Başbakan Erdoğan’ın kendi ifadesiyle ‘belagat sanatı’ olarak bellediği ‘öfke’sinden sonunda Kıbrıslı Türkler de nasibini aldı. Sakın kendilerine ‘ayrımcılık’ yapıldığını düşünmesinler. Hiç yalnız değiller çünkü. İçlerini rahatlatmak istiyorlarsa, bir zahmet 31 Ocak 2010 tarihli Hürriyet’i bulup Mehmet Y. Yılmaz’ın yazısına göz atsınlar, Erdoğan’ın ‘sanat’ icra ederken daha önce kimlere neler söylediğinin geniş bir dökümünü bulabilirler o yazıda.
KKTC’de ekonomik rasyonalizasyon şart
‘Öfke’ bir yana ‘besleme’nin gör dediği bir gerçek var: KKTC’nin sosyo-ekonomik yapısı ne kadar bozuksa, Türkiye’nin KKTC’ye bakışı da bir o kadar çarpık. Her iki ülkede de hükümetler değişiyor, başbakanlar, cumhurbaşkanları değişiyor ama bu gerçek değişmiyor.
Her şeyden önce yerleşik düzenden -tam da Erdoğan’ın ifadesiyle- ‘beslenen’ dar bir kesim dışında, KKTC’nin sosyoekonomik yapısını, Türkiye’ye bağımlılığını kimse savunmuyor KKTC’de… En başta da Erdoğan’ın öfkesini kabartan o pankartları açanlar. Savunulacak yanı da yok zaten. Dolayısıyla merkezine yapısal reformları koyan, mali disiplin öngören, istihdam politikasını sıkı kurallara bağlayan ve nihayet tasarruf amaçlayan bir ekonomik rasyonalizasyon programı şart KKTC için. ‘Aklı başında’ herkes farkında.
Ancak bir noktayı akılda tutmak da şart: Düzeltilmesi kaçınılmaz o sosyo-ekonomik yapıyı Kıbrıslı Türkler bir başlarına, hele hele Türkiye’ye rağmen kurmadı. Tam tersine baştan sona Türkiye’nin yönlendirmesiyle, Türkiye’nin desteğiyle, birlikte kuruldu ve ayakta tutuldu o yapı. Aksi mümkün olamazdı.
Ne uğruna peki? Kıbrıslı Türklerin kara kaşı kara gözü için mi? Değil elbette. ‘Milli dava’ uğruna tabii ki… Ne yapıldıysa o dava uğruna yapıldı ve bugünlere de öyle gelindi.
AK Parti hükümetinin, KKTC ekonomisini rasyonalize etme çabasına Kuzey Kıbrıs’ta siyasi ve toplumsal bir direnç gösterildiği ortada. Ama bu, işin doğasında var. Sağdan olsun soldan olsun, hangi hükümet halka acı ilaç içirmeyi son çare olarak görmez? Daha önemlisi, hangi halk, öyle ya da böyle ‘kazanılmış haklar’ından gönüllü olarak, kuzu kuzu vazgeçer?
Türkiye bastıracak, Kıbrıslı Türkler direnecek. Marifet, ortak noktada bulaşabilmek. KKTC’nin ‘kulağını çekmek’, cumhurbaşkanını azarlamış gibi konuşmak, hükümetini, başbakanını küçük düşürmek, halkını aşağılamak marifet değil.
O sosyo-ekonomik yapı ‘el birliğiyle’ kuruldu, değiştirilecekse de öyle değiştirilecek. Ve madem, yine Erdoğan’ın ifadesiyle, ‘Yunanistan niye adadaysa Türkiye de o yüzden adada’ ve madem ‘Türkiye’nin Kıbrıs’ta stratejik işi vardır’, bedeli de birlikte ödenecek. Türkiye, parmak hesabı yapıp mali yardımlarını alt alta dizerek işin içinden sıyrılamaz. Zaten Erdoğan’ın öfkesi biraz da ‘sıyrılamayacağını’ bildiği için. Bataklığı bırakıp sivrisineklerle uğraşması bu yüzden.
Ha bir de anlamadığım bir nokta var: Her fırsatta, KKTC’nin kişi başına düşen gelirini 4 bin dolardan alıp 10 bin doların üstüne çıkarmakla, nasıl da refah içinde, mutlu mesut yaşıyorlar diye övünen de aynı hükümet, aynı başbakan değil mi? Bir karar versek, övünecek miyiz dövünecek miyiz?
Bağımsızlık palavrası
Fazla uzatmadan işin bir de siyasi yanına dikkat çekeyim. Çok yazdım gerçi bugüne kadar ama ‘besleme’nin bilmem kaçıncı kez gör dediği siyasi gerçek de şu: KKTC’nin bağımsızlığı koca bir palavradır. O yüzden, bırakın herhangi bir başka ülkeyi, Türkiye bile inanmaz… Siz ne dersiniz bilmem ama ben ‘yalanda yaşamak’ diyorum bu duruma.
Yalnız bu yalanın sona ermesi değil, Türkiye-KKTC ilişkilerinin normalleşmesi de tek bir umuda bağlı: Çözüm. Çünkü Kıbrıs’ta bütün kötülüklerin anası çözümsüzlüktür. KKTC’nin sosyo-ekonomik yapısını bozan da Türkiye-KKTC ilişkilerini zehirleyen de Kıbrıslı Türklerin ‘besleme’likten kurtulmasını engelleyen de çözümsüzlüktür.