Antikapitalist tutum ile ilgili özellikle ekolojik kriz söz konusu olduğunda, solda tam bir eklektizm devreye giriyor. Sermayenin ideolojik bombardımanı olan “enerji açığı” söyleminin etkisiyle enerji açığını en uygun nasıl çözeriz mantığı giderek ön plana çıkıyor. Bu sorunlara üretim sisteminin (kapitalist üretim sisteminin) kendisinin yol açtığı unutuluyor. Sistem karşıtı mücadele yerine sistemin ihtiyacı şeyler için “alternatif çözüm” önerileri üretmeyi sol, “düşünmek” olarak algılamaya başlıyor.
(*)Uzun süredir solun ideolojik bir kriz yaşadığı ezber tartışmalardan biridir. Halka kendini anlatamamaktan, halktan kopmaktan, kapitalizm karşısında ideolojik hegemonyayı kaybetmekten bahsedilmektedir. Bu nedenle de solun, toplumsal sorunlar karşısında, kestirmeci bir yaklaşımla, alternatif(!) çözümler üretmeyi “hemen çözüm, bu günden çözüm” beklentisi ile hareket etme eğilimleri de bu süreçten çıkış için gündeme getirilmektedir. Genellikle “bu günden çözüm” adıyla üretilen fikirler sistem dışı düşünmeyi, kalıcı çözüm önerilerine kafa yormayı bir yana itmekte, kalıcı çözüm önerilerini önerenleri de “sorunları devrim sonrasına erteleyenler” olarak suçlama eğilimi hegemonya kazanmaktadır. Her ne kadar herkes her türlü melanetin kapitalizmden ve onun kâr hırsından kaynaklandığı konusunda hemfikir(miş) gibi hareket etse de durum hiç de öyle değil. Sistem karşısında alınan tutumlar ve politik ufkun nasıl biçimlenmesi gerektiği üzerine ortalama bir değerlendirme dahi solun ideolojik olarak antikapitalist tutum konusunda daha fazla çaba harcaması gerektiğini ortaya koyuyor.
Bu antikapitalist tutum ile ilgili özellikle ekolojik kriz söz konusu olduğunda, solda tam bir eklektizm devreye giriyor. Sermayenin ideolojik bombardımanı olan “enerji açığı” söyleminin etkisiyle enerji açığını en uygun nasıl çözeriz mantığı giderek ön plana çıkıyor. Bu sorunlara üretim sisteminin (kapitalist üretim sisteminin) kendisinin yol açtığı unutuluyor. Sistem karşıtı mücadele yerine sistemin ihtiyacı şeyler için “alternatif çözüm” önerileri üretmeyi sol, “düşünmek” olarak algılamaya başlıyor.
Alternatifçilik
Bu demek değildir ki bugünden sisteme müdahale biçimleri geliştirerek bütünlüklü bir biçimde kapitalist uygarlığı alaşağı edecek bir yürüyüş kolu oluşturulamaz. Önemli olan, asgari müdahale biçimlerinin, sistemin sermaye birikim krizini derinleştirecek bir yol yaratıp yaratmayacağıdır. Ya da şöyle söyleyelim, kendi yaşam biçimlerimizi örgütlerken, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirecek bir ekolojik toplumsal sıçrama için demokratik bir örgütlenme inşa edilemez mi? Örneğin şirket tarımına ve marketler zincirine bağlı olarak geliştirilen kapitalist gıda sistemi yerine, mülksüzleşen ve proleterleşen küçük köylüyü ve geleneksel tarımını savunmak, yerelde üretip, yerelde tüketmeyi politika olarak benimseyen bir toplumsal sistem üzerine yoğunlaşmak ve mücadele etmek çok daha sol ve devrimci politika değil midir?
Küçük köylü tarımı ve yerelde üretip yerelde tüketilirse ne olur? Birincisi, doğanın döngüsünü bozmayan temiz, ekolojik ve geleneksel teknikler bir arada tutulmuş olur. Bu şekilde doğa ve insanın tarımsal üretimden kaynaklanan çelişkisi asgariye indirgenir. İkincisi, endüstriyle tarımın yarattığı tahribatın aşılmasının kapısı aralanır. Kıtalararası tarımsal ticaretin yerine, bölgesel işbirliği içinde bir üretim deseni oluşturulur. Bu da daha az ulaşım ve daha az soğutma tesisi demektir. Daha az teneke kutu, poşet v.b yapımı olur. Endüstriyel kapitalist tarımsal sistemi ve bu sistemin iklim üzerindeki tahribatını aşacak bir yol açılır.
