Turgut Özal’ın “Federasyonu bile tartışabiliriz” sözü, yirmi küsur yıl boyunca bir provokasyon mecazı olarak zikredilip durdu. ‘Hatta’ anlamındaki ‘bile’siyle, tabunun, konuşulamaz olanın mecazı veya işte tabuyu yıkmaya cesaret etmenin mecazı…
Bugün ise federasyon, bir politik seçenek olarak veya en azından Kürt sorununa çözüm arayışında bir ‘fikir egzersizi’ olarak konuşuluyor. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in, Diyarbakır’da Türk bayrağının yanında yeşil-kırmızı-sarı bayrağın da dalgalanabilmesini tasavvur etmeye çağıran konuşması, üslûbu itibarıyla da (“düşünün, ne olur?”), bir eşik oldu. Türkiye’deki Kürt politik hareketleri arasında –başta Kemal Burkay– federasyon modelini çok daha önce ortaya atanlar olmuştu. BDP’nin demokratik özerklik talebini ‘yükseltirken’ bunu federasyon modeline bağlamayı yoklaması ise, Kürt hareketinin otuz yıllık ana akımının seyri içinde yeni bir merhale sayılabilir. Yeni olduğunu söyleyebileceğimiz bir başka şey, az evvel de değinildiği üzere, bu yoklamanın ‘Türk’ kamuoyunda görece normal karşılanmasıdır. Kuşkusuz milliyetçi bir red cephesi durduğu yerde duruyor; milliyetçi-muhafazakâr reaksiyonlardan sorumlu devlet bakanı Cemil Çiçek’in Baydemir’in sözlerine hakaretâmiz tepkisi de o cephedendi. Ancak, ‘Türk’ kamuoyunda, federasyon seçeneğini tartışmak gerektiğini söyleyenler, bugün artık marjinal değiller. Asıl önemlisi, Kürt kimlik talebini eninde sonunda kriminal bir vaka olarak görenler arasında da, bu seçeneğin telâffuzunu meşru sayanların çıkmasıdır. Gerçi onlar arasından kimileri bu telâffuzu, sadece Kürt taleplerinin “kıvırmadan”, “yiğitçe”, açık seçik beyanına vesile olduğu için ‘faydalı’ saydılar; onlara göre telâffuzdan ibaret kalması gereken bir telâffuzdur bu. Kimileri de Baydemir’in çıkışını, Kürtlerle, daha doğrusu Kürt kimlik beyanında ısrarlı olan Kürtlerle dünyaları ayırmanın bir fırsatı saydılar. Federasyon, öyle veya böyle Kürtlerin gitmesinin, açıkçası, Kürtlerden kurtulmanın adıdır onlara göre.
Ne olursa olsun, öyle veya böyle, federasyon artık tartışılabilir bir fikirdir. Öyle olduğunu umalım. Somut olarak federasyon seçeneğinin kendisini tartışmanın ötesinde, Kürt meselesini tartışmanın bir ‘açılımıdır’.
Federasyonu tartışmanın iki düzlemi var. Birisi, Kürt meselesinin bir hal yolu olarak federasyon. İkincisi, Kürt meselesiyle de ister istemez alâkalı ama genel bir yönetim modeli olarak federasyon. Bu ikinci düzlemde, ademi merkeziyetçilik ve (Avrupa Birliği’yle bütünleşme çerçevesinde de bahse konu olan) yerinden yönetim ilkelerinin tartışması da yer alıyor. BDP’nin demokratik özerklik talebini bu yerinden yönetim ilkesine bağlaması, şimdilik, araçsal-faydacı bir tutum izlenimi veriyor.
* * *
Genelden başlayalım, ademi merkeziyetçilik bahsiyle devam edelim.
Federasyonu bırakalım, hafifçe yerel özerklikten söz edildiğinde, –klişe ama başka ne diyelim?–, Sevr paranoyasının nasıl kabardığını biliyoruz.[1] Buna göre “emperyalizm”, hâlâ Türkiye’yi bölmenin peşindedir ve ademi merkeziyetçiliğin dozunu biraz kaçırmak bile bu emele hizmet edebilir. Bundan bir yıl önce, sol sıfatlı bir haber sitesi, Trakya Bölge Kalkınma Ajansı kararnamesinin çıkması vesilesiyle, AB’ye üyelik sürecinde oluşturulan Bölgesel Kalkınma Ajansları’nı “AB himayesinde kurulacak eyaletlere” giden yolda ilk adım olarak yorumlamış; felâket senaryosunu, bu işin “bölgesel Trakya hükümetinin kurulmasına” ve “Trakya’ya özel bayrağın” çekilmesine varacağı tehdidiyle taçlandırmıştı. Yazının başlığı, alarm veriyordu: “Çanlar T.C. Devleti’nin üniter yapısı için çalıyor!”.
Ulusalcılığın sol muhitleri nasıl tesiri altına aldığı bilsek bile, bu örnekteki refleks insanı şaşırtabilir. Başka bir saikle değil de “yerel hükümet”, “ayrı bayrak”, “üniter yapının bozulması” öcüleriyle alarm vermek, ‘taktik’ nedenlerle bile savunulamayacak kadar devletçi-milliyetçi bir refleks.
Oysa Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın, sahiden sol açıdan sorgulanması gereken bir yanı var.[2] On yıldan fazla zamandır, globalleşme ve glokalleşme kavramları etrafında yürütülen tartışma bu. Global kapitalizme eklemlenebilmek, global akışkan sermayeyi celbedebilmek, “dünyayla rekabet edebilmek” için, avantajlı şehirleri/bölgeleri sivriltme, ayıklama, ‘serbestleştirme’ eğilimi var; bununla bağlantılı olarak şehirlerin/bölgelerin yönetimleri ve sermayeleri de ‘suplekslerini’ geliştirme gayretindeler. Ulus-devletin aşağıya doğru çözülme dinamiğinin bir âmili olan bu sürecin sol bakış açısından tehlikeleri, sosyo-ekonomik açıdan ayrıcalıklı yerlerle ‘kaybeden’ yerler arasındaki eşitsizliği büyütmesi ve ekonomik karar yetkilerinin toplumsal/kamusal denetimden uzaklaşmasını teşvik etmesidir. İlk mahsur, ‘verimsiz’ işletmeleri kapatır gibi ‘verimsiz’, ‘geri’ bölgelerden de kurtulmayı, artık oralara masraf etmemeyi savunan refah şovenizminin yükselişinde kendini gösteriyor. İtalya’da yoksul, köylü, geri ve ‘hırsız’ olarak kriminalize ettiği Güney’e karşı neofaşist bir şehirli üst-orta sınıf elitizmini seferber eden Lega Nord (Kuzey Ligi), bu yönelimin tipik örneğidir. İkinci mahsur, özellikle ayrıcalıklı statüdeki şehir/bölgelerde özel/uzman yönetim (yönetişim) organlarının oluşturulmasıyla kendini gösteriyor. Bölge Kalkınma Ajansları da, “sivil toplum kuruluşu” kontenjanını ağırlıkla sermaye örgütlerine tahsis edilen yapılarıyla bunun örneğidirler.
