‘Sol liberalizm’ eleştirisinin sola dışsal bir döneklik meselesine indirgenerek çoğu zaman sadece bir iç konsolidasyon vesilesi sayılmasını ciddi bir sorun saymak gerek. Sol liberalizme dair yazılıp çizilen onca şey arasında önemli olan, sol liberalizmin hâkim sınıfın şu ya da bu kesimine ‘ilericilik’, ‘demokratiklik’, ‘millilik’ gibi hasletler atfederek onun yanına yamanma, mücadelesini hâkim sınıfın o ehven-i şer addedilen kesimin mücadelesine bağımlı kılma tutumuna bir örnek olmasıdır. Yani ‘sol liberal’ olarak tanımlanan pozisyona dönük her eleştiri buradan hareket etmelidir.
Ancak esas mesele, sosyalist hareketin politik ve ideolojik bağımsızlığı olarak değil de ‘döneklik’ ve ‘ihanet’ şeklinde tanımlanınca musibetten ‘ders’ çıkarmak mümkün olamıyor. Sol liberallerin günahı ‘AKP’ye satılmışlık’ olunca sosyalist hareketin erdemi de AKP’ye karşı olmak oluyor. Oysa antikapitalist sol tutumu sol liberal bir pozisyondan ayıran temel unsur, AKP karşıtı olup olmamaktan ziyade, bağımsız bir sosyalist politik alternatif inşa etmeyi hedefleyip hedeflememek meselesidir. Sosyalist hareketin hedefi, AKP’ye karşı bir siyasal-kurumsal alternatif yaratmak, AKP’ye karşı bir muhalefet odağı oluşturmak değil, elbette bu işlevi de görecek antikapitalist bir siyasal-toplumsal alternatifi bugünden yarına inşa etmektir. Ancak sol liberalizm eleştirisi AKP muhalifi olup olmamak bağlamında tartışılınca bu temel mesele talileştirilmiş oluyor ve sol liberalizme simetrik yanlışlar uç verebiliyor. Bunlardan belki de en tedirginlik verici olanı, AKP karşıtlığı adına CHP’ye karşı hayırhah bir eğilimin sosyalist saflarda utangaç bir biçimde de olsa yaygınlaşmasıdır. Elbette söz konusu olan ete kemiğe bürünmüş bir politik pozisyon değil. Sosyalistler arasında kimse açık açık CHP ile AKP karşıtı bir blok oluşturmak gibi bir konumu savunmuyor. Ancak referandum sonuçları üzerinden lafı çokça edilen ve memleketin siyasal haritasının ‘yüzde 60 milliyetçi muhafazakâr sağ ile yüzde 40 sol’ arasında bölünmüş olduğu tespiti, böylesi bir eğilime, daha doğrusu böylesi bir algıya kapıyı aralıyor.
Parti içerisinde bir sol muhalefetin basıncıyla değil de bir ‘saray darbesi’ ile genel başkan olan Kılıçdaroğlu’nun seçime dair kaygılarla dillendirdiği ve son günlerde sınırları açıkça belli olan‘sol popülist’ söylem, sosyalistler arasında bir kafa karışıklığına neden olabiliyor. Ecevit’e öykünen bu söylemin 1970’lerdeki gibi örgütlü işçi sınıfı hareketinin gücüne ya da sosyalist hareketin etkisine yaslanmadığını, bu anlamda altının boş olduğunu söylemeye gerek bile yok. Aslında Kılıçdaroğlu’nun ‘sol popülizmi’ CHP’ye Avrupai bir sol liberal cila çekmeyi hedefliyor. AKP karşısında daha ‘demokratik’, daha ‘sivil’ bir CHP’nin daha etkili olacağı gibi taktik bir hesaba dayanıyor. Ancak Baykal tipi koyu milliyetçi-devletçi söylemin parti içerisinde kısmen dahi geri çekilmesi, sosyalistler arasında AKP karşısında CHP’ye daha hayırhah yaklaşma eğilimini yaratabiliyor maalesef. Sanki yeni bir Milliyetçi Cephe hükümeti karşısındaymışızcasına 1970’lerin yüzde 40’ı ile bugünün yüzde 40’ı arasındaki sınıfsal, siyasal, ideolojik devasa farklar, kırk küsür yılda yaşanan muazzam sosyal dönüşümler hızla es geçilebiliyor.
Referandum sürecinde ısrarla kendi ‘hayır’larının diğer düzen içi ‘hayır’lardan esastan farklı olduğunu haklı olarak vurgulayan çevrelerce referandumda bu yönde oy kullanan yüzde 40 küsürün ‘sol’ olarak değerlendirilmesi böyle bir algının açık bir emaresi. Oysa sosyalist hareketin birinci planda ‘hedef kitlesi’ni oluşturanların bu yüzde 40 olduğunu söylemek, sosyalist ‘hayır’ ile düzen içi sair ‘hayır’lar arasındaki ayrım çizgisini muğlaklaştırmak, ortada sanki henüz şekilsiz de olsa AKP karşıtı ortak bir ‘hayır cephesi’ varmış intibası yaratmak anlamına gelmez mi?
