yazılaryaklaşımlarKıbrıs ve Oryantalizm - Tegiye Birey
yazarın tüm yazıları:

Kıbrıs ve Oryantalizm – Tegiye Birey

Yeniçağ podcastını dinleyin

“Akdeniz’in fahişesi’’…

‘‘Afrodit’in adası’’…

Kıbrıs…

Nerede mezesi bu rakının?

Nerede yazıyor fiyatı bu kadının?

Sıcak bir Akdeniz adasından geldiğimi duyan bir Amerikalı hemen o anda bana egzotik adadan gelen kız unvanını takmıştı. Kıbrıs’la ilgili tek bilgisi buydu, Akdeniz’de, sıcak, küçük… Tek tanıdığı Kıbrıslı ben… Gülümsemiştim, kendi önyargısını, hayal gücünü, fantezi dünyasını şüphesiz şartsız benim gerçeğim diye ilan edebiliyordu… Ne kadar anlatmaya çalışsam da aslında öyle olmadığını… Hayatımızın mango yemek, dans etmek, siesta çekmek, şarkı söylemek olmadığını… olmadı. Ben egzotik adadan gelen kız’dım. O beni öyle tanımladıkça, öyle kalacaktım. Sömürgeci fanteziler böyle oluştu yüzyıllar boyunca… Daha bilinmeyen topraklara adım atmadan bile akıla doluşan resimlerle… Neydi bu önyargıların temeli? Öteki O’nun olmadığı her şeydi… Ya da O’nun olduğunu zannettiklerinin tam tersi. Kimin aslında ne olduğuyla ilgili değildi bu fanteziler… Algı filtreleri ve hayallerden ibarettiler, hepsi bu. Bu, aslında O’nun hayal gözünün egzotikliğiydi, Akdeniz’deki sıcak küçük adanın değil…

Kıbrıs’la ilgili derdi olan çoğu kişinin ağzından düşmeyen klişe sözcük grubu :’Akdeniz’in fahişesi’…Birçok Kıbrıslı şair, yazar, sanatçı ne zaman Kıbrısla ilgili efkârlansa derin dondurucudan çıkan bu iki çift laf hemen pişirilip önümüze sunulur. Klişedir, ama klişeleşebilmesi için gereken yetki ve kabulü nereden alır bu sözcük grupları?

Şair Semra Dereli ‘Akdeniz’in Fahişesi’ isimli şiir kitabını 2003 yılında siyasetten uzak sebeplerle yazmış. Şairin internet sitesinde yayınlanan röportajda Kıbrıs’a bahşedilen ve kitaba adını veren bu tanımın arkasında yatanları kısaca şöyle özetliyor: ‘‘Söylenceye göre; herkesin sahip olmak istediği ve çok fazla el değiştirdiği için tarihte ‘Akdeniz’in Fahişesi’ adını almıştır.’’ Bu düşünce hiçbir şekilde sadece Dereli’ye özel değildir, aksine, birçok bağlamda birçok kişinin dillendirdiğini Dereli de bir daha tekrarlamıştır. Ancak, yukarıdaki söylemi tekrarlamayı derinden siyasallaştıran ve bu yüzden irdelenmesi gereken birçok nokta var.

‘Söylenceye göre’/’Tarihte’: -Söylenceye göre ve tarihte… adını almıştır- kalıpları somut ve önemli dinamikleri görünmez kılmaktadır. ‘Söylenceyi söyleyen, sözü geçen, tarihi yazan kimdir?’ diye sormamız kaçınılmazdır, çünkü meselenin özü tam da bu gizlenen öznede saklıdır. Çoğu zaman bu sözcük grubunun fikir sahipleri olarak, geçmişte yolu Kıbrıs’a düşmüş şairler ve yazarlar gösterilir. Peki, yazılmış, söylenmiş, resmedilmiş o kadar değer arasından neden dünden bugüne miras bu iki söz kalsın ve ısrarla Kıbrıs’ı tanımlamada kullanılmaya devam edilsin? Bu dinamiğin sebeplerinden biri, ‘Fahişe’ diye tanımlanan bir toprak parçasının ve yaşayanlarının, sömürgecilerin (hem geçmişteki hem mevcut) amaçlarına hizmet etmesidir. Nedir fahişe üzerindeki genel algı? Sahip olunması meşru, satılması meşru, pasifliği meşru… ‘Madem fahişesin, şikâyet etmeyeceksin bunlardan, senin ‘kaderin’ böyle’… İşe gelen bir imaj formüle etmek, bu yanlı imajı evrensel doğru olarak kabul ettirmek gücün pratikteki halidir. Bu sömürgeci stratejisi ‘söylenceye göre’nin ima ettiği tesadüfîlikten, bulanıklıktan uzaktır. Sömürgeci mutlak suretle sömürdüğünün imajını yermek, kendininkini de övmek zorundadır ki güç hiyerarşisinin somut bir meşrutiyeti varmış gibi gözüksün, sanılsın ki sömüren olmazsa sömürülen var olamaz.

Kıbrıs’ın dişileştirilmesinin sebebi, sömürenlerin stratejilerinin sonucuysa, soruyorum: İnsan ilişkilerine yansıyan, ülkelerin sömürge ilişkileri midir? Yoksa ülkelerin sömürge ilişkileri, toplumsal cinsiyet dinamiklerindeki güç dengesizliklerinden mi etkileniyor?

