…aynı dertten muzdarip olmanın verdiği rahatlıkla el ele gelen dürüstlükle inceden inceye birbirinin içine geçmiş sanrılarını ayıklama ve anlama gailesindeydiler.
Tunuslunun Meramı
‘’Sus! dediler’’ diye devam etti anlatmaya Tunuslu. “Sakın bunu başka yerlerde dillendirme!”
“Böyle temel bir gerçeği nasıl görmezden gelirsiniz? Başka yerleri bırakın, kendi aramızda da mı tartışamayacağız?”
“Sana sus dedik! Toplumumuzun bu ayıbını sakın etrafa yayma, bölücülük yapma!”
Mekan, Londra’da yaşayan Tunusluların doğdukları ülkede mücadele devam ederken genel olarak ülkelerinin içinden geçtiği dönemi, mücadeleyi ve ülkelerine nasıl destek olabileceklerini tartıştıkları bir toplantı salonu. Tunuslunun gündeme getirdiği konu, Tunus’taki ayaklanmaları tetikleyen cinsiyet dinamiği… Mısırlıya, İranlıya ve Kıbrıslıya anlattığına göre, ülke uzun süredir ekonomik zorluklar ve işsizlik sorunu çekse de, ayaklanmaları ilk tetikleyen Tunuslu adamların iş bulamamaları ve böylelikle Tunuslu kadınlarla evlenememeleri. Birçok aile çözümü kızlarını komşu ülkelerden gelen iş sahibi ve nispeten daha varlıklı adamlarla evlendirmekte bulur veya birçok kadın kısıtlı seçeneklerinin içinde benzeri kararlar alır. İşte tam bu noktadadır ki, kadınların ‘elden’ gidişi, vatanın elden gidişiyle eş duruma gelir Tunusluların gözünde. Yıllardır biriken siyasal ve ekonomik baskıların bu denli coşmasının sebebi, Tunuslunun dediğine göre, tehdide uğrayan erkeklik üzerinden olur. Tunuslunun ailesi de günlerce meydanlarda mücadeleyi verenlerdendir, kendisi de uzakta olmasına rağmen çeşitli yollarla mücadeleye katkıda bulunmaktadır. Tunuslunun içine sinmeyen sebeplerden başlamışsa da bu başkaldırı, sonuna kadar desteklemektedir bu geç bile kalınan devrimi -hem akılca, hem duyguca, hem de çeşitli somut çabalarla- Tunuslu, aynı zamanda, bu kriz anını bir fırsat olarak da görmektedir, ülkesindeki cinsiyet ayrımcılığını ve rollerini sorgulamak ve sorgulatmak için. Ama devrimciler (!) “Sus!” diyor ona, “Ülkeni utandırma! Sırası mı şimdi?” O da biraz isyankar soruyor diğerlerine “Eğer değişim anında değilse” diyor “Ne zaman olur ki değişim?”
Mısırlı’nın Heyecanı
Ayağının tozuyla geldi Tahrir Meydanı’nda on sekiz gece yattıktan sonra Mısırlı. Odadaki diğerleri gibi önceden dahil değil dost meclisine, ama ışıltıyla bakan gözleri ve aksanıyla süslenmiş sözleri onlardan biri kılıyor onu bir anda, o anlığına. Biraz bunalmış gibi “Bir kadın olarak orada olmak nasıldı?” sorularından. “Bir erkek olarak orada olmak nasılsa, bu da öyleydi” diyor ve ekliyor: “Tek bir amacımız vardı, hepimiz ona kilitlenmiştik.” Genç bir kadın olması sebebiyle korkan ailesi, en sonunda desteklemeseler de mani olmamışlar, Meydan’a gitme kararına saygı duymuşlar Mısırlının. Ama diğer birçok kadın için Meydan’a ulaşmak mümkün olmamış, sayısal olarak adamlar çoğunluktaymış haykırışın ön safhalarında. Mısırlının anlattıklarından en ilginci, devrimden önce her sokağa çıkışında mutlaka sözel ve bazen de fiziksel tacize uğramasıydı. Normalleştirilmiş bir erkeklik gösterisi olarak tanımlıyor bunu, bu yüzden kendi de dahil birçok kadının, yalnız yürümeyi tercih etmediğini belirtiyor ‘normal’ zamanlarda. İranlı gülümsüyor, başını yavaşça yukarı aşağı sallayıp birkaç kere iç çekiyor. Devrim süresince bu tecrübelerin Meydan’da birkaç vaka dışında yaşanmadığını heyecanla vurguluyor Mısırlı. “Amacımıza odaklanmıştık” diye yineliyor. Mısırlı Londra’dan gittikten birkaç gün sonra 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde gösteri yapan Mısırlı Kadınlara devrimci (!) bir grup tarafından yapılan fiziksel saldırıyı ve sözlü baskıları İranlı ve Kıbrıslı gözleri dolarak okuyor. Devrimciler, Mısırlı kadınları bölücülük ve bencillik yapmakla suçluyor. “Esas bölücü kim?” diye düşünüyor Kıbrıslı, bu senaryoda esas bölücü kim? Daha birkaç gün önce tek yumruk olmuşken, kadınların yanında durup onlarla beraber kadınların insan haklarını yine tek yumruk olarak talep etmek yerine onlara saldıranlar değil mi? Düzenin adı ister diktatörlük, isterse demokrasi olsun… Bu devrim kimin devrimi, bu demokrasi kimin demokrasisi, kadınlar sokakta yürüyemedikçe?
İranlı’nın Araştırması
Yıllar önce yurt dışında okuyan İranlı öğrenci ve araştırmacıların İran hakkında toplumsal cinsiyet çerçevesinde araştırma yapmaları kanunen yasaklanmıştı. Henüz geçen bir kararla, İran hakkında herhangi bir konuda araştırma yapmak hepten yasaklandı. ‘Sus ülkemizi rezil etme!’ stratejisi yasal olarak tavan yapmış olsa da, bizim İranlı dahil birçok öğrenci ve araştırmacı yasalara rağmen akıllarına koyduklarını yapmaya devam ediyor. İranlı, ‘Toplumsal Cinsiyet’ bölümünde çalışmalarına devam ederken öğrendiği teorileri aktivizme nasıl tercüme edebileceğini bir akademisyene sorunca aldığı şakayla karışık yanıt onda buz etkisi yaratıyor: “Burası ne İran çalışmaları, ne de isyan çalışmaları okuludur!” Aktivizmle iç içe olan bu akademisyenden gelen cevabın ağırlığını en çok cevabın ilk kısmı üzerinden hissediyor İranlı durum böyle olunca… Ülkesinde İranlılık örtüsü altında hayalindeki ‘kadın’ bastırılırken, ülkesi dışında, akademi örtüsü altında henüz bir sene önce bırakıp geldiği sokaktan beslenen isyankarlığı ve İranlılığı kalıyor.
Kıbrıslının Çarpıntıları
Kıbrıslı bu bölünmüşlükleri, bu şizofren halleri düşünüp düşünüp durdu, oturduğu yerde bedeni dursa da aklı duramadı. Karaladı bir tarafa:
Kareye yerleşmeye çalışan üçgen gibi, bir köşesi eksik sanki. Kıbrıslıydım, dilimden Türkçe ve İngilizce gelirdi, öğrenciydim, kız çocuğu ve/veya kadındım, nerden baktığına göre değişirdim. Bir de bunlarla yakından uzaktan alakası olmayan bir ‘ben’ vardı benim bildiğim, ülkesiz, dilsiz, cinsiyetsiz, kuralsız. Eksik olan köşe, gözlerin gördüğü/akılların algıladığı/virgülle bir cümlede sıraya dizilip hizaya getirebilen sıfat toplulukları ve kimlik tanımları ile ‘ben’ arasındaki uçurumdu. Ne zaman ki gördüğüm veya görmediğim ‘gözler’in, bakışların üzerimdeki gölgesinin farkına vardım, çoğaldım. ‘Ben’ ve obje-ben olduk tek bedende. Gidip gelmeler, gidip durmalar, gitmemeler, gelmemeler… Bulantı!
Odadaki herkesin tecrübesinin içeriği farklı olsa da şekillerinde tam adını koyamadığı bir benzerlik sezdi Kıbrıslı. Bu kadınların hikayelerini, hayal kırıklıklarını, var olmuş mücadelelerini dinlerken, farklı coğrafyalardan, farklı yaşlardan, farklı ekonomik sınıflardan, farklı dillerden ve dinlerden olmalarına rağmen kendi hikayesini dinler gibi hissetti. Aynı zamanda, bu aidiyetsizliği hiçbir çerçeveye sığdıramadı. Doğu toplumları… deyip geçemedi, çünkü bu kadınları bir araya getiren coğrafyanın, İngiltere’nin de içeriği farklı ama aynı şekilli sorunları pek tabii ki mevcuttu, daha yeni kesilmişti kürtaja ve kreşlere devlet yardımı mesela ve kimse konuyu sahiplenmemişti birkaç kadın dışında. Kadına şiddet, emeğinin sömürüsü gırla orada da… Ekonomik düzen … deyip geçemedi, çünkü zaten kendilerini ‘devrimci’ diye tanımlayan insanlar değil miydi kadınların haklarını 8 Mart’ta sokaklarda ararken onlara saldıranlar Mısır’da? Hem daha geçen gün okumamış mıydı Hindistan’ın tarihinde Komünist Parti’nin nasıl kadının üzerinde baskı uygularken erkeğe sağladığı özgürlükleri. Hala kulaklarında yankılanmıyor muydu 1960’larda hippi olan Amerikalı öğretmeninin nasıl en sonunda komünden ayrılmaya karar verdiğini, çünkü günün sonunda bahsi geçen diğer özgürlükler gibi cinsel özgürlüğün sadece adamların cinsel özgürlüğü olduğunu anladığını… Nasıl tarih boyunca, birçok devrim ve değişim boyunca kadınların devrimlere desteğinin kucaklandığını ama hak arayışlarının ‘şimdi sırası değil’ diye bir kenara itildiğini ve değişim olduğu anda ise bu hak arayışlarını daha da köşeye itilmeye çalışıldığını… Duruma göre baskının, sömürünün şeklinin değiştiğini ama hiç yok olmadığını… Kıbrıslının aklı bunu isteyerek yapıyordu,doğduğu yere odaklanmamaya çalışıyordu, ama ne mümkün…? Geçen yazki o paneli, birçok ‘sol’ parti temsilcilerinin toplumsal cinsiyet ve/ya kadın ‘’larımız’’ hakkında söylediklerini hatırladı; feminizmin özünde iyi amaçları olduğunu ama günümüzde kapitalizmin aracı olduğunu, feminizmin çeşitliliğinin bilincinde olmadan kendilerinden emin bir şekilde dillendirebildiklerini düşündü… Hoyratça savrulan cinsiyetçi söylemler ve cinselliği saldırganlıkla özdeşleştiren sloganlar film şeridi gibi geçti gözünün önünden, ama çok kalmadılar. Çünkü hemen ardından Cumhurbaşkanı’nın “Kıbrıs’ta toplumsal cinsiyet eşitsizliği yok” dediği geldi aklına… Sonra bölücülük ve düşmanlıkla suçlanmak geldi; tanıdık değil mi? İçinden sormak geldi bütün bu söylevlere katılarak onları besleyenlere; “Senin hakkın altın da benimki bakır mı? Senin bağımsızlığın Kıbrıs’ınkiyle birebir, benim senden bağımsızlığım ne zaman? Kadınlar sokakta yürüyemiyorsa, hakkını arayamıyorsa bu kimin demokrasisi, bunun hesabını kim verir, bunun icabına kim bakar acaba?”
Ve hikayeler, nefesler, dumanlar böylece karışır havada, çünkü anlatılmaz bu aidiyetsizlik duygusu anlamayana. Bütün hayvanların eşitliği için uğraşan domuzlar sonunda daha eşit olur nasılsa, kuşun haberi olmaz. Olursa zaten de ‘gak’ der, o bülbül sesi duyuladursun çiler de çiler… Ülkenin dışına çıkarsın, işte bak bir anda sömürgenin kucağındasın. Arkadaşların yine ‘dertli halklardan’ insanlar olur, çünkü bazı çığlıkları düzgün ve süslü İngilizce konuşmaya çalışırken atamazsın. Kendini bir kareye sığdıramazsın. Bir köşe(n) eksik, ne yaparsan yap üçgen kalacaksın. Ama bütün köşesel eksikliklerine ve paradokslarına rağmen, var olacaksın.
Notlar:
Kıbrıslı, bir kenara karaladıklarının son iki cümlesinde Franz Fanon’un “Siyah Ten, Beyaz Maske” kitabından etkilenmiştir. Son paragraftaki ‘Bütün hayvanlar eşit ama domuzlar daha eşit’ cümlesi, George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” kitabında geçmektedir. ‘Dertli halklar’ tabiri ise, Ece Temelkuran’ın “Muz Sesleri” adlı kitabından alınmıştır.
Yazılanlar gerçekten bahsi geçen kişiler arasındaki sohbetlere dayalıdır.
Bu yazı, tek bir birey bile özgür değilse Kıbrıs’ın ne olursa olsun özgürleşmeyeceği, değişimlerin ‘değişimden’ sonra değil, ancak değişim sürecinde veya öncesinde olan değişimler sonucu kalıcı ve etkili olabileceği ve Varoluş Mücadelesinde olduğu gibi toplumuzdaki diğer sosyal mücadeleler için de dayanışma gerektiği noktaları ışığında saklambaç oynayan bir umutla yazılmıştır. Eğer toplumumuzda aktif olan feminist mücadeleyi, çevre bilinci mücadelesini, engelSiz insiyatifi, sağlıkla ilgili organ bağışı mücadelesini ve daha nicelerini toplumsal varoluş mücadelemizin yapı taşları olarak görüp yapıcı diyaloglar çerçevesinde birbirimizden öğrenerek hem sayıca hem de mantalitece genişlemezsek potansiyel bir değişim anında herkesin bağımsız ama bazılarının daha bağımsız olduğu yeni bir ‘eski’ düzene merhaba demiş oluruz. Tunuslunun dediği gibi, ‘eğer değişim anında değilse ne zaman olur değişim?’