Geçtiğimiz hafta başbakanın üniversite rektörleriyle yapacağı toplantıyı protesto etmek isteyen öğrencilere polisin uyguladığı vahşi şiddet ve sonrasında AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Süheyl Batum ve özellikle Burhan Kuzu’nun yumurta atılarak protesto edilmesi üzerine çokça konuşuldu. Bu iki olay üzerinden öğrenci gençlik muhalefeti yıllardan beri hiç olmadığı kadar kamuoyunun gündemine girme ve egemen medyanın çarpıtmaya açık yapısını bir kenara bırakırsak, sözünü kamuoyuna taşıma imkânı buldu. İstisnai bir durumdu yaşanan. Neredeyse sayısız haber yapıldı öğrencilerin maruz kaldıkları şiddetle ve gerçekleştirdikleri protestoyla ilgili.
Kabul etmek gerekir ki, uzun bir zaman sonra belki de ilk defa, öğrenci muhalefeti üniversitedeki aktüel gücüyle orantısız bir söz söyleme ve meşruiyetini pekiştirme imkânı buldu. Ummadık bir biçimde Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ya da Genç-Sen kamuoyunun bildiği, tanıdığı, öğrencilerin sözünün temsilcisi olarak kulak kesildiği yapılar haline geldiler. Şimdi oluşan bu çatlağı daha da derinleştirmek, bu konjonktürel fırsatı öğrenci hareketini yeniden inşa etmek için kullanmak gerekiyor. Ortaya çıkan toplumsal meşruiyet havasından olabildiğince istifade ederek üniversitelerdeki YÖK-idare-polis baskısından yükseköğretimin ticarileşmesine bir dizi meselede etkin bir karşı duruşu ortaya koymak, olabilecek en geniş muhalefet cephesini okullarda örmek gerekiyor.
Diğer taraftan, hükümet kanadından yapılan açıklamalarda yaşanan şiddet hakkında en ufak bir özrün dolaylı biçimde dahi dile getirilmemesi, olaylarda bir de can kaybı yaşanmış olmasına rağmen Egemen Bağış’ın “öğrenciler polise aşırı şiddet kullandılar” sözlerini sarf edebilmiş olması, hükümetin toplumsal muhalefete ilişkin önümüzdeki dönemdeki yaklaşımının içeriğini açıkça ortaya koyuyor. Özellikle SBF protestosundan sonra hükümete yakın medyanın öğrencileri “faşistlikle, patolojik olmakla, ifade hakkını engellemekle, saldırganlıkla” itham edebilmesiyse daha kısacık bir süre öncesinde demokratlığı kimseye bırakmayan kalem erbabının deyim yerindeyse maskelerini alaşağı etti. Hükümetin dizginsiz polis şiddetini hoyratça savunmasını eleştiren son derece meşru bir protestoyu bile, benzerleri ancak soğuk savaş döneminde görülen bir anti-komünist histeriyle kriminalize etmekten, bu protestolara katılan öğrencilerin boy boy fotoğraflarını yayımlayarak onları hedef haline getirmekten imtina etmeyen bir anlayışın demokrasiyle ne menem bir alakası olduğu ayan beyan ortaya çıktı. Bu anlamıyla öğrenci hareketinin değişik bileşenlerinin protestoları, sadece öğrenci muhalefetine ivme katıp geniş kamuoyu önünde önemli bir meşruiyet zemini sağlamakla kalmamış, Türkiye’de müesses nizamın hakim otoriter karakterine ilişkin özellikle soldaki kimi yanılsamaları da yerle yeksan etmiştir.
Öğrenci muhalefetinin toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri açısından da önemli olabilecek bu istisnai başarısının ihtiva ettiği potansiyeller daha tam açığa çıkmamışken, geçtiğimiz Cumartesi günü İHD’nin Çanakkale’de “Çok kültürlülük perspektifinde barışın dilini kurmak” başlığıyla yaptığı etkinliğe katılan Roni Marguiles’in bir kez daha boya ve yumurta atılarak “protesto” edilmesi, hükümeti açıktan veya dolaylı destekleyen kalemlere adeta nefes aldıran bir işlev gördü. Öyle ya, öğrenciler İHD etkinliğinde sosyalist kimlikli bir yazara, üstelik bu topraklarda “azınlık” olarak adlandırılagelen kesimlere mensup bir yazara “saldırmış”, onu “konuşturmamışlardı”. Bu gençlerin ifade özgürlüğünü engelleyen “zorbalar” oldukları tescillenmişti böylelikle. Örneğin Taraf hadiseyi “kolektif faşizm” başlığıyla duyurmaktan Ahmet Altan da “gençlik faşizmi”nden dem vurmaktan imtina etmedi. Kendi tayin ettikleri sınırları aşan her muhalefet hareketini Ergenekonculukla, darbecilikle, faşizmle damgalamayı itiyad haline getirmiş çevrelerin iktidarı koruyup kollamak adına Çanakkale’deki olaya sarılmalarında bir garabet yok elbette.
