CHP, yazıla ve söylenegeldiği gibi, devleti ve Cumhuriyeti kuran parti olmadı. Aksine, partiyi bizzat devlet kurdu. CHP’nin tarihini, ideolojisini ve yapısını bu yaklaşımla okursak, gerçekçi bir analiz yapma imkânımız olabilir. Ezberden konuşmak, geçmişte olup bittiği ileri sürülen her söylenene inanmak, itinayla temizlenmiş bir geçmişi iman halinde benimsemek, günümüzü analiz etmekte en büyük engeldir.
Peki, baştan alalım: Önce Ankara’daki siyasal iktidar İstanbul’dakini de kapsayacak şekilde genişledi. Ardından bir yıllık zorlu bir sürecin ardından Cumhuriyete evrildi ve sonra Halk Fırkası’nı (HF) kurdu. Yerel inisiyatiflerin olağanüstü karmaşıklığını taşıyan Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti, devletin el koymasıyla birlikte HF’ye evrimleşirken, bütün inisiyatifini yitirdi. Devlet yegane siyasi partiyi kurarken, ona el de koydu. HF de devletin partisi ve sözcüsü olarak misyoner rolünü yüklendi.
Peki, ama bunun böyle olmasının ne önemi olabilir? Bir partinin toplumun belirli kesimlerinin siyasi inisiyatifi sonucunda kurulmasıyla doğrudan devletin partisi olarak doğması, onun geleceğini bütünüyle etkiler ve hatta belki de tayin eder. Partinin devlet aygıtı karşısındaki konumunu ve siyasetini kötürüm hale getirir; itici güç olmaktan çıkar, emir-komuta zincirinin parçası haline gelir. Konumu, komuta kademesinin altlarıdır. Devletten gelecek her türlü etkiye sonuna kadar açıkken, toplumla ilişkisi zayıf ve tek yanlı oluşur. Devletin vazgeçilmez öğesidir, fakat devletle ilişkisi eşit değildir. Devletin bir organıdır ama çok daha önemli organlar arasında önde geleni değildir. Devletin toplum üzerindeki ve olabilirse içindeki uzantısıdır. Devletin inisiyatifini doğuran değil, emredileni uygulayan bir organdır. Bu bakımdan aktif değil, pasiftir.
“Devletli” yöneticiler
Partide yükselmek için parti içinden gelmek gerekli ve yeterli olmadığı gibi, genellikle bu yoldan sonuca ulaşmak da mümkün değildir. Daha önemlisi devlette yükselmek ve oradan partiye hâkim olmaktır. Bu bakımdan önemli parti yöneticilerinin neredeyse tamamı partiden değil, devletten kopup gelir. Parti(li)nin gözünde de devlet/hükümet, partiden önce gelir, parti ona tabidir. Bu tabiiyet ilişkisi içselleştirilmiştir. Parti(li)nin devlet katında temsili de, söz hakkı da zayıftır. Toplum üzerindeki ve içindeki konumu, devletin gölgesini temsil etmekten öteye geçemez. Bir anlamda devletin topluma yönelik hoparlörü konumundadır. Fakat ses kendisine ait değildir.
CHP, bütün tek parti dönemini böyle geçirdi. Bu süreç onun ideolojik ve örgütsel yapılanmasını şekillendirdi ve betonlaştırdı. Sonra bir ara Serbest Fırka macerasından sonra, partinin önemi, başkaca totaliter örneklerden esinlenerek, güçlendirilmek istendi. Bu fikriyatı büyük ölçüde Recep Peker temsil ediyordu; 1931-1936 yılları arasında yapmaya çalıştığı, başka modellerde de görülen, partinin canlı bir organ haline gelmesi ve devlet karşısında sadece bağımsız olmasının değil, hatta onu yönlendirebilmesinin yolunun açılmasıydı. Ne var ki, eski görüş ağır bastı; Peker, CHP Genel Sekreterliği’nden bu nedenle uzaklaştırıldı.
Devlet dairesi
Ardından, Peker’in görüşüne yönelik tepki, eğer birazcık kalmışsa onu da ortadan kaldıracak şekilde, partinin bağımsızlığının son kırıntılarını da ezerek, devletin partiye el koyması oldu. 1936 yazından sonra içişleri bakanı otomatik olarak parti genel sekreteri olurken, valiler de partinin il başkanları haline geldi. Sıra kaymakamlara geliyordu ki, bu kadarına izin verilmedi. Dikkat edilsin; bakan genel sekreter oluyordu, aksi değil. Devlet partiyi kendisinin basit bir resmi dairesi olarak görüyor ve ona düşenin sadece ona aktarılanı uygulamak olacağını düşünüyordu. Partinin ne yapısal ne de ideolojik bağımsızlığı söz konusuydu.
