Anlaşılan o ki, ne Türkiye solu, ne de liberaller, dünyada bir kuşaktır süren mücadeleler ve kavramsallaştırmalardan pek haberdar değiller. Demokratik özerklik söylemi karşısında verilen tepki, egemen ulus reflekslerinin ne denli içselleştirmiş olduğunu da gösteriyor. Küçümsemekten azarlamaya, ütopik bulmaktan ders vermeye kalkışmaya kadar giden bu refleksler yüzünden Kürt hareketinin içinde bulunduğumuz an ve mekana dair konumu yeterince değerlendirilemiyor, ilerici birtakım çıkışların hakkı verilemiyor.
Demokratik özerklik tartışmasını açan Kürt Hareketinin emelinin altını dolduracak sözler kamusal alana intikal edemiyor, zira Kürtlerin ya takiye yaptığı düşünülüyor (“aslında amaçları ayrı devlet ilan etmek”), ya da sözler anında eski kalıplardan birinin içine yerleştirilmek suretiyle lağvediliyor (“olsa olsa Jakoben bir halkçılık yapıyorlardır”). Geçmişte solun kendi örgütlenme aracı olan halk meclislerinin özerklik doğrultusunda gündeme gelmiş olması başka bir şey ifade etmiyor mu oysa ki? Temsili demokrasinin ne denli burjuva, ne denli yanlı olduğu unutuldu mu? Parti siyasetine hapsolmanın, sistemin içinde kalmayı yeğlemek ve sistemi yeniden üretmek olduğu aşikar değil mi?
Halk meclisleri, Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı bölgede yeni bir deneyim sayılmaz. 1999’dan itibaren belediye başkanlığı kazanmış olan Kürt partileri, mahalle ve ilçeler bazında kısmen de olsa çeşitli özyönetim yapıları oluşturmaya çalışıyorlardı. Bu çalışmaların hızlanması resmi mercileri korkutmuş olsa gerek ki, KCK operasyonları adı altında bir nebze sekteye uğratıldı. Buna rağmen mahalle örgütlenmeleri, daha çok gençlerin enerjisi sayesinde devam edebildi. Kadınların çocuklarıyla katıldığı, mahallelinin kendi ihtiyaçlarına yönelik siyaset üretilmesi için biraraya geldiği bu meclislerin daha geniş formel yapılara kavuşturulması, özerklik tartışmalarının ana eksenini oluşturuyor. Ayrıca Demokratik Toplum Kongresi, Aralık 2009’da alternatif anti-kapitalist bir ekonominin temellerini tartışmak üzere bölgeden ve ülkenin dört bir yanından katılımcıları Diyarbakır’a çağırmıştı. Burada kooperatifçilik ve komünal üretimden, kapitalizme yenik düşmeyen bir bölgesel kalkınma perspektifine kadar birçok konu gündeme geldi. Bunlar çok ufak adımlarla da olsa birkaç beldede fiilen denenmeye başlandı bile.
Kısaca, 19 Aralık’ta Diyarbakır’da okunan demokratik özerklik metninin lafzı ne olursa olsun, ruhu Latin Amerika’daki ilerici grupların mücadelelerinden pek de uzağa düşmüyor. Bu, Kürt hareketinin son 30 yıllık süreçte çok değişmiş olduğunun, el yordamıyla da olsa kendini zorlu koşullara adapte edebildiğinin, ve alternatif arayışlar içerisinde olan en kitlesel hareket olduğunun göstergesidir.
Halihazırda Latin Amerika’dakilere benzer mücadele verebilecek yegane kitle Kürtlerdir. İşçi sınıfının gerek 1980 darbesi, gerekse neoliberal ekonomi yüzünden dağılmış olan kitlesinin yokluğunda dar çevre siyasetine, sendikacılık ve yayıncılığa mahkum olmuş olan soldan bu açıdan farklıdır. Kürtlerin örgütlü bir kitlesi ve çok sağlam bir iradesi olduğu gibi, alternatif projeleri hayata geçirebilecek bölgesel bir mekanları da vardır. Bu mekana kapitalizmin henüz girmemiş olması kalkınma açısından gayet olumsuz sonuçlara yol açmışsa da, alternatif bir ekonomi deneyimi açısından tam aksine elverişli bir zemin oluşturmaktadır.
“Ulusalcılık” anahtar kelimesine takılan ve Kürtlere ulusal kimlikleri ile sınıf arasında bir seçim yapmaları gerektiğini dayatan solun bu potansiyeli görmemiş olması, birtakım dogmatik kalıpların kırılmasının ne denli zor olduğunu gösterir. 1980 öncesinde kadınlara da böylesi bir dayatma yapılmış, kadın mücadelesi ile sınıf arasında bir seçim yapmaları istenmişti. Türkiye’de feminist hareketin ancak 1980 sonrasında yeşerebilmesinin sebebi de ne yazık ki budur. Fikrî olarak bu tür dayatmaların ne denli yanlış olduğunu bir kenara bırakalım. Bugün dünyanın bulunduğu konjonktür itibariyle “ya o, ya o” gibi seçeneklerin mücadelelerin başarısı açısından intihar etmekle bir olduğu bir türlü anlaşılamamaktadır. Oysa Türkiye solunun heyecanla izlediği Latin Amerika deneyimlerinde yerli halkların kimlik talepleriyle sol hareketlerin ittifakı, ekolojistlerle gıda egemenliği mücadelesi veren çiftçilerin biraradalığı sözkonusudur. Kapitalist üretim tarzında köklü bir değişikliğe yol açan neoliberal sermaye birikimi sürecinin girmediği yaşam alanı kalmamıştır. Tohum savaşlarında ve HES’ler konusunda olduğu gibi en temel kaynaklar bile metalaştırılarak, bunlar sayesinde geçimini sağlayan yerel halklar piyasaya güdümlü hale getirilmektedir. Bu denli genişleyen bir piyasa ekonomisine karşı verilecek mücadelenin, farklı duruş ve kaygılara sahip hareketler arasında ittifak kurulmadan gerçekleştirilmesi imkansız değilse bile çok zordur. Demokratik özerklik projesini “romantik” veya “ütopik” olarak değerlendirmek yerine, ittifak kurmadan ve kitleye sahip olmadan mücadele vermenin ne denli “gerçekçi” olduğunu bir gözden geçirmek gerekmez mi o halde?
Kürt hareketinin Meksika’daki Zapatista ayaklanmasının sloganını benimsemiş olması (“Edi Bes’e”, yani “Yeter Artık”), devletin ve egemen ulus partilerinin bir türlü uzatmadığı ele bugün ihtiyaç duyulmadığını ifade ediyor. Fırat’ın Batı yakasından bakılınca bir türlü görülemeyen budur. Gelinen noktada geç kalınmış mıdır? Kanımca hayır. Seçenekler dayatmak ve ortaya konan iradeyi bir öğretmen edasıyla sorgulamak yerine, bölgedeki deneylere solun kendi birikim ve kuramlarını taşıması, her iki tarafı da güçlendirebilir. Yeter ki 70’lerin söylemleriyle bugünün kavranamayacağı, zira kapitalizmin şekil değiştirmiş olduğu anlaşılsın. “Edi Bes’e” de, demokratik özerklik projesi de, talep ve tepki siyasetiyle bir yere varılamayacağının Kürt hareketinin önderleri tarafından bilindiğine işaret ediyor. Taleplerin muhattabı olan bir devlet yok zira artık. Neoliberal yüzünü muhafazakar AKP hükümeti aracılığıyla daha da kolay gösterebilen bir devlet vardır. Batı ülkelerinde neoliberalizmin muhafazakar hükümetler (Thatcher, Reagan, baba ve oğul Bush) aracılığıyla empoze edildiğini unutmamak gerekir. İslam dünyasında sözü geçen güçlü bir Türkiye yaratma kisvesi altında hayatın her alanının ranta açılması çok daha kolay olmuştur. AKP’nin asıl amacının ne dindarlığı yaymak, ne de yeni anayasa hazırlamak olmadığı; yegane Kâbe’sinin sermaye olduğu açıktır. Dünyadaki gidişat da zaten bu yöndedir. Küresel piyasanın çarkına mükemmel bir biçimde oturmuş olan bu hükümetten, bu devletten birşey talep etmekle ne sol, ne de Kürtler kayda değer bir kazanç elde edebilirler.
Oysa iktidardan bir adım önde gitmek suretiyle, yani talep etmek yerine, talep edileni hemen şimdi ve burada hayata geçirerek, de jure (resmi) olmasa bile, de facto (fiili) bir durum yaratılabilir. Talep, iktidarı yeniden üretir – talebi karşılayacak güce sahip olanın iktidar olduğunu zımni olarak teslim eder. Fiili örgütlenme ise iktidara köstek olabilecek bir gücün varolduğunun iktidara dayatılmasıdır. Bunu sol, kendi örgütlülük tarihi içinden bilir aslında – tereciye tere satmanın da bir anlamı yok. Mesele, kitlesinin dağıtılmış olduğu bir konjonktürde böylesi bir örgütlülüğe ittifaklara girmeden nasıl ulaşacağıdır.
19 Aralık’ta Diyarbakır’da Kürt hareketinin, muhafazakar veya burjuva çevreler açısından son derece “sol kokan” bir siyasal ve ekonomik projeyle ortaya çıktığını görmek gerekir. Geçmişin anahtar kelimeleri ve ideolojik tartışmaları yüzünden böylesi bir fırsatın kaçmasına izin vermek, tarihsel bir dönemeci alamama riskini doğuracaktır. Demokratik özerklik projesine solun sahip çıkması, ve ordusuyla medyasıyla iktidarın bu projenin bastırılması için elinden geleni ardına koymayacağı bu günlerde, Kürt hareketine arka çıkması bu yüzden hayati önem taşımaktadır.