Ancak burada durup düşünmek gerekiyor. Öğrenci hareketinin son dönemdeki başarısı hayli kırılgan bir zeminde ortaya çıkmıştır. Yukarıda da ifade edildiği üzere, hareket gücünün ötesinde bir “görünürlülük” kazanmış, bir hafta boyunca adeta ülke gündemini belirler hale gelmiştir. Ama zafer sarhoşluğuna kapılmanın zamanı değil. Öğrenci hareketinin başarısında kendi dışında gelişen süreç ve etkenlerin önemini küçümsememeli. Toplum nezdinde öğrencilere karşı oluşan sempati önemsenmeli, henüz zayıf hareketin ancak bu sempati ve meşruiyet havasından istifade ederek büyüyebileceği atlanmamalı ve dolayısıyla da her adim titizlikle atılmalıdır. Öğrenci eylemleri vesilesiyle son günlerde yaşanan tartışma, AKP iktidarının “demokrasi” kavramı üzerinde kurduğu tasalludu uzun zaman sonra ilk defa bu ölçekte ortaya koymuş, mevcut hükümetin hegemonik “demokratikleşme-sivilleşme” söyleminde bir gedik açmıştır. Bu anlamda neyin protesto, neyin muhalefet, neyin şiddet olduğuna dair yaşanan tartışmayı önemsemek ve muktedirler bloğunun argümanlarını çürütmek önemli bir siyasal görev olarak duruyor.
Çanakkale’de yaşanan hadise bu görevin mana ve ehemmiyetinin ne derece idrak edilmiş olduğuna dair ister istemez soru işareti yaratıyor. Roni Marguiles ve mensubu olduğu hareketin son dönemde AKP iktidarını olumlayan, referandumda “evet”i örgütleyen tutumu ve özellikle sosyalist solun geçmiş ve bugününe ilişkin kullandığı kıyıcı ifadeler, solun ana damarını oluşturan hareketleri “darbecilikle, milliyetçilikle, Kemalizmle” itham etmesi, böylesi bir protestonun muhatabı kılınmasını meşrulaştırabilir mi? Böylesi bir eylem Burhan Kuzu veya diğer iktidar partisi temsilcilerinin yumurta atılarak protesto edilmesiyle aynı anlamı taşıyabilir mi? Beğenilir-beğenilmez son kertede İHD’nin organize ettiği bir panelde görüşlerini açıklayan bir yazara karşı böylesine bir eylemde bulunmak haklı gösterilebilir mi? Her şeyden öte iktidarın ve onun eli klavye tutan destekçilerinin demokrasi bahsinden ne anladıkları en yalın biçimde açığa çıkmışken bir İHD etkinliğini engellemiş, protesto etmiş ve konuşmacıları susturmuş olmanın siyaseten mazur görülebilecek bir yanı var mıdır? Dahası bahsi geçen panelin katılımcıları arasında Diyarbakır Sur Belediyesi Başkanı Abdulah Demirtaş, ikisi de Türkiye’de ilgili kamuoyu tarafından yakından tanınan insan hakları savunucusu Kostas Argaliotis ve Batı Trakya Sinaspismos eski milletvekili Mustafa Mustafa varken böylesi bir eylemi gerçekleştirmenin anlamı ne olabilir? Şiddet tekelini elinde bulunduran ve bunu toplumsal muhalefete karşı acımasızca kullanan iktidar ve egemen siyasetin temsilcilerine karşı gerçekleştirilen eylem sembolik gücüyle kamuoyunda geniş bir sempati dalgası yaratırken bunu çokkültürlülüğün tartışılacağı İHD’nin bir panelinde görüşlerini dile getiren bir yazara karşı gerçekleştirmenin sapla samanı karıştırmaktan, tam da muktedirlerin işine gelecek şekilde suyu bulanıklaştırmaktan başka bir işlevi olmuyor. “Yumurta” tam da iktidara yakın kalemlerin korktuğu gibi iktidarın hoyratlığına, eleştiri kabul etmezliğine karşı geniş toplumsal kesimlerin bir muhalefet sembolüne dönüşebilecekken onun bir “şiddet” ya da “tahammülsüzlük” aracı olarak karalanmasına böylece zemin hazırlanmış olmuyor mu?
Öte yandan kendilerini sosyalist soldan ayırmak için olanca gücüyle çabalayan malum siyasal çevrenin hadiseyi “ırkçılıkla”, yumurta ve boya atan gençleri ve mensup olduğu örgütlülükleri de “ırkçı, ulusalcı sol” olarak tarif edivermeleri düşündürücü. Böylesi kolaycı ve karalamaya dönük yaftalamaları kullanarak birilerini solculuktan atma ve “en hakiki solcu” olduğunu ispat etme yarışına girdiklerini, solu netice itibariyle iktidarın dilini andırır bir dile başvurarak suçladıklarını görmüyorlar mı? Söz konusu eylemi “ırkçılık” olarak adlandırmalarının öğrenci hareketini karalamaya dönük muktedir bloğun dilini ne kadar andırdığını, onu yeniden ürettiğini göremeyecek kadar körleşmiş olabilirler mi?
Öğrenci muhalefeti bugün tam da yaratmış olduğu politik iklim ve etkinin omuzlarına yüklemiş olduğu sorumluluğa yakışan bir tavır sergilemelidir. Oysa yapılan bunun tam tersi olmuş, hükümet ve yandaşlarının öğrenci hareketini karalama, kriminalize etme girişimlerine altın tepside bir fırsat sunulmuştur. Bu anlamıyla daha referandum sürecinde Adalet Ağaoğlu’nun katıldığı bir panelde gösterilen yanlış tavır belleklerde henüz tazeyken, hele böylesi bir konjonktürde yine böylesi açıkça eleştirilmesi gereken bir yönteme başvurulmuş olması vahim bir hatadır ve öğrenci hareketinin neredeyse bütün toplum nezdinde yarattığı haklılık ve meşruluğun aşınması riskini taşımaktadır. Sözün özü bu eylemi gerçekleştirenlerin artık hiç olmazsa bu sefer bu tarz hareketlerin öğrenci ve gençlik hareketine ve en genelinde sosyalist solun meşruiyetine, sözünün güvenirliliğine zarar verdiğini görmeleri gerekiyor. Aksi taktirde bu sosyalist hareketi yaftalamaya, tarihini karartmaya ve bugününü teslim almaya niyetli anlayışlara güç vermekten başka bir yere varmayacaktır.
Öğrenci hareketinin son haftalarda açtığı çatlağı önemsemek, bunu geliştirmek görevi büyük bir sorumluluğu gerektiriyor. Kendimizi kandırmayalım. Son günlerde yaşanan “öğrenci olayları” sıklıkla İtalya, Yunanistan ya da İngiltere’deki örneklerle kıyaslandıysa da bizdeki hareketin henüz anılan örneklerdeki kitlesellik ve militanlık düzeyine ulaşmamış olduğu aşikâr. Hal böyleyken son günlerde yaşanan olumlu gelişmeleri, öğrenci muhalefetinin elde ettiği meşruiyeti, hareketin alanını genişletmek, onu daha büyütmek için kullanmakta hassas davranmak gerekiyor. İktidar öğrenci hareketini tecrit etmek, onu son dönemde oluşan meşruiyet halesinden yalıtmaya çalışıyor. Bunu başardığında polisiyle, soruşturmasıyla, bin bir türlü baskı aygıtıyla muhalif öğrencilerin tepesine binmenin hülyasını kuruyor. Bu oyunu boşa çıkartmak, söz konusu toplumsal meşruiyet halesini ve sempatiyi korumak ve genişletmekle mümkün olacak ancak. Öğrenci hareketinin bu boyutu dikkate almadan gerçekleştireceği Çanakkale benzeri her hareket, onu yalnızlaştırmak yalıtmak için seferber olmuş düzen partisine bulunmaz bir fırsat vermek anlamına geliyor.