Somutlamakta yarar var: Eğer ‘öncelikli’ hedef kitleniz bu yüzde 40 ise, yani bu kesimden ‘anlamlı parçalar koparmak’ sosyalist hareketi büyütmeye dönük temel yöneliminiz ise siyasal öncelik ve stratejiniz de buna göre şekillenir. İster istemez bu yüzde 40’ın önceliklerini, hassasiyetlerini siyasal eylemliliğinizde evleviyetle hesaba katmak durumunda kalırsınız. Mesela temel yönelimi yüksek öğretimin neoliberal temelde yeniden yapılandırılmasına karşı kitlesel, militan bir karşı duruş örmek olması gereken öğrenci muhalefeti bu hassasiyet ya da öncelikler dolayısıyla pekala türban/başörtüsü meselesine sıkışabilir. Siyasal saflaşma ilericilik-gericilik, AKP yandaşlığı-karşıtlığı ekseninde tanımlanırsa 1980 yıllarla başlayan ve giderek yükseköğretimin bütün yapısını dönüşüme uğratan ticarileşme/piyasalaşma süreci, AKP’nin üniversiteye el koyması şeklinde tarif edilir olur. Üniversitede kadrolaşma elbette önemli bir sorun; ancak öğrenci muhalefetinin kendini AKP, daha vahimi türban karşıtlığı üzerinden tanımlaması, onu olsa olsa mevcut kamplaşmada şu ya da bu kesimin mızrak ucu haline getirme tehlikesini barındırır.
Burada kısa bir parantez açalım: Piyasalaşma derken kastedilen sadece bir ‘parasız eğitim’ meselesi değil, kitle üniversitesinin hem işlevi hem de iç yapılanışı itibariyle prekarya üreten bir fabrikaya dönüşme sürecidir. Bizim meselemiz üniversitelerin ‘AKP’nin arka bahçesi’ olup olmamasından öte üniversitelerin bir dizi yenilginin sonucu olarak çoktan sermayenin arka bahçesi haline gelmiş olmasıdır. Dolayısıyla yükseköğrenimin piyasalaşması meselesini ele alırken esnekleşen emek piyasasında öğrenci gençliğin ‘stratejik’ konumundan (staj, Batı’da MCİş olarak da adlandırılan güvencesiz ve esnek çalışma formları, bursiyer-çalışan olmak vs.) performans kriterlerinin hakim olduğu ve giderek yoğunlaşan eğitim temposuna kadar uzanan bir genişlikte düşünmek gerekiyor. Emekçi olmak ile öğrenci olmak arasındaki eskiye has katı ayrım berhava olurken bu iki hal dolayımında gençlik muhalefetinin potansiyellerini yeniden düşünmek elzem. Ancak ana başlık ‘AKP’ye meydan okumak’ olarak belirlendiğinde ‘esas mesele’ de güme gitme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Öğrenci hareketinin politik müdahalesinin ekseni ‘piyasalaşma’ değil de AKP karşıtlığı ya da ‘gericilik’ olduğunda, politik öncelikleri Kemalizm-laiklik ekseninde şekillenen güçlerle öğrenci muhalefeti arasındaki farkların geniş kitleler nezdinde silikleşmesi ciddi bir risk olarak gündeme geliyor. Böylece mevcut siyasal saflaşmaları geçersizleştirecek şekilde toplumu yeni ve başka bir biçimde saflaştırma iddiasından, yani devrimci siyasal müdahalenin temel bir öğesinden feragat edilmiş oluyor.
Tekrar etmekte yarar var: Sosyalist hareket dahilinde ‘CHP kuyrukçusu’ bir eğilim olduğundan bahsetmek elbette mümkün değil. Ancak yukarıda anılan yüzde hesaplarının farklı kesimlerce sahiplenilmesi, ‘AKP karşıtlığı’ adına CHP’ye, hiç değilse Kılıçdaroğlu CHP’sine hayırhah bir tutumu da ele veriyor. Üstelik benzer yüzde hesapları başka alanlara da sirayet ediyor. Öğrenci muhalefeti içerisinde ciddiye alınması gereken bir geleneği ve birikimi temsil eden bir grubun YÖK karşıtı bildirisinde, “Referandum öncesi doğrudan AKP tarafından yapılan anketlerde üniversite öğrencilerinin yüzde 70’e yakının hayır oyu vereceği belgelenmişti. İşte üniversite AKP için bu yüzden tehdit, işte bu yüzden üniversite bu ülke için gerçek bir umut” ifadelerine yer verilmesi, üniversitelerde temel direniş çizgisinin piyasalaştırma değil, ‘AKP’ye hayır’ demekten ibaret olduğu gibi bir izlenim yaratıyor. Açıkçası böylesi bir tutum sol liberalizm eleştirisinden temel dersi almamış olduğumuzu ortaya koyuyor. Sol liberalizm ile ayrım noktamız sosyalist hareketin politik, ideolojik ve elbette örgütsel bağımsızlığı temelinde tarif edilmeyince dönüp dolaşıp müesses nizamın şu ya da bu kanadına ehven-i şer muamelesi yapar hale geliyoruz. Politik öncelik ve yönelimimiz de bu minvalde belirlenmiş oluyor. Oysa sol liberalizm ile düşünsel hesaplaşmanın manası bir yanlış bayrağı bırakıp bize ait olmayan bir başka bayrağı yükseltmek değil, kendi bayrağımıza daha sıkı sarılmak iradesini gösterebilmektir.