‘herkesin sahip olmak istediği’/ ‘çok fazla el değiştirdiği’: Aralayıp bakmak lazım içeriği ne bu yakıştırmaların diye… Sömürgecilerin sömürülen toplumları dişileştirmesi klasik bir sömürge politikasıdır. Sömürgeci kendini erillikle ilişkilendirilen güç (fiziksel, politik, ekonomik), mantık, sağlıkla özdeşleştirebilmeyi ve kendini böyle temsil etmeyi ve böylece hükümdarlığını meşrulaştırmayı hedefler. Örneklemek gerekirse İngiliz sömürgecileri, sömürge topraklarına fakir veya yaşlı İngilizlerin gitmelerini engellemek için çeşitli önlemler alırdı ki, krallığın prestiji sarsılmasın. Bununla beraber, sömürülen halk ise dişilikle ilişkilendirilen pasiflik, zayıflık ve ilkellikle bağdaştırılırdı ve bu imajın pekişmesi için çeşitli yöntemler kullanılırdı. Bu bağlamda, ‘Akdeniz’in Fahişesi’ yakıştırmanın temelindeki dişiliğin ve adanın kadınlaştırılması durumunun çok da sevilecek bir tarafı yoktur. Kadın gibi, kız gibi olmak benzetmeleri hiçbir zaman olumlu veya yapıcı bir anlamda kullanılmadı ki adanın kadın olmasının potansiyel romantikliğine kanıp bu imaja sarılalım. ‘Kadın gibi’ üzen, ‘kadın gibi’ sahibi olunabilinen ve bu ‘sahibi’ değiştirince fahişe diye anılan bir ada ve adalıların resmi var ortada. İronik bir şekilde, kendine fahişe denilince bu imaja sarılan, bu imajı kullanan adalılar…’Afrodit’in Adası!’, ‘Aşk Adası!’ Gelin siz de görün, bu egzotik adayı!

Kendini toprak parçasından soyutlaştırmanın verdiği hafiflikle adalı bu imajı içselleştirip ağzında tekrarlamaya, ve bundan garip bir zevk, nostaljik bir tat almaya başlayınca, işin trajik kısmı tam da bu noktada başlıyor… Kendi temsiliyetimizi kontrolümüz altına almak Kıbrıs yemeğini yemek, şivesini savunmak, şarkısını söylemekten öte bir projedir. Önce kendimizi tanımlamanın gerekliliğinin bilincinde olabilmemiz, tanımlamanın/tanımlanmanın ve temsiliyetin siyasal önemini anlamamız gerek. Hegemonya bunun üzerine tekrar etiketini yapıştırabilecek olsa da, hali hazırda tenimize yapışmış bu etiketler kanımıza karışmadan onları sorunsallaştırıp bu etiketlerin ne olduğunu ve ne amaçlarla üzerimize yapıştırıldığını sorgulayıp, bizim aslında ne olduğumuzu ve ne olmak istediğimizle ilgili kararları kendimiz verebilmeyi amaçlamalıyız.

Yıkinşa[i] edilmesi gereken çok önemli bir konsept meselenin temelindeki dişilik/erillik ikilikleridir. Zayıflıklarıyla, güçlülükleriyle, duygularıyla, düşünceleriyle, ev hayatıyla, iş hayatıyla bütün birer insan olabilmek varken bunun yerine kadın/erkek olmaya ve dolayısıyla yarım insan olarak yaşamaya zorlayan bir anlayışla karşı karşıyayız. Hayatı cinsiyet ayrımları üzerinden algılamak o kadar derinden işlemiş ki beyin hücrelerimize, bırakın bir kişiyi, bir ülkeyi ve bir toplumu bile cinsiyetsiz bırakamıyoruz. Hem kadınları hem erkekleri belirli kurallar izlemesi ve varoluşlar kabullenmesi gerektiğine inandırmayı amaçlayan bu sistemin böl ve yönet politikayla benzeşmesinin tesadüfî değil. Sömürgeciliğin başka formlarda devam ettiği günümüz dünyasında nasıl kadın ve erkek diye bölmek ve yönetmek sömürücülerin ceplerini dolduruyorsa, koloni dönemindeki toplumları din, dil, ırk,cinsiyet ayrımlarının çukurlarına düşürüp birbirine katan sömürgeciler de aynı yöntemle hükümdarlılarını sürdürüyorlardı nasıl olsa.

Evet, sözümüz istediğimizden az geçebilir ülkemiz dediğimiz mekânda. Evet, yapısal anomaliler çoğu zaman çeşitli konulardaki çabaları sonuçsuz bırakabilir. Ancak, aklımız dediğimiz mekân hale daha bizim sorumluluğumuzda. Gazete, kitap, dergi sayfalarında mürekkebin alacağı şekiller kısmen de olsa elimizde. Kendimizle veya başkalarıyla yaptığımız sohbetler sırasında ağzımızdan çıkacak kelimelerin, düşündüklerimizin mimarı da sorumlusu da biziz. Neye tepki gösterip neyi alkışlayacağımıza da ya aktif olarak yada pasif kalarak biz karar veriyoruz. Ve yukarıdakilerin hepsi, ekonomik veya siyasal realiteler ve bunları etkileyebilme gücümüz ne olursa olsun, toplumsal kimliğimizi oluşturuyor. Elimizdekilerin, yapabileceklerimizin toplumsal kimliğimizi yeniden inşa etmedeki öneminin farkında varmak da kritik önem taşıyor. Patricia Hill Collins’in, ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığının kesişimiyle hareket alanı hayli kısıtlanan siyahi kadınlara ithafen söyledikleri Kıbrıs bağlamıyla birebir örtüşüyor… ‘‘Harekete geçmeyi ciddi şekilde engelleyen durumların varlığına rağmen kendini tanıma yoluyla güçlenmek ve yetkilenmek elzemdir.’’

[i] Derrida’nın ‘Deconstruction’ yaklaşımı.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
355AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin