kızıl yeşilKayıkçı dövüşünden demokrasi çıkar mı? - Dr. Rıdvan Turan - SDP Genel...
yazarın tüm yazıları:

Kayıkçı dövüşünden demokrasi çıkar mı? – Dr. Rıdvan Turan – SDP Genel Başkanı

Yeniçağ podcastını dinleyin

Manavdan elma istemişseniz, manav da “elma kalmadı, yerine armut verelim” demişse size ya bu teklifi kabul etmek ya da çıkıp elma aramak düşer.

Ancak talep edilen şey elma değil de demokrasi ve özgürlük ise, talep eden siz değil halklarsa talep edilen merci bakkal değil egemenler ise sonuç pek öyle olmaz.

Size demokrasi ve özgürlük yerine yarı totaliter, yarı özgürlükçü bir şey verelim diyemezler.

Ya da derler ama sorun artık “sınıf mücadelelerinin “ konusu olur.

Her durumda verdikleri şeyin “gerçek demokrasi ve özgürlükler “ olduğunu iddia ederler. Bu tür durumlarda ikamecilik bizim “ittihat artığı” siyaset sınıfının yardımına Hızır gibi yetişir. Türkiye tarihi ne yazık ki bir “ikameler tarihi” dir.

Ülke tarihi açısından önemli olan pek çok olayın ceberut ve halk karşıtı yönü “demokrasi, ilericilik, özgürlük makyajıyla yumuşatılmaya çalışılır. Tarihsel olgu bu kavramdan yararlanılarak tepetaklak edilirken, bu kavramlarda tarihsel olgunun yerine ikame edilir.

Bu basitçe Marks’ın ideolojiye yüklediği anlama uygun olarak, cismin kamerada tepetaklak görünmesi gibi bir şey değildir. Mesele yalnızca ideolojinin konusu değil, pek çok kez güncel politikanın hatta tarih biliminin konusudur.

18. YY’ın ilk yarısında başlayan Lale devri ülkedeki ideolojik, politik ve kültürel plandaki sömürgeleşme ve kompradorlaşmanın önemli bir başlangıcı olduğu halde, resmi tarihçe ilericilik, çağdaşlaşma olarak sunulur. Oysa saray elitlerinin zevk ü sefa içinde yaşamalarının bedeli halkın açlığı ve sefilliğidir.

Yeniçeriliğin ilgası ve Nizam- ı Cedit’ in kurulması resmi tarihimizde müthiş bir ilerici hamle olarak kaydedilir. Bu hamleyi gerçekleştiren III. Selim ve devamını sağlayanlar “ilerici padişahlar “ olarak değerlendirilir. Ne yazık ki bu ilericiliğin halka, halkın gündelik yaşamına zerre kadar faydası olmaz. Zira Nizam-ı Cedit’ in kuruluşu bir sömürgeleşme sürecinin de ön adımıdır. Avrupa’dan ikame ordu düzeni aynı zamanda sömürgeciliğin yarım kapısını da ardına kadar açmak anlamına gelir.

Aynı resmi tarih, Tanzimat Fermanı’na da paha biçilemezken onun 1 yıl önce (1838) İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşmasının – yani kapitülasyonların- siyasal/ideolojik çerçevesini oluşturma adımı olduğunu herkesten gizler. Halk yoksulluk ve zorbalıkla terbiye edilmeye çalışılırken bu operasyonlarla işbirlikçi elit kendini kurtarmaya çalışmaktadır.

Övgüler dizilen Meşrutiyet özde bir İttihat ve Terakki darbesi olmasının dışında, halkın demokrasi ve özgürlüğe açlığını doyuran bir süreç değildir. ‘Kızıl sultan’ istibdadı gitmiş yerine kendinden öncekini aratmayan ittihat diktası gelmiştir.

Ve nihayetinde adına bayramlar yapılan Cumhuriyet, 87. Yılında hala asker ve polis korumasına ihtiyaç duyan, halkın çoğunluğundan korunan, Alevileri sevmeyen, Kürtten nefret eden, müslümanla anlaşamayan bir yönetim biçimi olarak sürmektedir. Osmanlıdan kopuşu değil sürekliliği ifade eden Cumhuriyet de özde İttihat’ın 2. Sınıf subaylarının hükümet darbesinden başka bir şey değildir. Zaten tarife de gerek yoktur, bu ülkede yaşayan muhalifler 87 yıldır onun ne olduğunu yaşayarak öğrenmişlerdir.