Bu dönemde devlet denildiğinde akla gelen hükümetti. Yani bütün eski metinlerde yer alan devlet sözcüğünün yerine hükümet yazılırsa, metinlerin dünya görüşü daha kolay anlaşılır. Devletle hükümet arasında hiçbir ayrım ve sınır bulunmuyordu. CHP, bunun için hükümet partisiydi de.
Cumhurbaşkanı olduğunda İnönü, bu kaynaşmayı hafifletmek istedi. Devlet-parti kaynaşmasına son verecek adımlar atmaya çalıştı. Çalıştı, fakat nafile sonuçlar elde edildi. Aksine hayat, partinin devlete olan ihtiyacını hissettirdikçe, kâğıt üzerindeki kararlar, eski uygulamanın devamını engelleyemedi. Parti o kadar zayıftı ki, kendi başına bırakılırsa, ayakta kalamayabilirdi. Devletin desteği olmadan yaşayamazdı. Devlet aygıtı ile hükümet, partinin koltuk değnekleriydi. Hele karşısında ona az çok rakip olabilecek siyasi kuruluşlar varsa, bu destek ihtiyacı daha da artıyordu. Devlet, çocuğu sayılan partiden; parti, kurucusu ve koruyucusu devletten kopamadı. CHP, vesayet sisteminin kötürüm ettiği bir parti haline geldi. Vasi değildi, vesayetin sadece bir ögesiydi. Genel olarak vesayet sisteminin taşıyıcısı olduğu kadar, kendi üzerindeki vesayetin de kölesiydi.
Kölelik ruhu, partinin 1950 sonrasındaki bütün yapısal ve ideolojik tutumunu etkiledi. Bunu muhafaza etmek isteyenlerle, yapısal ve politik bir dönüşümün başını çekmek isteyenler arasındaki siyasal mücadeleler, bu temel dünya görüşünün etrafında oldu. Parti, özerk alanını genişlettikçe, toplumla daha yakın bağlar kurdukça, demokratik rejimin önemli bir unsuru haline geldi. Aksi hallerde, durgunlaştı. Dışarıdan yönetilir ve yönlendirilir yapısını sürdürdü. Bunun bir parti için ölüm fermanı olabileceğini ise hiç anlamadı.
CHP’nin devletten, ona yakın medyadan ve çevresinden nasıl ve niçin bu kadar derinden etkilendiğini merak edenler, partinin tarihine daha gerçekçi bir şekilde yaklaşmalı. Parti uzun zamandan beri devletin gölgesi olmuştu ve gölgeler sanılanın aksine hemen kaybolmazlar.
Günümüzde CHP’nin bir daha dönüşebileceğinden ümitvar olanların, dönüp bunun gerçekten tam olarak nasıl mümkün olabildiğini bize tarihsel bir örnek olarak gösteren 1947 kurultayına bakmalarını öneririm. Bu kurultay, partinin yeni rejime nasıl uyum sağlamaya gayret ettiğini ve bunu lider ve ekip değişikliğiyle değil de, bütün partiyi bu sürece dahil ederek başarmaya çalıştığını açıkça gösteriyor. 15 gün süren bir değişim kurultayına hazır olmayanların, acelesi olanların, panikatak duygusundan mustarip olanların, elbette sabırtaşını çatlatacak bir sürece tahammülleri olmayabilir.
Gerçek bir değişim isteyenler, Churchill’in meşhur sözünü hatırlamaya başlasalar iyi olur; o sadece “kan, ölüm ve gözyaşı” vaat etmişti. İktidar vaadiyle kıyaslanırsa pek de müşteri bulabilecek bir slogan sayılamaz. Ne var ki, bu sloganı sırtlamaya hazır olmayan yığınlardan da bir değişim beklenemez. O halde yapılabilecek olanla yetinmenin ne zararı olabilir ki? Hani, İtalyan fıkrasında olduğu gibi: Siper saldırısında öne çıkan komutan askerlerine moral vermek için bağırmış da, siperdeki askerler, komutanlarını alkışlayarak, “ne ses ama” demişler!