetinmeleri, sendika yönetimlerinin hayli bürokratik yapısı ve eylemliliği desteklemektense kriz sonucu ortaya çıkabilecek siyasal çatışmaları önlemeye yönelik tutumları, forumların krizinde büyük sorumluluk taşımalarının başlıca nedenleri.4
Aslında, sosyal-liberal ya da düz liberal ya da muhafazakâr hükümetlerin kriz zamanı ezilenlere/aşağıdakilere karşı uyguladıkları saldırı politikası karşısında kıta ölçeğinde tepki geliştiremeyen, lokal tepkilerle yetinip bunlar kısmen karşılandığında geri çekilen sendikaların ve de büyük kentlerdeki birkaç kişiden ibaret ofislerinden muhalefet inşa etmeye yeltenen ‘toplumsal hareketçi’ STK’ların ASF içindeki ağırlığı, forum süreçlerinin krizinin başlıca nedeni. Belem’de olduğu gibi bu etkinin bir nebze de olsa dengelenerek ASF’nin sözünü canlandırması mümkün olabilirdi belki, ama bunun Avrupa çapında kanalları yaratılamadı. Türkiye bağlamında ise örgütlenmenin uzunca süre “dar bir sendika ve meslek örgütü bürokrasisi ve de STK’laşmış bir toplumsal hareket tarafından kapalı bir şekilde” yürütülmesi, bu yönde bir tesirin olasılığını dahi ortadan kaldırdı.5
Tıkanıklığın ideolojik ve stratejik nedenleri arasında ise artık tekrarlanmaktan ferini iyice yitirmiş, her toplantıda sadece yapılması gerektiği için yapılıyor gibi görünen “forumların işlevi ve niteliği” tartışması sayılabilir. Dünya Sosyal Forumu’na da hâkim olan bu tartışmanın ana sorusu şu: Forum değişik fikirlerin bir araya gelip kendini görünür kılma fırsatı bulduğu bir mekân/mecra mı yoksa siyasi bir aktör/fail mi? Forum’un organizasyon komitesi ve büyük cüsseli sponsorlarının vermekten bıkmadığı cevap “ikisi birden”. Bu kampın Forum hakkındaki vizyonu genelde mevcut durumu muhafaza etmekle sınırlı. Forum’un harekete geçirici ya da eylemliliği teşvik edici bir aygıt haline dönüşmesi fikrine pek sıcak bakmamaktalar. Siyasi bir ufkun ve bu yönde bir eylemliliğin oluşturulmasının organizasyonda yapılan birkaç değişiklik ile mümkün olduğunu düşünüyorlar. Bu “ne şiş yansın ne kebap” tutumunun aktivistlerin değil daha çok idarecilerin benimseye geldiği bir tutum olduğunu düşünürsek, artık bu kazan-kazan yaklaşımlı cevabın acil ve yakıcı problemleri ötelemekten başka bir işlevi olmadığını kabul etmek gerekiyor, çünkü bu iki işlev ve nitelik pekâlâ birbirini dışlıyor olabilir. Ayrıca bu sorunun içeriğine dair yapılacak bir analiz, ‘teknik’miş gibi görünen birçok aksaklığın da siyasi ufku karartan bu cevapsız sorunun perdelediği sorunların sonucu meydana geldiği gerçeğini ortaya çıkarabilir. Forumlar içindeki sosyal-liberal kanadın ve bu kanadın kuyruğuna takılan salt ‘hareketçi’ yapıların vurguladığı mekân/mecra yaklaşımı, kaçınılmaz olarak daha profesyonel, daha büyük, daha masraflı organizasyonlar gerektiriyor ve forumları ‘turistik’ ve lojistik olarak daha erişilebilir olan gelişmiş Avrupa ülkelerinin kent merkezlerine taşıyor. Birlikte ele alınabilecek birçok panel, küçük grupların da rahat bir şekilde ‘fikirlerin pazaryerine’ tezgâh açabilmeleri adına ayrı ayrı kurgulanıyor, toplantı mekânları genişliyor ve birbirinden uzaklaşıyor. Katılımcı sayısı belki artıyor ama bu fuar zenginliği içerisinde yolunu ve yoldaşını şaşıran binlerce katılımcı pazaryerini olabildiğince kapsamlı dolaşabilmek adına pasifize oluyor. Muhatabını bulamayan spontane eylemler ve planlı protestolar sönükleşiyor veya en iyi durumda günde üç vardiya çalışmak zorunda oldukları için forum mekânında bulunmayan asıl muhataplarının itildiği çevre mahallelere taşınıyor. Kısacası görünürlük ve eylemlilik aynı mekânsal ve fiziksel koşulları paylaşan amaçlar değil. Mekân ve fail niteliklerinin aynı anda geliştirilmeye çalışılması forumların siyaseten ilerlemesini güçleştiriyor. Bu tıkanıklığı aşmaya yönelik (asamblelerin sayısının artırılması gibi) organizasyon yenilikleri ise karışık sonuçlar veriyor. Örneğin on iki bin katılımcının takip ettiği ABD sosyal forumunun final asamblesiyle bunun aşağı yukarı dörtte biri kadar katılımcının takip ettiği İstanbul’daki ASF final asamblesine katılımcı sayısı aynı (500 civarı). Forum düzenleyicileri arasında devam eden ideoloji ve strateji tartışmasını hesaba kattığımızda aslında forum sürecinin negatif bir trend takip edip etmediği sorusu da daha başka ve karmaşık bir boyuta taşınmış oluyor. Forumun organizasyon sürecinin bir siyasi süreç olduğunun farkına varılması, teknik aksaklık ve şeklî değişim gibi olguları bir doğrusal başarı veya yenilgi emaresi olarak değil, Avrupa sathında (ve sonunda küresel ölçekte) bir birleşik muhalefet cephesinin inşasına giden mücadelenin her sene yeniden başlayan stratejik tartışma sürecinde ortaya çıkan doğal sonuçları olarak algılamamızı sağlayacaktır.
Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı?
ASF’nin işlevinin Malmö’de sona erdiğini düşünenler İstanbul’un bir cenaze törenine ev sahipliği yapacağını iddia ediyorlardı. Bu aslında basit bir durum değerlendirmesi değil; ASF’nin çizeceği yeni rotaya müstehzi bir müdahale. ASF tabi ki ölmedi; sonuç bildirgesinin de işaret ettiği gibi İstanbul’dan önümüzdeki dönemde kriz karşıtı eylemlere ve küresel iktidarın düzenlediği zirvelere karşı protestolara devam kararı çıktı. Ekimde yapılacak ilk toplantıyla gelecek sene bir orta veya doğu Avrupa şehrinde yapılmasına karar verilen ASF’nin hazırlıkları başlayacak. ASF katılımcıları 29 Eylül’de Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) önayak olduğu eylemler sırasında, öncesinde ve sonrasında sermayenin krizine karşı Avrupa sathında bir direnişi örgütlemeye devam edecekler. Ancak ASF bileşenlerinin önemli bir kısmı büyük sendikaların önerdiği sloganların (‘kesintilere hayır, daha fazla büyüme’) siyasi sınırlarının ve yanlışlarının farkında, bu yüzden sonuç bildirgesinde desteklemeye karar verdikleri 29 Eylül eylemlerini ETUC’un adını anmadan duyuruyorlar. Belem’de ortaya çıkan antiemperyalist, antikapitalist, feminist ve ekososyalist sesler kısıtlı da olsa 2010 İstanbul ASF’sinde de yankı buldu.
Hülasa, sosyal forumların ve genel olarak küresel muhalefet hareketlerinin başarısı ya da yenilgisi karmaşık bir sürecin sonunda belli olacak. Bu anlamıyla tamamlanmış bir süreçten bahsetmek henüz mümkün değil gibi. Bu türden soruların cevaplarının hareket içerisinde de sürmekte olan politik mücadeleler uyarınca netleşeceğini söyleyebiliriz. Ama yukarıda da açmaya çalıştığımız gibi mevcut durumda hareketin bileşenlerini oluşturan iki ana gövde arasındaki dengede tahterevallinin bir tanesi lehine yattığı da aşikâr. Programatik olarak neoliberal saldırının dizginlenmesini ve kapitalizmin düzenlenmesini önüne koyan sosyal-liberal kanadın, sahip olduğu maddi güç ve örgütsel yapı sayesinde karar alma süreçleri üzerinde çok daha belirgin bir tesiri var. Buna Latin Amerika ülkelerinin bazılarında iktidarda bulunan siyasal kadroların bu kesim içerisinde yer aldığı gerçeğini eklediğimizde durumun hayli çetrefilli olduğu ortaya çıkıyor. Diğer yandan, farklı stratejik/taktiksel seçimleri olsa da genel olarak antikapitalist bir perspektifte birleşen radikal kopuşçu oluşumların, siyasal örgütlerin, militan taban hareketlerinin ise zaman zaman soluğunun kesildiğini, takiben bir heyecan yitiminin olduğunu görmek gerekiyor. Bu noktada bizleri bekleyen vazifenin, eğer giriş kısmında ifade etmeye çalıştığımız ikili durum tespitinin bir gerçekliği varsa, yani henüz elimizde olgunlaşmış bir ikinci seçenek yoksa, bu dengeyi ikinciler lehine tersine çevirmenin yollarını aramak olduğu kanısındayız. Bu arayış, yalnızca birer politik araç olarak forumların akıbetinin ne olacağına karar vermekten de ibaret değil; hareket içerisindeki kurumlaşmış ağırlık merkezinin yerinden oynatılması gerekiyor. Bu noktada CADTM’nin (Üçüncü Dünya Borçlarının İptali Komitesi) başkanı Eric Toussaint’in, forumları tümüyle terk etmeden veya onları ortadan kaldırmadan yeni bir birleşik cephe yaratılması önerisi, DSF’nin de ötesine geçen yeni bir Enternasyonal’i örgütleme önerisi, üzerinde mesai harcamaya değer görünüyor. Sosyal forumların yanında ortaya çıkacak, sözü daha net ve militan, taleplerinde daha ortaklaşmış ve bunları ifade etmekten imtina etmeyen ikinci bir oluşuma ihtiyacımız var. Hem sosyal-liberal tezin karşısında antikapitalist, radikal kopuş perspektifine sahip olanları çağırabilen ama hem de bu perspektife sahip tek bir akımın/grubun/geleneğin/hareketin olmadığını kabul eden, stratejik/taktiksel farklılıklara gözünü yummayan bir birleşik cepheyi yaratma hedefiyle, bu meşakkatli arayıştan vazgeçmememiz gerekiyor.
1 Foti Benlisoy, “Eskimeyen Enternasyonalizm ve ‘Yeni’ Sosyal Forumlar”, Sosyalist Demokrasi için YeniYol, 22, 2006.
2 Gerçi bu noktada, en azından Latin Amerika’daki toplumsal muhalefet hareketlerinin de gerilediğinden bahsedilebilir. Bu anlamda Avrupa’yla bir ölçüde benzerlikler var. Latin Amerika’yı ayrıksı kılan ise, son yıllarda iktidarı ele geçiren sol hükümetlerin DSF sürecine destek vermeleri, hatta Forum’u bir tür ‘halkla ilişkiler’ faaliyeti olarak kullanmaları.
3 Tabi bu noktada şunu vurgulamak da önemli: Forum sürecini siyasi hareketlerin dışında gelişen bir süreç olarak görmeye meyilli bazı toplumsal hareket analizlerinin iddia ettiğinin aksine, özellikle ASF açısından Avrupa antikapitalist solundan bir dizi siyasi hareketin forum sürecine katılımı başından beri çok önemli oldu. İtalya’da Partito della Rifondazione Comunista, Yunanistan’da Synaspismos-Syriza, ve özellikle Londra’daki 2004 ASF’sindeki rolü ile İngiltere’de Respect/SWP süreç içinde önemli bir rol üstlendiler. Bu siyasi hareketlerin toplumsal hareketlerle diyalektik bir ilişki içinde girdiği krizler ASF sürecindeki tıkanıklığın önemli sebeplerinden biri haline geldi.
4 http://www.sdyeniyol.org/index.php/duenyadan/290-duenya-sosyal-forumunun-oetesinde-beinci-enternasyonal-eric-toussaint
5 Eyüp Özer, “Sosyal Forumlar: Çıkmadık Candan Ümit Kesilmezmiş”, Sosyalist Demokrasi için YeniYol, 35, 2010.
(Bu yazı Mesele dergisinin Ağustos 2010 Sayısından alınmıştır)