Egemenler sınıflar arası çekişmeler, hükümet darbeleri, bürokrasi içi dalaşmalar, emperyalist merkezlerin reçeteleri, olaylara seyirci olmak dışında başka çaresi olmayan halklara ilerleme, demokratikleşme olarak sunuldu.

Bu süreçlerin hemen hiçbirinde emekçi halklar bir kazanım elde edemedi. Hep davul onların sırtında, tokmak başkalarının ellerinde oldu.

Tanzimat’tan bu yana tüm bu süreçleri kendi gerçekliğine yabancılaşmış, çıkarları sömürgecilerle, emperyalistlerle ve onların yerli işbirlikçileriyle ortaklaşmış bir “aydın” sınıfı yarattı. Bunlar kendilerini gerçek aydınların yerine ikame ederken statüko savunuculuğunu ilericilik, egemen sınıflar arası dalaşı demokrasi mücadelesi olarak göstermekte epey mahir olduklarını kanıtladılar.

Şimdilerde de bu “aydınlar” AKP icraatlarını demokratikleşme olarak sunuyor. Bu defa bizim tanıklığımızda AKP icraatlarını demokrasi, özgürlük ve ilericilikle ikame ediyorlar. Devlete kimin “hakim”  olacağı, devlet ayrıcalıklarından kimin yararlanacağı ekseninde çıkan eski ve yeni efendiler arasındaki kayıkçı dövüşünü, AKP’nin demokrasi mücadelesi olarak adlandırıyorlar. AB ve ABD’nin dikte ettirdiği programları demokratik reçete olarak savunuyorlar. Bu demokratikleşme iddialarının sonucu ne?

Kürt meselesinde siyasi ve askeri operasyonlar sürüyor. Devrimciler, sosyalistler cezaevlerine dolduruluyor, sesleri kısılmak isteniyor. Alevilerin temel demokratik talepleri karşılanmıyor. Ermeni sorunu rafta bekliyor. Kıbrıs’ta statüko sürüyor. AKP dünün darbecileriyle bugünün yeni statükosunda tekrar anlaşıyor. Halkın işsizliği ve yoksulluğu artmaya devam ediyor. Savaşın meşrulaştırdığı ölümlerin ve öldürme ‘hakkının’ gölgesinde kadın cinayetleri artıyor.

Peki, yıllardan beri süregelen bu kısır döngü nasıl kırılabilir? Çözüm nerededir? 26 Ekim’de İstanbul’da bizlere yönelik komployu değerlendirmek ve kınamak için pek çok insan bir araya geldi.

Ülkenin bedel ödemiş namuslu entelektüelleri, yazı ve haberleri nedeniyle kovuşturmaya uğrayan gazetecileri, mücadelenin engin tecrübeleriyle dolu işçi ve emekçileri, akademik demokratik mücadeleleri nedeniyle okullarından uzaklaştırılan öğrencileri, büyük demokrasi mücadelesi deneyimlerine sahip Kürtleri, gerçek sanatçıları, devrimci ve demokratları hep bir aradaydılar.

Demokrasi mücadelesi adına özlemini duyduğumuz tablonun ta kendisiydi o. Bu kadar farklı kesimlerin bir araya gelebilmiş olması kendi başına bir başarı olarak tanımlanmasının yanı sıra aynı zamanda,  Ahmet Türk’ün deyimiyle her şerde bir hayrın olduğunun da göstergesiydi.

21 Eylül komplosu şer olsa da bu vesileyle demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi ise hayrın ta kendisiydi. Toplantıda konuşan dostumuz Sırrı Süreyya Önder önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Bir Kürt, bir Türk ve bir Ermeni’nin girdiği bağdan yaşlı bir bağcı tarafından yedikleri dayağı tartışıp, ‘Nasıl olur da biz üçümüz birden dayak yeriz’ diye sorgularken vardıkları sonuç önemlidir. İlk dayağı yiyen Ermeniyi Dövdürmeyecektik! Velhasıl bizim içerisinde bulunduğumuz tablo da bu. İlk tokadı yiyenler olarak devamının gelişini engellemektir niyetimiz.

Şimdi bizlere düşen o tablodaki bütünlüğü bozmadan tam da ülkenin ihtiyaç olan böylesi bir araya gelişi daim kılmak olmalı. Hep bir şeylerin yerine ikame edilmiş demokrasiyi mahkûmiyetten kurtararak yaşamak ve yaşatmak için bu yapılmalı. Çünkü demokrasinin mahkûmiyetine son vermek, halklarında mahkûmiyetine son vermektir.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
325AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin