CTP-ÖRP DÖNEMİNDEN BAŞLAYAN GÖSTERİLER, 28 OCAK MİTİNGİNİN HABERCİSİYDİ
28 Ocak Mitingine gelmezden önce CTP-ÖRP hükümeti koalisyonu döneminde AKP tarafından hazırlanıp dayatıldığı gün gibi aşikar olan ekonomik tedbirler paketine karşı sendikaların eylemleri, 28 Ocak Mitingi’nin bir nevi habercisi gibiydi.
“Sosyal sigortalar Emeklilik Yasası”, “Öğretmen Grevleri”, “TC Büyükelçiliği önündeki protesto gösterileri”, “Dikmen Çöplüğü’nden Lefkoşa’ya yayılan çevre kirliliğini protesto için Lefkoşa-Mağusa anayolunu trafiğe kapatma eylemleri”, “1 Mayıs Kutlamaları”, “Çevrecilerin günlerce sokaklarda başlayıp Başbakanlık önünde süren gösterileri”, “Ek mesaisi ödenmeyen Gümrük çalışanları ile Doktorların iş yavaşlatma eylemleri”…
Daha sonra UBP’nin hükümet olmasıyla sendikaların daha o günlerde küçük çaplı da olsa yaptıkları hem kitlesel, hem de şok eylemler, ileride gerçekleşecek daha büyük bir mitingi, 28 Ocak Mitingini hem tetikledi, hem de bu mitinge öncülük etti.
UBP SEÇİM SÖZLERİNİ TUTMUYOR, ÖNCEKİ HÜKÜMETİN KALDIĞI YERDEN ÇOK DAHA KATI BİR BİÇİMDE VE BAKANLAR KURULU KARARLARIYLA ÇOK DAHA KISA SÜREDE AKP’NİN KIBRIS İÇİN ÖNGÖRDÜĞÜ EKONOMİK REÇETEYİ UYGULAMAYA KOYUYOR
UBP tek başına hükümet olur olmaz seçim döneminde verdiği sözleri unutup da süratle geçirilen Bakanlar Kurulu Kararlarına dayanarak tam tersini yapmaya başlayınca, sendikalar da yeniden ayağa kalkar. CTP-ÖRP hükümeti döneminde istihdam edilenlerin bir siyasi rövanş havasında işten çıkarılması, sendikal hakların budanması, devlette yeni istihdam edileceklerin düşük maaşla işe başlatılması, özelleştirmeler vb. icraatlar birbirine eklendikçe, sadece sendikalardan değil, toplumun çeşitli kesimlerinden de sesler yükselmeye, tepkiler gelmeye başlar.
Seçimlerde tek başına hükümet olan UBP’nin, AKPARTİ tarafından dayatılan söz konusu ekonomik önlemleri hiç itirazsız kabulüyle giderek ivme kazanan toplumsal hareketlenme, belirtildiği gibi kendini sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin Meclis ve TC Elçiliği önündeki şok eylemleriyle gösterir önce…
Ekonomide tasarruf tedbirleri gerekçe gösterilerek işten çıkarılanların yerine kısa süre sonra UBP yanlısı işçilerin istihdam edilmesiyle hükümetin bu tutumu toplumda gerilimi artırır.
Maaşlarda enflasyona endeksli artış, “Eşel Mobil”in ertelenmesine ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı…
KTHY’nin özelleştirilmesinde yaşanan traji komik olaylar, sektör çalışanlarının aylarca ödenmeyen maaşları, tasfiye sürecinin başlamasıyla işsiz kalan yüzlerce KTHY çalışanının sokaklara dökülerek olayı protesto etmesi, toplumdaki siyasal tansiyonu yükseltir…
Bu arada seçim döneminde emekli maaşlarından vergi alınmayacağının sözünü veren UBP, hükümete gelince emekli maaşlarına da el atarak sayıları hiç de azımsanmayacak kadar çok olan emekli kesimini de karşısına alır.
Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde (DAÜ) UBP hükümetince atanan yeni “Vakıf Yöneticileri Kurulu”nun 30 Aralık 2010 tarihinde “Devamlı Personel Statüsünü” kaldırdığını açıklamasıyla, zaten gergin olan okuldaki sendika yönetim ilişkisi de gerilir.
UBP AKP’nin bir dediğini iki etmez. Dışarıdan dayatılan reçeteyi içeride sendikalarla her türlü uzlaşı yolunu tıkayarak dediğim “dedik çaldığım düdük” havasında adım adım yürürlüğe koyar.
Ankara’daki görüşmelerde AKP önünde “uysal çocuk” rolünü oynayan UBP, içeride sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına, meslek örgütlerine, siyasi partilere ve hükümete karşı sesini kim yükseltirse laf yetiştirip adeta şahinleşir.
ERDOĞAN KÜÇÜK’Ü, ADETA SORGUYA ÇEKİYOR
Sonradan internet üzerinde izlediğim KKTC-TC Başbakanları arasında 16 Temmuz 2010 tarihinde gerçekleşen ve söz konusu tarihte Türkiye TV’lerinden canlı olarak yayınlanan basın toplantısında Kıbrıslı bir gazetecinin sorusu üzerine TC Başbakanı Erdoğan’ın ilk kurduğu cümleler, ileride Kıbrıslı Türkler arasında “Deprem” yaratacak olan sözlerinin de habercisi olur.