Bunları yaparak İngiltere’de %15-26, ABD’de %30, Hırvatistan’da %38 enerji tasarrufu oluşabilir, bunu bütün dünya ölçeğinde düşündüğümüzde bütün bu tekniklerin bir araya gelişiyle asgari %15-20 arası enerji tasarrufu sağlanabilir. Tabiî ki bunları tam anlamıyla gerçekleştirebilmenin yolu kapitalizmin kâr hırsına dayalı sisteminden vazgeçmekle mümkündür. Kapitalizm kâr hırsından vazgeçmeyeceğine göre bunun çözümü kapitalizm dışı bir toplumsal düzen kurgusu ve mücadelesinden geçer. Türkiye’nin %2-2,5 “enerji ihtiyacı” argümanıyla, ülkenin akarsuları üzerine yapılması planlanan 2000′den fazla HES’e dönük mücadelenin de bu perspektifle ele alınması gerekir. Ama genelde bunun yerine sermayenin kapitalizmin kendisini yenilemesi için dayattığı alternatif çözüm önerileri arasından tercih ön plana çıkarılmaktadır.
Fosil yakıt ve nükleer enerjilerin yol açtığı kirlilik ve tehlikelerin çözümüne dönük önerilerde benzeri bir zihin işliyor. Nükleer karşıtları, temiz enerji kaynağı olarak güneşe, suya, rüzgâra sığınıyor. Termik santral karşıtları, suya… Hes karşıtları güneşe, rüzgara… Bu silsile bu şekilde devam ediyor… “Yenilenebilir enerji, temiz enerji” gibi kavramlar yeterince araştırma ve tartışma yapılmadan literatürümüze girebiliyor. Rüzgar enerjisi, güneş enerjisi ve (biyo-yakıt)agro-yakıtlar’ın daha iyi olduğu savunulabiliyor. Örneğin sermayenin enerji ihtiyacı için yapmak istediği nükleer enerji santrallerinin yapımına karşı çıkarken “Rüzgar, Güneş bizi yeter” demek veya fosil yakıtların yol açtığı kirliliğe alternatif olarak daha az kirlettiği iddia edilen biyo-yakıt üretimi savunularak, “enerji tarımına önem verilmesi ve biyo-yakıt oranının %7′lere çıkartılarak üretim alanlarının çoğaltılması gerektiği” sol partilerin seçim programlarına koyulabiliyor.(bkz.ÖDP’nin 1999 yılı seçim bildirgesi) Bütün bunların aslında yeni bir toplumsal düzen isteminden uzaklaştırıcı düşünceler olduğu görülemiyor.
Biyo-yakıt üretimi için tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı ve GDO’lu bitki üretiminin kapitalizmin seçeneği olduğu göz ardı ediliyor. Bu bitkilerin üretimi için kullanılacak enerji ve kimyasalların çevre ve atmosfer kirliliğine yol açabileceğini iktisadi akıl, hesaplamanın dışında bırakıyor. Güneşten enerji elde etmek için onlarca dönümlük tarım arazisinin güneş kolektörü ve pilleri için feda edileceği veya bu pillerin ömrü bittiğinde o arazilerin pil çöplüğü haline geleceği tartışmalarda göz ardı ediliyor. “Yenilenebilir enerji”ye dönük tartışmalardaki örnekler çoğaltılabilir..
“Küresel İklim Krizi”ne dönük tartışmalarda benzeri yanlışları yeniden üretiyoruz. Pop ikonu yetiştirilen eylemliliklerin sonuç alıcı bir politik eksen geliştirme beklentisi üzerine pek de kafa yorulmadan ısıtılan kimi küresel süreçlerde bu ezberler çoğaltılıyor. Karbon salınımı azaltma yerine emisyon salınımı meşrulaştırılarak havanın ve doğanın da metalaştırılmasının önünü açan “Kyoto Protokolü”nün karbon salınımını sınırlandırdığını düşünüp protokolün imzalanması için eylemler yapılıyor, protokol imzalanınca solculuğu kendinden menkul kişiler bunu bir başarı olarak lanse edebiliyor. Gerçekte ise iklim değişikliği karşısında “Kyoto Protokolü” iklim adaletini sağlamadığı gibi aksine parası olanın dünyayı kirletmeye devam etmesini sağlayacak tuzakları içeriyor. Kısacası alternatif çözüm önerilerinde sistemi sorgulama yerine sistemin boşluklarından yararlanıp çözüm üretme hakim düşünüş biçimi olunca ortaya çıkan öneriler de sistem karşıtı bir örgütlenme ve mücadele yöntemlerini üretme yerine sistemin öngördüğü oranda örgütlülük ve mücadele yöntemlerini öne çıkartmakta, bir nevi kapitalist sistemin devamlılığını sağlayacak ihtiyaçları karşılamakta.