Türkiye’de ademi merkeziyetçiliği iktisadi liberalizm çerçevesinde benimseyenler, elbette böylesi sorunları dert etmiyorlar. Herhalde pek az konuda anlaşabilecek Ertuğrul Özkök’le Ahmet Altan’ın bu noktada yakın düştüklerini görmek ilginç. Son federasyon tartışması üzerine Ertuğrul Özkök, “Ben, Türkiye’nin federal bir yönetime gitmesinden yanayım. Çünkü her federal bölgenin bir başbakanı olsun ve bu başbakanlar Türkiye’nin yönetimi için performanslarını yarıştırsınlar istiyorum” diye yazdı (4 Ağustos, Hürriyet). Ahmet Altan, gelirlerinin önemli kısmını ‘kendisine’ ayıran, müreffeh bir Marmara Özerk Bölgesi hayalini kaleme aldı (8 Ağustos, Taraf). Çevre sorunlarıyla baş etmek için parayı bastırıp Al Gore’u bile tutabilirlerdi, “Marmara’nın gelirleri buna yeter”di. Ertuğrul Özkök’ün performans yarıştıran federal başbakanları da, Ahmet Altan’ın ‘güzel Marmara’sı da, avantajlı refah bölgelerini parlatma hayalidir. Asalak “Ankara”ya yöneltilen tepki, zımnen, Ege ve İstanbul’u, onların ürettiği zenginliği kemiren yoksul bölgelerin mali yükünden kurtarma arzusunu yansıtır. Aynı zamanda, yoksul bölgeleri sırttan atma arzusunu…
Fakat tekrarlayalım, bütün bunlar, ademi merkeziyetçilik ve federalizmin halihazır tasarımlarıyla ilgili tartışmalardır; asla ademi merkeziyetçiliğe ve federalizme karşı olmanın sebepleri değildir. Hele sol açısından, tersine, her beldenin özerklik hakkını saklı gören Bakunin’den ilham alan bir savrulmaya bile itirazım yok! Anarşizmin ademi merkeziyetçiliği ve federalizmi, tahmin edilebileceği gibi, devlet (hele milli devlet!) kurup bayrak çekme aşkına dayanmaz, tersine insanların olabildiğince şeffaf, olabildiğince doğrudan katılıma elverişli ölçeklerde ve ilişki ağları içinde siyasallaşması düsturuna dayanır; böylece, olabildiğince, soyut bağlar/bayraklar vs. vasıtasıyla ‘yabancılaşmamış’ bir siyasallaşmanın zemini yaratılabilecektir. En geniş tanımıyla sol açısından, ademi merkeziyet ve federasyon tasarımında işlenecek cevher bu özyönetim fikridir. Anarşist-sosyalist düşünür Rudolf Rocker, medeniyetin daima federalizm ve ademi merkeziyet dönemlerinde geliştiği fikrindeydi. Ona göre Antik Yunan, ‘küçük’ devletlere ayrışmış olması sayesinde yücelmişti. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra aristokrasi ve ruhbanlar egemenliğinde kurulan barbar devletlere isyan eden halkın, yerel-beledî özerklik için mücadele geleneğini, 9-15. yüzyıllar arası Avrupası’nın serbest şehirler ve federalizm çağını, Aydınlanma’nın tohumu olarak görür Rocker. Örneğin milli birlik öncesi küçük devletler dönemini, Alman kültürünün altın çağı sayar. Rocker, federalizmle bağdaştırdığı, milliyetçilik-öncesi ‘dar’ vatanseverlik ve naif memleketlilik bilincine, ‘doğallığı’ ve özcü kimlik tasavvurlarına uzaklığı itibarıyla, milliyetçiliğe karşı panzehir işlevi yükler. Ama burada da, doğallık/otantizm tutkusunun bizzat özcülüğe dönüşmesine ve darkafalı yerelciliğe karşı tetik olmalıdır. Ayrıca, milliyetçiliğin iki yüz yıla yakın hüküm sürüp zihniyet yapılarına nüfuz ettiği bir dünyada, bu panzehirin etkisini koruyup koruyamayacağı, tabii tartışmalıdır.
* * *
Kürt meselesine doğru gelelim.
Kürt meselesinin çözümünü, genel bir demokratik özerklik veya azamî ademi merkezileşme programıyla birleştirmekte, İspanya modelinin ‘ileriye doğru kaçış’ deneyimi, ilham kaynağı olabilir mi? Franco sonrası İspanya’nın çözümü, Bask’ın ve Katalunya’nın özerkliğini, on yedi özerk bölgeden oluşan bir yapı içinde eritmek veya seyreltmek olmamış mıydı? Böylece özerklik veya ayrılık talebinin politikleştiği Bask ve Katalunya, böyle taleplerin olmadığı bölgelerle beraber kaynayacaktı, ayrıca on yedi yerel birimli çok parçalı ölçek, merkezî yönetimin denetim gücünü artıracaktı. Bu deneyimin, gerçekten özerk yapılar yarattığını, etno-kültürel kimlik taleplerini meşrulaştırdığını, ayrılıkçı hevesleri tamamen ortadan kaldırmamakla beraber ciddi bir yumuşama ve normalleşme sağladığını söyleyebiliriz.
İspanya deneyiminde, bu uzlaşmayı mümkün kılan politik ortam ve aktörler yanında, federalizmin tarihsel kökenlerini de göz ardı etmemek gerekir. İç Savaş’ta güçlü anarşist hareketin güç kaynaklarından biri bu federalist temayül veya köklerdi. Ayrıca, sadece Bask ve Katalunya’da değil, sözgelimi Galiçya’da veya Kastilya-Leon’da, görece mutedil olmakla birlikte, istikrarlı bölgesel kimlik hareketleri vardı.
Türkiye’de federalist bir temayülün köklerinden ne kadar söz edilebilir? Cılız bir kaynak suyu, erken Cumhuriyet döneminin Anadolucularının düşüncelerinden çıkartılabilir. Her ne kadar merkezî ve güçlü devlet mitosuna bağlı olsalar da, bu düşünce mektebinde, Anadolu’nun altın çağını Selçuklular döneminde yaşadığını, çünkü bu dönemde ademi merkeziyetçi ve çok merkezli bir yapı içinde dengeli bir gelişme imkânı bulduğunu söyleyenler vardı. Ayrıca, yüzyıllar boyunca nefes alıp vermiş sosyo-ekonomik havzaların ve bölgelerin, modernleşme, ulus-devlet ve yeni il taksimatı tarafından üstü örtülmekle beraber, tamamen yittiğini söyleyemeyiz. Erken Cumhuriyet döneminde devlet elitinin –nispeten hafif– endişelerinden birinin, o zamanların metinlerinde Frenkçeden nakille rejyonalizm olarak tanımlanan bölgecilikle ilgili olması boşuna değildir; ulusal-ekonomik entegrasyonun o geri döneminde, illâ etno-kültürel olması gerekmeyen ulus-altı kimliklerin ve bağların da tasfiyesine verilen önemi gösterir. Hemşericiliğin ve komşu vilayetler arası rekabetin güçlü sosyal dinamiği de, Türkiye’de “rejyonalizm”in gizli-saklı bir kaynak suyu sayılabilir.
Osman Baydemir, andığımız konuşmasında, farazî bir Doğu Karadeniz özerk bölgesinden söz etmişti. Bu mesaj ‘orada’, mahallinde neye tekabül eder? Doğu Karadeniz’e baktığımızda, nispeten güçlü bir yerel-bölgesel kimlik kökü, bir farklılık bilinci görürüz. Bununla beraber, burasının aşağı yukarı yirmi yıldır reaksiyoner Türk milliyetçiliğinin milli parkı olduğunu biliyoruz. Buna mukabil, yerel-bölgesel kimliğin kökünü sulayıp yeşertmeye çalışanlar olduğunu da biliyoruz. (Kürt mevsimlik tarım işçilerinin bölgeye gelmesinin yasaklanması türünden ırkçı ayrımcılıklara karşı kampanyayı da unutmayalım.) İlâveten, son yıllarda, ‘doğayı paraya çevirmeye’ yönelik saldırgan ekonomik politikalar, bölgenin beşerî coğrafyasıyla ilgili farkındalığı az biraz artırıyor. Bardağın boş yanına bakarsak, Kürtlerin demokratik özerklik ‘projesine’ Doğu Karadeniz’in eş koşulmasına öfke duyacak bir ‘potansiyel’ ve kendi özel rengini inadına reddetme eğilimini görürüz. Bardağın az dolu yanında ise, Doğu Karadeniz’in bölgesel kimliğine yönelik duyarlılığı artırmaya dönük bir çabayı görürüz. Bu çabanın genişlemesi: Sadece sınırın gevşemesinin de katkısıyla canlanan etnik flora ve fauna’sıyla değil, Kâzım Koyuncu’su, müziği, Trabzonspor’u, talan tehdidi altındaki vadileri, yaylaları, hain sahil yolu, daralan ekonomisi, genel olarak ruh daralması ve şiddet sorunuyla somut meseleler etrafında bir toplumsal-politik seferberlik, hamaset ve habaseti güneş görmüş buz gibi eritecektir. Bayrak, bir şeyi örtemez o zaman; tek bayrak da mutasavver bir Doğu Karadeniz bayrağı da, “mesele” olmaktan, takıntı olmaktan çıkar.
Velhâsıl, halihazırda, bölgesel-yerel kimliklerin her nevi örtülü ve cılız kaynakları, diyelim Bölge Kalkınma Ajansları’nın kuruluşuna dayanak oluşturan bölge birimleri türünden ekonomik bir ademi merkezileşmeye sosyo-kültürel bir ruh üfleyecek, hele “üniter yapı dağılıyor” paranoyasıyla başa çıkacak, dolayısıyla Kürt sorununda genel bir ademi merkezileşme stratejisiyle ‘ileri doğru kaçış’ seçeneğine destek sağlayacak kuvvette değildir. Söz konusu kaynakların güçlenmesi, –elbette yerelciliğin dar kafalılığına kısılmadan–, hem milliyetçiliğin gerilemesi açısından, hem taşraların marjinalleşmesini önlemek açısından hayırlı olacaktır.[3]
* * *
Türkiye’de Kürt kimlik ve özerklik talebine ‘kontr çekme’ bâbında bir “ver kurtul”culuk, bazen gayrı resmî bir provokasyon ‘egzersizi’ olarak şehirli Türk orta sınıf muhitlerinde dillendiriliyor. Bunda da refah şovenizminin etkisi açıkça görülebilir; ayrılmaları veya ‘federeleşmeleri’ halinde Kürtlerin fakirlikten ve medeniyetsizlikten sürünecekleri tehdidi vardır, bununla beraber halihazırda Kürtlerin “Batı”nın kaynaklarına musallat asalaklar oldukları suçlaması vardır. Bir nevi blöftür yani, lâkin karşı tarafın görmesine hazır olmadıkları, hatta ona bu hakkı tanımadıkları bir blöf. Milliyetçi-ulusalcı ajitasyonun içe işlemişliği düşünüldüğünde, bu egzersizin sinik bir provokasyon olmaktan çıkıp, federasyon veya demokratik özerklik seçeneğini gerçekten kabullenen bir kamuoyu oluşumuna elvermesi beklenemez. Elvermesi için, kendi ırkçılığı ve kibriyle yüzleşmeye zorlamak gerek onu…
* * *
Peki, Kürt tarafında, ‘bayrak gösterme’ azim ve iştiyakının ötesinde nasıl bir tasarım var federasyonla ilgili? Demokratik özerklik veya federasyon fikri, bir devletsi yapının, bir devlet ikamesinin veya bir ön-devletin parolası olmanın ötesinde, kendi iç yapılanması ve rejimiyle ilgili bir toplum tasavvurunu içeriyor mu, içerecek mi? Sözgelimi, Birikim’in geçen sayısında Ramazan Kaya’nın yazısında yakındığı, Kürt doğal ve beşerî coğrafyasının hor kullanılışıyla ilgili, sahici bir derdi-davası olacak mı?
Geçtiğimiz Ekim’de Diyarbakır’da yapılan Mezopotamya Tıp Günleri’ndeki bir tartışmadan bahsetmenin yeridir. Bundan sonraki kongrelerle ilgili dilek ve temenniler konuşulurken, bir tarafta, Avrupa’daki Kürt diasporasından temsilcilerin başını çektiği, safi Kürtçe bir toplantı tasarımını dillendirenler vardı; ilk seferki gibi Kürtçe-Türkçe-İngilizce karşılıklı anında çevirili bir kongre yerine sadece Kürtçe bildiri sunulacak bir kongreydi gönüllerindeki. Böyle bir kongreye katılmak için çevrelerinden ve kurumlarından aldıkları sert tepkileri göğüsleyen –aralarında meslekî kıdem şöhreti yüksek olanların da yer aldığı– birçok ‘Türkçe’ hekimin dayanışmasını önemsizleştiren/değersizleştiren bir çıkıştı bu. Buna karşılık kongre başkanı Dr. Selim Ölçer, bilge kişiliğiyle, başka bir perspektif sunmuştu: Ona göre, Mezopotamya adına lâyık olmak için, bir dahaki sefere Ermeni, Süryani, Ezidi katılımcılardan mahrum kalmamak gerekirdi. Sadece Kürtlere değil, bütün Mezopotamya’ya (“bölge”ye), dünyaya, herkese, bütün insanlara kulak veren ve ferasetiyle onlara bir şey söyleyen bir bakıştır bu.
Öteki türlüsü, yani örneğin Mezopotamya’yı ‘baştan aşağı Kürt’ gören ve her baktığı ‘şey’de Kürtlük gören bir bakışın hakim olduğu bir iklimde, yerinden yönetim, ademi merkezileşme vb. ilkeler, taban demokrasisini değil, yerel otokratların gücünü pekiştirmeye yarayacaktır. Böyle bir iklimde özerklik kavramı, otoritelerin her meseleyi özerkliğin kudsiyeti adına ‘bizim meselemiz’, ‘iç iş’ ilan edip kimseye (içte de!) hesap vermemesinin gerekçesine dönüşebilir. Demokratik bir federasyon talebi (veya benzeri alt modeli diyelim!), her şeyden önce kendi iddiası icabı, çoğulcu bir demokratik kültüre dayanmalıdır. Federatif ilke, bir siyasal çoğulculuk ilkesidir çünkü. Ayrıca unutmamalı ki federasyon modelinin tarihsel temelinde, siyasal birimlerin bağlaşma ihtiyacı, dolayısıyla bir ortak ilke arayışı yatar.[4] Federalizmin içe kapanmacılığa, bir ‘küçük olsun bizim olsun’culuğa değil de evrenselciliğe açılabilmesinin kapısı budur.
* * *
Bu bir sesli düşünme idi… Federasyonu düşünmek, işin ucunda federasyon olsun olmasın, bütün bunları düşünmek demek olmalı. Bağnazlıkları ve hamaseti alt etmenin yolu buradan geçiyor.
1 Bugünkü dünyada nüfusu 100 milyonu aşan bütün demokratik ülkeler federasyonla yönetiliyor. Endonezya ve Japonya hariç, fakat oralarda da özerk bölgeler var. Türkiye İstatistik Kurumu’nun kestirimlerine göre ülke nüfusu 2050’de 100 milyona yaklaşıp sonra gerilemeye başlayacak. Şayet 100 milyon bir ‘teknik’ eşikse, bu veri fanatik ünitaristleri ferahlatabilir!
2 Soğukkanlı bir eleştiri: Yiğit Evren – Tuba İnal Çekiç: “Yeni bölgecilik: Türkiye’nin bölgesel gelişme stratejilerinde bir dönüm noktası mı?”, Toplum ve Bilim 98 (2003), s. 186-195.
3 Avrupa Birliği bağlamındaki “Bölgelerin Avrupası” tartışmasıyla da bağlantılı düşünülebilir bu. AB bağlamında bölgeciliğin bazen proto-milliyetçilikle birleşen muhafazakâr bir damarı olduğu gibi, neo-liberal yönetişim ifadesi olduğu örnekler de var. Buralara kısılmadan, bölgeleri ulusal ve idarî sınırların üzerinden atlayan ulus-aşırı bir beşerî temas zeminine dönüştürmeyi hedefleyen bir alternatif perspektif de var.
4 Latince foederatio: birlik demek; kökenindeki foedus, karşılıklı güven temelinde anlaşma anlamına geliyor.