Sayın Erdoğan belki de tiki olan o ünlü bıyık altı gülümseyişiyle Kıbrıslı gazeteciye verdiği cevapta, “dikkat et, kendini ele veriyorsun” diye kerameti kendinden mütevellit bir çıkarsamada bulunur ve sanki Kıbrıslı “hayır ben balık tutmayı değil balığı istiyorum” diyormuş gibi, Kıbrıslı Türklerin beleşi alışkanlık haline getirdiğini ifade eder. “Balığı istiyorum” diye kafasında canlandırdığı Kıbrıslı tipi, Recep beyde Kıbrıslı Türkün bedavaya alıştığı konusundaki fikrisabiti miydi? Yoksa o gün ağzından mı kaçırmış, ya da öylesine “kestirmeden” mi söylemişti?
Öyle ya da böyle…
Demek istenen şu ki, sayın Küçük ile canlı yayındaki diyaloğundan da öyle anlaşılıyordu ki, Türkiye Başbakanı Kıbrıslı Türklere daha o günlerden öfkeliydi.
Nitekim ilerleyen günlerde de sayın Erdoğan bu mealde ve Kıbrıslı Türklere karşı dilini daha da sivrilterek konuşmalar yapmayı sürüdür.
Bu nedenle Erdoğan’ın 28 Ocak Mitingi üzerine yaptığı “talihsiz” konuşmanın ve Kıbrıslı Türklere karşı celallenmesinin dışavurumunu, Küçük ile arasındaki diyalogda bulabiliriz.
Öyleyse biraz geriye giderek, Küçük ile basın karşısına çıktığı o günden başlayalım anlatmaya.
Geçen yılın 16 Temmuzundaki bu basın toplantısı sürerken TC Başbakanı, KKTC Başbakanı Küçük’e dönerek aldığı maaşla ilgili ”Sayın Başbakanım o kadardı değil mi?” diye yüksek perdeden bir soru sorar. Böyle bir soruyu beklemediği her halinden belli olan Başbakan İrsen Küçük’ün ezik ve zoraki bir ağız “V”si yaparak utangaç bir eda ile ‘7 buçuk, 8…” deyişiyle, Recep bey, kendisinin öyle “kül yatmaz” ve her şeyden haberdar olan bir Başbakan olduğunu da çok bilmişliğinin bir kanıtı gibi o ünlü bıyık altı gülümsemesiyle ortaya koyan bir görüntü verir TV ekranlarında.
Bu arada TV’den canlı yayını izlemekte olan ya da bir gün sonra basından haberi alan sağcısı ve solcusuyla yüreği hassas birçok Kıbrıslı Türk sayın Küçük’ün düşürüldüğü bu duruma belki de acıdığından, bu kibriyle onu adeta ezmeye çalışan Başbakan Erdoğan’a büyük öfke duyar. Hele de Küçük’ten yanıtını alan TC Başbakanı’nın istintakına devam ederek, İrsen bey’in kapana kısılmış hal-i pür melaline aldırmadan bir bankanın Genel Müdürü’nün maaşını da ona sorması ve de Küçük’ün ağzından zar zor çıkan ‘eh işte ’14’e kadar çıkıyor” yanıtının TV görüntüleri gerçekten de çok üzer, çok kızdırır Kıbrıslı Türkleri…
Hele de Başbakan Erdoğan’ın avını yakalamış bir aslan edasıyla, ”Buyurun, 14 milyara kadar maaş alıyor” şeklinde öyle çok gün-görmüş geçirmiş bir derviş misali konuşmaya devam edişi ve Kıbrıslı sendikacıları da küçük bir çocuğun kulağını çeker ve azarlar gibi bir tavrı var ki…
Bu “ben sizin ağa beyiniz’im” üslubu karşısında Kıbrıslılar belirtmiş olduğum gibi oldukça şaşkına dönüp öfkelenmişlerdi.
Gerçi o günlerde Türkiye kamuoyunda büyük destek gören “TEKEL işçilerinin kitlesel direnişi” olmak üzere Türkiye’de çalışanların mevcut haklarını, neo-liberal reçetelerle budayan hükümetin başı’ydı Recep bey…
Ama Kuzey Kıbrıs’ta dayatılmaya çalışılan ekonomik paket’in bir de siyasi mantığı vardı ki; Kıbrıslı Türkler arasında asıl şikayet konusu edilen şey de buydu. Yani sendikalardan sokaktaki insanına, adanın Kuzeyinde devlet çalışanları AKP’nin memuru, hükümete seçilen UBP’nin AKP’nin bir “Gençlik Kolu”, Başbakan İrsen Küçük’ün TC Başbakanı’nın isteklerinin takipçisi ve nihayet Kıbrıs’ın Kuzeyi’nin de TC’nin bir vilayeti imiş gibi algılanmış olması ve bunun Türkiye hükümetlerinde giderek kanıksanmış olmasına Kıbrıslı Türkler arasında duyulan kızgınlıktı.
ERDOĞAN VE ÇİÇEK KIBRIS GERÇEKLERİNİ BİLMEDEN KONUŞUYOR
Ama Türkiye’den adaya kontrolsüz girişler sürer, Kıbrıs’ın Kuzeyindeki nüfusun kaç misline katlandığı bilinmezken, sayın Erdoğan’ın çıkıp da “bizden önce “duble” yollar mı vardı Kıbrıs’ta?” demesi, Kıbrıs’ın Kuzeyindeki tüm çift şerit yolların AKP döneminde yapıldığını sanması, onun Kıbrıs gerçeklerinden ne denli habersiz olduğunu gösteriyordu… Ayrıca “duble yol yapmakla Kıbrıs’a medeniyet getirdiği” mealinde bir böbürlenme içerisine de girmişti sayın Başbakan. Bu arada belirtmekte yarar var, Kıbrıs’ın içerisinde yaşamadığı ve yeterince gezip görmediği için, bir dereceye kadar sayın TC Başbakanının bilgisizliği mazur görülebilirdi. Ancak en büyük gelir kaynağının turizm olduğu adamızın Kuzeyinde o kadar çok gözü, kulağı olan temsilcisi varken, öyle anlaşılıyor ki hiç birisi de Recep beye en büyük çevre felaketinin de yine AKP döneminde inşa edilmiş olan Girne Doğu sahil şeridi (duble yolu) hattında yaşanmış olduğunu söylememişti.
Bir de biz Kıbrıslılar “duble” diye içkiye veya içeceğe deriz. Gidiş ayrı geliş ayrı kara yoluna da “çift şerit”. TDK’nın sözlüğüne baktım. “Bira dubleleri” diye örnek veriyor. Şerit de kara veya deniz yolu olarak örneklendirilmiş.
O gün Başbakan Küçük’ün televizyon görüntüsünde sağa sola kıvrıldığı ve zoraki tebessümle adeta ufaldığını gören, Küçük’ü Kıbrıs’ta ilk kez “duble yollar inşa eden TC Başbakan’ı” kibriyle ezmeye çalışan Erdoğan’ı, büyük bir keder ve öfkeyle hafızalarının en derinlerine nakşetmiş miydi Kıbrıslı Türkler?
Sanırım…
Uzun lafın kısası, sayın Erdoğan o günkü basın toplantısında Kıbrıslı Türklere “ağır abi” edasıyla “bakın, ona göre ha!” mesajını verirken, Kıbrıslı Türkler de sanırım onun bu davranışına pek içerlemişlerdi…
KİMLİKLER ÜZERİNDEN SİYASET UZLAŞMA DEĞİL, “NEFRET SÖYLEMİ” GETİRİR
Kıbrıs’tan Sorumlu Bakan Cemil Çiçek “Güneydekilere benziyorlar” sözleri nedeniyle, sadece sendika ve sivil toplum kuruluşları tarafından değil, CTP, TDP, YKP ve BKP gibi siyasi partiler tarafından da (tabii ki bir tek Kıbrıs’la sınırlı işitsel, görsel ve yazınsal medya ile sınırlı olarak) protesto edildi. Türkiye’de ise biz Kıbrıslı Türklere göre çok az yankı buldu.
Bu arada TC Kıbrıs işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek de geride kalmayıp sıraya girdi ve yaraya tuz basacak şekilde Kıbrıs’ta verdiği bir demecinde: “Siz de nüfusunuz 250 bin mi, 270 bin mi açık artırmaya çıkmış gibisiniz. Önce bunu netleştirin” diyerek Kuzey Kıbrıs’ta hemen her kesimin şikayetçi olduğu nüfus ve adaya kontrolsüz göç konusunda biraz da önemsemez bir tavırla ve sanki kendi hükümetinin hiç suçu yokmuş ve tüm suç biz Kıbrıslı Türklerin beceriksizliğinin eseriymiş gibi dalga geçercesine konuşmuştu ekranlara. Hele de sayın Çiçek’in bu konuşmasına karşı, içeride kendi çalışanına “şahin”, ama dışarıda AKP’li bakanlara karşı “serçe” tavrındaki UBP hükümetinin suçlu çocuklar gibi “sus-pus” hali, sendikacılar kadar sokaktaki Kıbrıslının sinirlerinin daha bir gerilmesinden başka bir işe yaramadı.
Nitekim 15 Kasım 2010’da KKTC’nin kuruluş yıldönümü kutlamaları çerçevesinde adaya gelen TC Kıbrıs İşlerinden de Sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek, kendisini, “Bu Memleket Bizim“, “Cemil, paketini de al evine dön“, “Cemil Bey, maaşınız ne kadar” yazılı pankartlarını açarak protesto eden sendikacılar için “eylem yapanlar güneydekilere benziyor” sözleriyle, sadece Kıbrıslı Türkler hakkında değil, Kıbrıslı Rumlar hakkında da bir önyargı taşıdığını göstermiş oluyordu.
Güneydekiler, yani Kıbrıslı Rumlar çok mu “kötü” insanlar Cemil bey?
Sendikacılarımızı aşağılarken, tutup bir de pek tanımadığınız başka ülkenin insanlarını aşağılamak sizce ne kadar adil Cemil bey.
Onlar “kötü” ve bizim sendikacılar da “onlara benzediği için mi kötü” dediniz Cemil bey…
Bu konu çok uzamasın çünkü derginin sayfaları kısıtlı. Şu kadarını söyleyip bitireyim.
Her toplumda kendi gibi düşünmeyenleri, kendi gibi davranmayanları “öteki kötülere” benzeten insanlar bulunur. Kıbrıslı Türklerde de, Kıbrıslı Rumlarda da böyle fanatikler vardır Cemil bey. Ama bilin ki böyle kişilerin adamızda olası bir barışta önemli bir siyasi rolü olacaksa eğer, bir kez daha 1958, 1963, 1968 ve 1974 gibi zor günler yaşamayız belki… Ama her iki toplumdan insanlar için, ileride potansiyel acılara gebe bir barış olur yapacağımız… Hem de çok büyük acılara…
Biliyor musunuz Cemil bey. Sizin ülkenizde “hain” diye ipte sallandırılan Deniz Gezmiş gibi “kötü”, Erdal Eren kadar “çocuk” Türk dostlarımız, Aleviler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Tatarlardan oluşmuş bir gökkuşağımız, siyasetlerinin merkezine insan sevgisini almış özgür düşünceli Türkiyeli dostlarımız var bizim. Onların yardımıyla, “kötü” Kıbrıslı Türkler ve “kötü” Kıbrıslı Rumlar olarak sizin gibi düşünen siyasetçilere rağmen bir gün bu adada barışı göreceğiz. Biz görmesek de inanın çocuklarımız görecek Cemil bey…
Keşke siyaset denen şey bu kadar saf ve ahlaki olsaydı…
Belki o zaman hep biz “Güneydekiler benzeyenler”, “kötü”ler kazanırdık…
ADANIN KUZEYİNDE AYRILIKLAR BÜYÜYOR
AKP yöneticileri ile Kıbrıslı Türkler arasında bütün bu olumsuz ve gergin gelişmeler yaşanırken adanın Kuzeyine kontrolsüz girişe karşı bir önlem olarak düşünülen adaya “pasaportla giriş” konusu gündeme geldiğinde, TC Elçiliği tarafından basına yapılan açıklamada şimdilik buna gerek olmadığı açıklanmıştı bir süre önce. KKTC hükümeti tarafından alınması gereken bu yasal kararın bile, aslında hangi makamın oluruna terk edildiği, konunun zaman zaman uluslar arası hukukta yazılı olarak da geçtiği gibi, “Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir alt yönetimi” olduğu bir kez daha (mı) doğrulanmış oldu(?)!
Bu arada bir yandan her gün günlük gazetelerin sayfalarında artan sayıda ırza geçme, uyuşturucu, hırsızlık, darp ve yaralama gibi kriminal suçlar yazılıp çizilirken, diğer yandan da bu kontrolsüz nüfus artışı örneğin eğitim sektöründe de kendisini gösterdi. Devlet ilkokulları, Türkiye’den adaya göç eden yoksul ailelerin çocuklarıyla dolup taştı. Bu durum öğretmen, bina ve eğitim araçlarında da bir eksikliğe yol açtı. Eğitim Bakanlığının, CTP döneminde özellikle tarih kitaplarıyla ilgili değiştirilen müfredatı yeniden değiştirmesi, öğretmenler ile diyalog kurmak yerine çatışmayı tercih etmesi, öğretmen grevlerinin nüksetmesine ve dolayısıyla eğitimin aksamasına yol açtı. Böylece özellikle devlet okullarındaki “eğitimin kalitesinde düşüş” kaçınılmazlaştı.
Kıbrıslı Türk çocuklar daha çok paralı özel okullara kayarken, bu gelişme yakın gelecekte adadaki genç kuşaklar arasında, kaynaşmak bir yana, Kıbrıslı (özel okullarda)ve Türkiyeli (devlet okullarında) ayırımının daha da kalıcılaşıp derinleşeceğinin habercisi oldu…
Sanırım yeri gelmişken yazmakta fayda var. Bu Türkiyeli Kıbrıslı ayırımı, okullarda yaşanan bu ayrışmayla daha da derinleşiyor. Ayrıca Kıbrıslı Türklerin Türkiye’den buraya gelen yoksul insanlarla bağ kurmasında yaşanan zorluk bir yana, devlet ve özel okullara devam eden çocuklar arasında yaşanan bu ayrılık hali, gelecekte de bu bağın kurulamasının çok zor olacağını gösteriyor. Halbuki solcu, demokrat ya da aydın olmanın defterinde yazılı olmayan, ancak adanın Kuzeyinde giderek artan “kimlik üzerinden ayırımcılık ve nefret söylemi”nin sadece Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler arasında değil, Kıbrıslı Türkler ile Türkiye’den adaya gelenler arasında da giderek yükselmesi gündemdedir.
AKP yetkilileri eğer yakın bir gelecekte dillerini sertleştirmeye devam ederlerse, ne yazık ki bu sürece çok olumsuz katkıları olacaktır.
ADANIN KUZEYİNDE EKONOMİK, SOSYAL VE SİYASAL YAŞAMIN HER ALANINDA KEŞMEKEŞLİK VAR
Bu arada belirtmekte yarar var. 28 Ocak Mitingine gelinceye kadar Omorfo, Lefkoşa ve Lapta’da yaşanan sel felaketleri de ülkemizdeki ekonomik durgunluk yarasına adeta tuz bastı. UBP’nin başta sayın Eroğlu olmak üzere bakanlarıyla birlikte ev-ev gezdiği sel felaketlerinde elbette herkes maddi olarak memnun edilemedi. Konu açılmışken yazmış olayım, Lefkoşa Belediye Başkanı’nın sele neden olarak gösterdiği ve yıkmazsa istifa edeceğini söylediği ancak hem söz konusu binaları yıkmaktan, hem de istifa etmekten vazgeçtiği arada kaynayıp gitti.
28 Ocak Mitingine gelinceye kadar ülkede yaşanan bu ve benzeri keşmekeşlik, ekolojik tahribat ve sonunda her yağan yağmurda ortalığı sellerin alması, deniz kıyılarının, refüjlerin, kaldırımların, tarlaların izmarit, naylon poşet, moloz, pet şişe, çekirdek kabuğu ve de çer-çöp’le dolup taşması gibi olumsuz sosyal yaşam anlat anlat bitmez…
Daha önce de yazmış olduğumuz gibi ek mesailerde kesintiye gidilmesi, ancak kesilen ek mesailerin dahi ödenmeyişi, sendikalı memurların ek mesai yapmamaları ile karşılık bulmuştu.
Örneğin gümrük memurları ek mesaiye çıkmadığı gecelerde adaya gelen yolcuların gümrüğe tabi eşyalarına bakılmaz, hiçbir yolcu kontrol edilmez. Yine aynı nedenle Doktorlar hasta kabulünü rölantiye alır. Bu arada selden zarar gören Kuzey Kıbrıs’ın en büyük devlet hastanesi Lefkoşa Burhan Nalbantoğlu Hastanesinin bazı binaları ile içerisindeki birçok tıbbi alet atıl ve kullanılmaz vaziyette bekleye durur.
Hükümette ne gam!…
İşte ovaların, kaldırımların, refüjlerin boş arsaların giderek büyük bir çöp tenekesine dönüştüğü, devlet sektöründe verimin ve iş disiplinin kaybolduğu adanın kuzeyinde, keşmekeşlik derken anlatmak istediğimiz de bu ve benzeri düzensizlikler ya…
Mesela Sağlık Bakanlığını ve hatta başındaki Bakanı ele alalım. Bakan Kaşif hükümet partisinin başkanlık yarışına katılır ve kaybeder. Ve onunla rekabete giren Başbakanın, yaşanan sel felaketinden sonra sağlık sektörünü bu fecaat ile baş başa bıraktığı, Bakanın sağlıkla ilgili hazırlamış olduğu bir çok yasasını da beklettiği dilden dile dolaşır durur…
Hükümetin kendi Bakanı sıkıntıda memuru ne yapsın?
Eğer zaman zaman gazete sayfalarına da yansıyan öyle sinik bir kavgaysa süren UBP içerisinde, bundan zararlı çıkan elbette sadece Sağlık Bakanı Kaşif’in yara alan prestiji değil, ama daha da çok doktorlar, sağlık memurları ve en önemlisi de derdine derman arayan hastalar olmaktadır.
Bir de Elektrik Kurumu, Kooperatif, Telekomünikasyon vb. devlet kurumlarının özelleştirmeyi beklerken, yaşanan KTHY faciasından sonra söz konusu kurum çalışanlarından nasıl verimli çalışmaları beklenebilir ki?
Artık gelecek yıl 13’üncü maaşların verilmeyeceği ağızdan ağza dolaşırken, hükümetin de bunu dedikodu ile yaymaya çalışması, memurların iş yaşamına olumsuz yansımaz, dairelerde zaten çok da verimli olmayan üretkenliği daha da aşağıya çekmez mi?
Hele son olarak hükümet’in Anayasa Mahkemesinden döneceğini bilerek, emekli ve memur maaşlarını vergilendirmesine ne demeli!..
Şimdi bu hükümetin sayıları azımsanmayacak kadar çok olan emekliler nezdinde yitirdiği güveni kim nasıl geri getirecek?
28 Ocak Mitingine kadar yukarıda anlatıldığı gibi Kıbrıs’ın kuzeyinde kazan yeterince kaynamış ve BMB dönemindeki kalabalıkların toplanacağı sayıda bir mitingin de şartları oluşmuştu. Nitekim “Toplumsa Varoluş Mitingi” yapılmazdan bir hafta öncesinde, gösteriye çok sayıda insanın katılacağı da belli olmuştu.
Yaklaşık 50 bin civarında katılımın olduğu tahmin edilen bu son Büyük Miting, Annan Planı dönemlerinde örgütlenen “Bu Memleket Bizim Platformu” (BMBP) mitinglerini hatırlattı. Her Büyük Miting gibi, 28 Ocak Mitingi de Kuzey Kıbrıs’ta mevcut statükonun durağanlığına, hükümetin vurdumduymazlığına karşı toplumsal dinamiği harekete geçirdi.
Yaşamın organize olmaktan çok rastlansallaşıp giderek büyük bir keşmekeşliğie sürüklendiği Kuzey Kıbrıs’ın bu “ahval ve şeraiti” içerisinde insanlar dökülünce sokağa, bir kez daha ve bu kez bir öncekinden çok daha dikkatsiz söylemlerle sayın Erdoğan çıkmaz mı meydana!…
Zaten ne olduysa da sayın Erdoğan’ın 28 Ocak’taki sözlerinden sonra oldu…
GÜNDEME DAMGASINI VURAN MİTİNG DEĞİL, ERDOĞAN’IN AÇIKLAMALARI OLDU:
TC Başbakanı’nın bir öfke anında açığa çıktığını düşündüğüm ve tam da adada var olmanın peşine düşmüş Kıbrıslı Türk göstericilerin genelini kapsayacak, onları kibirli ve aşağılayıcı yalan yanlış sözlerle (en düşük memur maaşı on bin tl, besleme…) yerden yere vurduğu, ileride Kıbrıs siyasi tarihiyle ilgili yazılacak birçok kitaba kaynak olacak demeciyle başladı her şey.
Erdoğan’ın, Kıbrıslı Türklerin tam da varoluşlarını büyük bir miting ile kanıtlamaya çalıştıkları bir anda, mitingcileri hedef alan bu zehir zemberek açıklaması, Havadis gazetesinin de ön sayfasından tek kelimelik siyah kalın puntosunda yazıldığı gibi Kıbrıs’ın Kuzeyinde bir DEPREM etkisi yarattı. Depremin etkisiyle tüm siyasal partiler, sendikalar ve hatta kişiler, Türkiye hükümeti ile Kıbrıslı Türklerin ilişkileri konusunda da bir kez daha görüş belirtmeye zorlandılar. İş dallanıp budaklandı ve Annan Planı’ndan bu yana Kıbrıslı Türklere pek ilgi göstermeyen Türkiye medyası da bir anda tartışmayı ilgi odağı yaptı.
Böylece “Erdoğan haklı mıydı, değil miydi, ne demek istedi, kimi kastetti vb…” konularında Türkiye’de mecliste sandalyesi bulunan parti başkanları ve milletvekilleri de tartışmaya dahil oldular. Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’de birçok siyasal parti tarafından hakaretamiz bulunan açıklaması, Kuzey Kıbrıs’taki siyasal partilerin eylem ve söylemlerindeki manevra ve demagoji alanlarını daha da daralttı. Onları, Türkiye’de AKP’li kurmaylarının, Türkiye Büyük Elçiliği aracılığı ve UBP hükümeti eliyle Kuzey Kıbrıs’taki dayatmaları konusunda, üyelerine ve seçmenlerine daha net siyasi mesajlar vermeye zorladı.
Recep bey’in açıklamasıyla ortaya çıkan “Deprem”in Kıbrıslı Türkler arasında ilk andaki etkisi kötü oldu…
Çünkü Kıbrıslı Türkler, Türkiye hükümetlerinin ve ortalama bir Türkiye vatandaşının gözünde kendilerine ne denli olumsuz bakıldığını bir kez daha işitmiş oldular, bir kez daha öfkelenip hayal kırıklığına uğradılar.
Öte yandan Erdoğan’ın demeci bir bakıma “iyi” de oldu…
Çünkü Lefkoşa’da “Toplumsal Varoluş Mitingi”ne katılan kalabalıklar, bir zamanlar meydanlarda öve öve bitiremedikleri TC Başbakanı’nın, AKP ve siyasi kurmaylarının aslında yakın geçmişteki CHP’nin Deniz Baykalı’na nasıl kolayca dönüşebildiğini, hatta Baykal’ı bile geride bırakacak bir nefret söylemiyle Kıbrıslılara yüklendiği yaşayarak öğrenmiş oldular.
Böylece her fırsatta Kıbrıs’ta çözüm konusunda çok samimi olduğunu söyleyen sayın Erdoğan ile partisindeki siyasi haleflerinin, Kıbrıslı Rumlarla birlikte adanın barışı için fedakarca çalışan barış yanlısı Kıbrıslı Türklere nasıl “hainlik” bastığına da şahit oldular. Mitinglerde Türkiye Cumhuriyeti bayrağını taşımamanın “ihanet”, pankart aracılığıyla fikir belirtmenin “davalık konu” olması gerektiğini, bunun için de kendi seçilmiş siyasilerine AKP yetkililerinin emirler yağdırıldığına şahit oldular.
Sonra Kıbrıslı Türkler, Orta Asya Bozkırları üzerinden gelen bu tok sözlerden cesaret alan ve sayıları üç-beş kişi de olsa, büyük bir sövecenlik (sövmek fillinden türettiğim sıfat) iştahıyla açtıkları “Or… Çocukları” pankartıyla sokağa salınan çocukların, 50 bin kişinin mitingine ar-damarı çatlamış bu sözlerle karşılık verilmesinin şokunu da yaşadılar.
KKTC Başbakanı ile birçok UBP’li bakanın ve vekilin, nasıl bir anda “süt dökmüş kedi” gibi topluma yapılan hakareti sineye çektiklerine şahit oldular. Sayın Erdoğan’ın açıklamasına toz kondurmama telaşındaki UBP Başbakanı, ÖRP Başkanı ve Denktaş bey’in siyasi düşünceleri arasında aslında pek farkın olmadığını gördüler. Neticede söz konusu üçlünün de geleneksel Türk sağının “Anakronik Türk Milliyetçiliği” kaynağından beslendiklerini, Başbakan İrsen Küçük’ün “Erdoğan haklıdır”, Turgay Avcı da “Erdoğan son derece haklıdır” (herhalde Turgay bey hala CTP döneminde olduğu gibi hükmet olma ve bakanlık rüyaları görüyor) ve Denktaş bey de gösteriye katılan bir grup vatandaşı provokatör olarak suçlamasının ardından “sayın Başbakanı haklı olarak öfkelendiren” sözleriyle o da “Erdoğan haklı” diyenler kervanına katılarak birkaç gün sonra sayın Cemil Çiçek’in takdirine mazhar oldu.
TDP Genel Başkanı Mehmet Çakıcı ise; “10 bin TL söylemini gülünç”, “… buradaki gerçekleri bilmiyor…”, “… Türkiye’de halkın dörtte birisi böyle bir miting yapsaydı, Erdoğan’ın aynısını söyleyip ‘paranızı ben veriyorum’ deyip demeyeceğini merak ediyorum” diyerek Başbakan Erdoğan’ın sözlerini onaylamadığını açıkça belirtti.
Sanırım CTP Merkez Yönetim Kurulu TC Başbakan’ı Erdoğan’ın sözlerini en geniş ve en detaylı şekilde irdeleyen parti oldu ve “…yanlış bilgi ve tahriklerden gelmiş olmasından kaynaklandığını düşünmekteyiz” girizgahından sonra konuya ilişkin detaylı açıklamasını (araya düştüğüm kısa yorumlarla) şöyle sürdürdü.
“Kıbrıslı Türkleri ‘bizden beslenenler’ diyerek asalak gibi göstermek, “Cumhurbaşkanını Başbakan’ı çağırıp konuşacağız’ demek Kıbrıslı Türkleri bütün dünyanın da gördüğü gibi ‘Türkiye’nin bir alt yönetimi olarak görmektir” (“madem bütün dünya Kıbrıs’ın Kuzey’ini Türkiye’nin bir alt yönetimi olarak görüyor, varsın Recep bey de bize böyle davransın” demek de mümkün ya)
“Kıbrıslı Türklerin kendi öz yurduna sahip çıkma arzusu ile Türkiye’nin stratejik çıkarlarının çelişkili gibi gösterilmesi, Kıbrıs Sorununda gelinen aşamada her iki tarafa da zarar verecektir” (Sorun da bu ya. İki olay çelişiyor. Çünkü Türkiye’nin Kıbrıs’taki stratejik çıkarlarının nasıl olacağı üzerine karar merci olan MGK ile AKP ve Türkiye Dışişleri Bürokrasisidir ve şu an için Kıbrıslı Türkler kadar çok da acil olarak adada bir çözüm ve barış arzulamayabilirler)
“Sayın Erdoğan Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek’e seslenirken , ‘Meydanlardaki halkına kulak ver’ dedi… Mısır’a başka, Kıbrıslı Türklere başka ve çelişik hitap, söyleyenlerin de samimiyetini sorgulamaktadır” (Kıbrıslı Türklerin, Türkiye’nin en büyük siyasi icra makamındaki kişi ve kişiler tarafından çok da ciddiye alınmadığını gösteren somut bir çıkarsama)
“Biz CTP olarak, Türkiye Başbakanı Sayın Erdoğan’ın sözlerini ve yaklaşımını çok ağır ve kabul edilmez ve üzücü buluyoruz. Sindirecek de değiliz” (CTP nasıl sindirmeyeceğini doğrusu herkes gibi ben de merak ediyorum)
Serdar Denktaş ise babası Rauf Denktaş gibi pankartların ve sloganların kanını dondurduğunu söylemiyor. Hatta babası gibi Erdoğan’ın sözlerini görmezden gelip, “KKTC vatandaşını yaralayan bir üslup… Hiçbir KKTC vatandaşı kendini bu ülkede ‘besleme’ kabul etmemektedir ” sözleriyle eleştiriyor. Serdar Denktaş basına verdiği yazılı açıklamasında: “Bu üzücü ifadeler ve açıklamanın içeriğindeki yanlış bilgileri düzeltme görevi hiç kuşkusuz hükümetindir” diyerek yine de Erdoğan’ın açıklamalarından onu ve partisini değil de UBP’ni sorumlu (alakaya maydanozluk bir saptama) tutuyor.
YKP adına konuşan Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı “Türkiye’den arka arkaya gelen açıklamalar”a göre, Erdoğan’ın Kırgızistan dönüşü demecinin, aslında Cemil Çiçek’in açıklamasının bir devamı olarak okunması gerektiğini belirterek, böylece Serdar Denktaş’ın aksine Erdoğan’ın sözlerinin salt AKP’nin UBP tarafından yanlış bilgilendirilmesinden kaynaklanmayıp, peş peşe bir süreci ifade ettiğini dillendiriyor. Kanatlı, “TC Teknik Heyeti Başkanı Halil İbrahim Akça’nın Fortune dergisinde Şubat ayı sayısında yayımlanan röportajındaki ‘Birçok yasada sendikal hakların daraltılmasına ve kullanım şeklinin düzenlenmesine ihtiyaç vardır’ cümlesinin TC’nin paketle ilgili anladıklarının itirafı olduğunu” söylüyor.
BKP ise, Erdoğan’ın sözlerini kısaca “Kıbrıslı Türklere aşağıladı ve hakaret etti” açıklamasıyla karşılar.
…………………………………………………………..
TC Başbakanı Erdoğan ilk günkü açıklamasında kendi aleyhine tepkilere neden olduğu için olmalı, ikinci bir açıklama yapma gereği duydu. Öfkesini gizle(ye)mese de ikinci açıklamasında hedef küçülttü. Kıbrıslı Türklerin tümüne değil, Güneyle paslaşanlara, Türkiye karşıtı pankart taşıyanlara, ama Türk bayrağı taşımayı akıl etmeyenlere (aslında Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağı taşıyanlar dışında kimse Türkiye ya da KKTC bayrağı taşımayı akıl etmediği için Başbakan Erdoğan yine meydandaki tüm göstericileri hedef almış oldu) ve bir de o “küfürlü pankartı” açanlara kükredi.
Sanki memuruna emir verir gibi sert bir üslup ile gerek sayın Eroğlu, gerekse sayın Küçük’e “Burada gerekli tavrı koymak durumundasın” deyiverdi.
Başbakan Erdoğan, sayın Eroğlu ile telefonda görüşmesinden sonra, “Bunların (göstericiler) oradaki Güney’le irtibatı olan grubun yaklaşım tarzları olduğunu” söyledi söylemesine de…
Konuşmasının bu bölümünde: “Ben sayın Cumhurbaşkanına (Eroğlu) az önce ilettim. Burada gerekli tavrı koymak durumundasın. Bu adamlar kimlerdir? Bunların hepsinin elimizde çekimleri var (sadece benim tanıdığım on’a yakın devlet görevlisi miting boyunca sürekli fotoğraf çekti, kameraya kayıt aldı ya da pankartların etrafında dolanıp durdu) Bunların (kimlerin?)yargıya sevki gerekir. (Erdoğan pankart üzerinde düşünce belirtmenin, yargıya havaleyi gerektirip gerektirmeyeceğine ancak o ülkenin yasaları elverirse mümkün olacağını bilmesi gerekirdi) Kalkıp da, Türkiye’ye bu şekilde küfürlerle pankartlarla hakaretlere (çoğul kullanıyor ve demek ki bir değil birden fazla pankarttan şikayet ediyor ki ne CTP, TDP, YKP, BKP, ne de KTÖS, BES ve diğer sendikaların ya da BARAKA ve diğer demokratik kuruluşların imzası olduğu pankartların üzerindeki yazılar illa da sayın Erdoğan’ın hoşlanacağı sloganlar olmak zorunda değildir ve zaten miting de kendisinin ve partisinin Kıbrıs’a dönük siyasi ve ekonomik düşünceleriyle icraatlarını eleştirmektedir. Tartışmalı olan bir pankart hariç başka “küfür” içeren pankart falan da yoktur) Bunun gereğini de sizlerin yapması gerekir. (‘gereğini yapmanız rica olunur’ dense amenna.. Bir de TC Başbakanı, bu adada düşüncenin suç olmadığını düşünmek istemiyor)
Başbakan Erdoğan ikinci açıklamasını şöyle bitiriyor. “Bizler KKTC için Türkiye olarak (Erdoğan belli ki kendisini tüm Türkiye halkının yerine koyuyor) 1974’ten öncesine varıncaya kadar canını, kanını her şeyini vermiş olan Türkiye’ye (Kıbrıs Tarihini bu hamasi söylemiyle bir çırpıda hallediyor) böyle bir yaklaşımı mazur göremeyiz” (Türkiye deyince özgür düşünen insan farklı düşünür. Mesela bana sorarsanız Türkiye demek benim yoldaşlarım, can dostlarım 78’li Devrimciler, Hrantlar, ODTÜ’lüler, ÖDP’liler, EDP’liler, Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Alevi her hangi kimlikten olursa olsun, 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün idam sehpalarından, işkence tezgahlarından geçen Devrimcilerdir Recep bey. Bir de sevmediğim Türkiye vardır ki bunlar, 78’lilerin özgür düşüncelerine kilit vurmak için onları işkenceye yatıranlar, ırkçılar, ayırımcılar, “vatan millet ve bayrak”cılar ve bir de milli ya da dini olsun kimlikler üzerinden siyaset yapan ve nefret söylemi geliştirenlerdir…)
Sonuç olarak TC Başbakanı Erdoğan ilk günkü konuşmasından dolayı ne özür diliyor, ne yanlış anlaşıldığını söylüyor ne de bu konuda en küçük bir pişmanlık duyduğuna dair bir imada bulunuyor…