Yargıyla “Yeni” Cesur Dünya!
Alternatifçilik hastalığı gibi sistemle hesaplaşmamanın bir adı da devletin neoliberal uygulamaları karşısında yargı kararları yoluyla yeni bir dünya yaratılabileceğine dair kanıdır. Yargısal yollarla uzun mücadele zeminlerinde kısmi mevziler kazanma iddiasının ötesine geçerek, tüm bir sermaye hareketinin ve devletin muhafazakar liberal karakterinin mahkum edilebileceğine dair masum körlük, siyaset üretememenin de bir diğer zeminidir. Bu yanıyla da sisteme entegrasyonun önemli bir uğrak noktasıdır. Özellikle bu süreçlerde hukukçuların omuzlarına yüklenen yük ve onların neredeyse kitle hareketinin doğal önderi haline getirilmesi de sistemle uğraşmamak için bir hareket noktası olabiliyor. Herhangi bir davayı kaybettiğimizde üzülüyor, kazandığımızda ise mutlu oluyoruz. Avukatları başarılı ya da başarısız ilan ediyoruz. Halbuki hepimiz biliyoruz ki “adalet mülkün temeli” değil “mülk adaletin temeli”. Bu nedenle siyasi iktidarlar, mahkeme kararları istedikleri gibi çıkmadığı zaman uygulamaktan imtina ediyorlar. Veya bir gecede yasa veya kararname çıkartıp bu mahkeme kararlarını boşa çıkartabiliyorlar. Cargill’in Bursa Orhangazi’deki fabrikasına ilişkin kararlar gibi.
Siyasi iktidar sadece yargı kararlarıyla da oynamıyor; sürdürmek istediği neo-liberal politikaları bir parça da olsa sekteye uğratan devlet kurumlarıyla da oynamaktan çekinmiyor. Rize İkizdere’nin doğal sit alanı ilan edilmesinin HES’lerin yapımını durduracağını düşünerek hemen Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bünyesindeki koruma kurullarının yerine Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlı “Ulusal Biyolojik ve Çeşitlilik Kurulu” adıyla yeni bir yasa hazırlamaya çalışıyor.Böylelikle istediği gibi kararlar almayan bir kurulun kararlarını çöpe atmaya hazırlanıyor. Kendine bağımlı olarak şekillendireceği bu kurul vasıtasıyla tüm sit alanı kararlarını “gözden geçirtecek”. İşte size neo-liberalizmin demokrasisi ve hukuk anlayışı..
Meşru müdafaanın sınırları
Yanılgılarımızdan birisi de ısrarla ve inatla mücadelemizin “şiddet” içermemesini meşruluğun birinci şartı olarak görmemiz. Hâlbuki Bolivya’da, on binlerce köylü ve yerli, koka ekme özgürlüğü, sağlık ve eğitim harcamalarının artırılması, kredi v.b talepleriyle yolları kesip mücadele yürütürken, “başkaldırıyı” bir meşru müdafaa biçimi olarak hayata geçirdi. Arjantin’de işsizlerin ve yoksulların direnişinin simgesi Piqueterolar (işsizler hareketi) yolları kesip büyük marketlerin gıda dağıtım zincirlerini darmadağın ederken meşruluklarını eylemlerinin şiddet içermemesinden değil haklılıklarından aldılar. Yeni baştan sistem karşıtı bir hareketin tüm maddi koşullarının olgunlaştığı bir çağdan geçtiğimizin hesabını yapmalıyız. Bu sınırları görmeden, devlet-toplum gerilimine sıkışmış liberal sivil toplumcuların retoriği içinde toplumsal gerçeğimizi algılayamayız.
Sonuç olarak
HES’lere, suyun ticarileşmesine, GDO’lara, gıda ve tohum tekellerine, “küresel iklim krizi”ne karşı mücadelelerin başarısı, dünyadaki üretim sisteminin köklü bir değişikliğe uğratılabilmesi mücadelesinden geçmekte. Sol, çözüm önerileri sunarken sistemin boşluklarını doldurmayı değil, sistemin dayattığı önerilere alternatif yeni bir toplumsal düzen kurgusuna uygun örgütlenme ve mücadele hattı çizebilirse kendi krizini de aşabilir. Aksi takdirde kısmi başarılar sermayenin yeni manipülasyonları ile boğulmaya mahkûmdur.
(*)(Bu yazı Kolektif Ekososyalist Dergi, Kasım 2010, 7. sayıda yayımlanmıştır)