“İnsan dili konuşmaz, dil insanı konuşur” Heidegger.
Cinsellik ulus-devletlerin hiç durmayan inşaasında kullanılan dipsiz bir manipüle aracıdır. Paradoks şudur ki sözde özel alana ait olan cinsellik kadar kamu alanında hem pratikte hem söylemde kontrol edilmeye çalışılan başka bir olgu yoktur. Aileden kanunlara dini otoritelerden devlet organlarına bütün kurumlar kimin kiminle, hangi şartlarda, ne kadar süre, ne şekilde beraber olabileceğinin hem yasal hem de sosyal belirleyiciğini ve bekçiliğini yapmakla sorumlu tutar kendini. Bu kolektif cinsel rejiminin kendinini kabul ettirme biçimi, koyduğu kuralları ‘doğallaştırmasıdır’. Doğallaştırma taktiği konulan kurallara öyle bir kalkan gerer ki, mantıklı olup olmamaları bile sorgulanamaz. Zaten sorgulanırsa çökecek olan bu rejimin dayanağı hitap ettiği öznelerin konulan kurallara uymadığı taktirde değersizleştirmesidir. Varlığını sürdürmek için tehdide ihtiyaç duyan her rejim gibi rasyonel yollardan her bireyin onun empoze ettiği varoluş biçimlerini seçmeyeceğini bilir, ve öyle değersiz özne pozisyonları yatarır ki kişiler aktif olarak bu rejimin içinde olmayı istemeseler bile dışında olmayı göze alamasın ve herkesin bu rejim altında varoluşu, eğer değersizleşmeyi göze almıyorsa, devam etsin. Böylelikle anlıyoruz ki, cinselliğin ‘özel’ alana ait olması fikri de, cinsel rejimlerin yaratıcılığının eseridir. Kamu alanında bu denli kontrole mağruz kalan cinselliği kontrol etmenin başka bir kanadıdır ona ‘özel’ etkiketini yapıştırmak. Bize doğru sallanan bir hayli işaret parmakları karşısında bize verilen tek hak sessizliktir bu durumda. Özel olan tartışılmaz çünkü… Kural dışıların da değerinin çeşitli yollarla düşürüldüğü bu baskıcı rejim bize seçim yaptığımız hissini de böylece hissettitir, aslında kurallarını yazmadığımız ama oynadığımız bir oyuna dahil oluruz.
Ulus-Devlet’in Cinselliği Kullanması:
‘Özel’ olan cinselliğin kamu alanında nasıl manipüle edildiğiyle ilgili şöyle bir düşündüğümüzde akla ilk gelenler: Kürtaj hakları, cinselliğin kimler arasında ne zaman yaşanabileceği ile ilgili kanunlar (homoseksüellik, farklı dinlerden/ etnik azınlıklardan kişilerin beraberlikleri), seks işçiliğyle ilgili yasalar, kadının doğurganlığının ulus-devletin çıkarları için yeri gelince yüceltilmesi, kadının cinselliğinin evliliğin ve doğurganlığın tekelinde olması ancak erkeğin çocuk yaşlarda ilk deneyimini yaşamadan ‘adamlığını’ kanıtlayamaması paradoksu, ‘adam’ olmanın askerlikle bağdaştırıldığı (adam olmak, ülkesini korumak, ülkesinin kadınını korumak vs. eğer böyle bir propaganda olmasa rasyonel olarak kim ölmeyi ve öldürmeyi yaşam üzerine tercih eder?) bir tablo çıkıyor karşımıza. Kadın evlendiği, doğurduğu sürece iyi bir vatandaş, adam da askerliğini yaptığı ve korunması gereken kadını hem finansal hem fiziksel olarak koruduğu sürece iyi bir vatandaştır. Duruma göre (ulus-devletlerin mekansal ve zamansal olarak değişebilen çıkarlarına göre) değişken ama sonuçları kalıcı kadın ve adam tabloları ulus-devletin kendi varoluşunu devam ettirebilmesi için formüle ettiği ve propagandasını yaptığı vatandaşlık rolleridir. Bu roller ve rollere uyanların normalleştirilmeleri, uymayanların marjinalleştirilmesi de ulus-devletin devam için enstrümentaldir. (Kıbrıs bağlamında gelişen ‘ideal kadın imajı’ ile ilgili daha detaylı bilgi için Doğuş Derya’nın 2011 Kıbrıs Yazıları’nda yayımlanacak olan annelik temsili/tecrübesi ile ilgili yazısı ve bianet.org adresinde mevcut olan ‘Kıbrıslı Kadın Olmak’ yazısına dikkatleri çekmek isterim.)
Sağın ve Solun Yollarının Kesişmesi:
Cinsiyetçiliğin ciddiye alınmaması, normalleştirilmesi, ve aktif kullanımı.
Cinsel rejimlerin kurallarını halka kabul ettirme ve onları normalleştirme silahı da kuşkusuz kullandığımız dildir, ve dilin etkin olduğu her alandır. Eğer belli bir kelime, kalıp ve anlatım biçimi günlük dilde mevcutsa (dile dahil edilmişse) ve sıkça kullanılıyorsa, bunların taşıdığı anlamları ‘doğal, süregelen’ kabul ediyoruz ve kullanılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ülkemizde medyada kullanılan cinsiyetçi ve ırkçı dilin tartışmasının ortasındayken politik pozisyonlarını çeşitli eylemlerde savunan hem sağdan hem de soldan grupların pankart savaşları cinsiyetçiliğin ve bunun içselleştirilmesinin ülkemizde ne trajik boyutlara ulaştığının başka bir kanıtı daha olmuştur. Yasemin Hareketi’nin Varoluş mitinginde açtığı pankarta da, Genç Mücahitler’in in Baraka’yı prostesto etme amaçlı açtığı pankarta da verilen tepkiler hakaretlere maruz kalan taraflar tarafından hakarete uğradıkları için verilmiştir, ve hakaretler onları eden tarafa ‘aynen iade’ edilmiştir. Bu resimde eksik olan bir şeyler var… Oturup düşündük mü, neden öfke ya da fikir belirtmenin yolu hakaret etmekten, hakaret etmenin yolu da cinselliğe,adamlığa,kadınlığa atıfta bulunmaktan geçiyor? Kapitalizmle elele yürüyen ulus-devletin sunduğu sınırlı kimliklerin birbirimize karşı kullanmayı da adet edindik, birbirimizin sosyal polisi olduk. Kim daha çok ‘adamdır’ yarışı mıdır ki içinde olduğumuz ‘adamlığını’ cinsel saldırıyla tanımlandığı, kimin annesinin cinsel hayatıdır konumuz? Bütün bunların yapmaya çalıştığımızla, ister Kıbrıs Cumhuriyetini savunmak olsun, ister Kıbrıs’ın Türklüğünü, ne alakası var? Cinsel rejimlerin açıkları da vardır elbet, eleştirilecebilecek yanları. Ancak eleştiren ‘marjinalleri’ de susturmanın yollarını yine rasyonel cevaplar değil ‘normalleştirme’ yoluyla yapar. ‘E bizim kültürümüze bu öyle demek değil başka anlamlarda da kullanılır’ dendiğini duyar gibiyim. Esas problem de tam budur. topluma bu saldırgan dilin normal, hafif, hatta mizahi ve kabul edilebilir gelmesi…Tabiiki hakaretin yöneltildiği özneler dışında! O zaman işler değişiyor…
Bazı kadınlık ve adamlık tecrübelerini yeren ve diğerlerini yücelten cinsiyetçilik ve cinsiyetçi aktif olarak kullanıldıkça ve baştan üretildikçe siyasi taraflar arası çizgileri kesinliğini yitiriyor. Saldırılardaki cinsiyetçi dile dikkati çeken nadir kişilerden Baraka’dan Nazen Şansal ihtiyacımız olan paradigma değişimini gayet güzel vurguluyor. Şansal, kendilerine yöneltilen rencide amaçlı pankartı hakaret olarak algılamadıklarını çünkü seks işçilerini ve onların çocuklarını hakaret etmek için uygun özneler değil sistemin mağduru olarak algıladıklarını belirtti. Şansal kendilerine yöneltilen saldırıyı seks işçileri için kullanılan başka bir tabir olarak algılayıp bu faydalı yık-inşayı yapsa da, kullanılan kelime seks işçileri için kullanılan bir kelime olmanın ötesinde bütün kadınları aşağılayan ve hareket alanlarını daraltan yankılar barındırmaktadır, Dolayısıyla bununla yüzleşmek için daha çetrefilli yollara girmemiz gerekmekte, aynı pencereden ne tarafa baktığımızı değil baktığımız pencereleri değiştirmemiz gerekmektedir.
‘Memlekette başka sorun mu kalmadı da feminizm yapıyorsunuz?’ sorusuna naçizane cevap olsun bu yazı. Toplumsal cinsiyet rollerinin kişisel, ulusal, uluslar arası ilişkileri ne denli ve derinden düzenlediğini bir daha hatırlatsın bize. Politika alanında bile savunduğumuz pozisyonun altını dolduracak yapıcı argumanlar ve hareketler üretmek yerine kadınların hayat çeşitliliğini aşağılayıcı ve genel olarak hayatı boğucu kılıp, bireylere ulaşılmaz imajları hedef göstererek zararı dokunan öğretilerin somut temsili olan sözlerin arkasına sığınmaya devam ettikçe, ve bizi konuşan bu dil değişmedikçe merakla sormaya devam ediyorum: akıllarınızda yapıcı fikir, içinizde cinsiyetine bakmaksızın her bireyi eşit derecede saygıya değer gören bir anlayış mı kalmadı da cinsiyetçilik yapıyorsunuz?