Sosyalist feminizm, belki de çok iyi ifade edilmemiş olan belirli bir düzlemde, uzun zamandır aramızda. Kapitalist toplumda bir kadınsınız. Canınızdan bezmişsiniz: işten, faturalardan, kocanızdan (ya da eski kocanızdan), çocukların okulundan, ev işlerinden, güzel olmaktan, güzel olmamaktan, bakılmaktan, bakılmamaktan (ve her iki durumda da, kulak verilmemekten) vs. Bütün bunlar hakkında ve bunların birbirlerine nasıl uydukları hakkında ve neyin değişmesi gerektiği hakkında düşünecek olursanız ve sonra da tüm bu düşünceleri kısaltma halinde bir arada tutacak bir kelime bulmak üzere etrafınıza bakarsanız, neredeyse “sosyalist feminizm”e vardınız demektir.
Çoğumuz sosyalist feminizme tam da bu yolla geldik. Tüm kaygılarımızı, tüm ilkelerimizi, ne “sosyalist” ne de “feminist” gibi görünen bir biçimde ifade etmeye başlayacak bir kelime/terim/cümle arıyorduk. Kabul etmeliyim ki tanıdığım sosyalist feministlerin çoğu da “sosyalist feminist” teriminden fazla memnun değil. Bir yandan çok uzun (hyphenated [tireli, birbirine eklenmiş –Ç.N.] bir kitle hareketiyle ilgili umutlar beslemiyorum); öte yandan aslında olduğu şey bakımından da çok kısa, ne de olsa, aslında sosyalist enternasyonalist ırkçılık-karşıtı, heteroseksüellik karşıtı feminizm.
Herhangi bir türden yeni bir etiket edinmenin zorluğu ani bir sekterlik havası yaratmasıdır. “Sosyalist feminizm” kendi içinde ve kendisi hakkında bir meydan okuma, bir sır, bir mevzu haline dönüşüyor. Hem “sosyalizm”, hem de “feminizm”in herhangi bir anlamlı konuşma, konferans, makale vs. konusu haline getirilmek için fazla devasa ve fazla kapsamlı olduğunu çok iyi bilmemize rağmen, “sosyalist feminizm” üzerine konuşmacılarımız, konferanslarımız, makalelerimiz var. Sosyalist feminist olduğunu kabul edenler dahil, insanlar, kendi kendilerine merakla soruyorlar, “Sosyalist feminizm nedir?” Onun, dünya tarihsel ölçeklerde parlak bir sentez; Marks, Freud ve Wollstonecraft’ın ötesindeki evrimsel bir sıçrama olduğu (ya da belki her an, belki bir sonraki konuşma, konferans ya da makalede olacağı) yönünde bir tür beklenti var. Ya da aniden hiçbir şeye dönüşüverecek, birkaç canı sıkkın feminist ve kadın sosyalist tarafından ele geçirilmiş kişisel bir meraka, geçici bir sapmaya.
Sosyalist feminizm etrafında büyümüş olan sırrın bir kısmını kesip atmak istiyorum. Mantıksal bir başlangıç yolu, sosyalizme ve feminizme ayrı ayrı bakmak. Bir sosyalist, daha kesin olarak, bir Marksist, dünyaya nasıl bakar? Bir feminist nasıl? Başlangıç için, Marksizm ve feminizm önemli bir ortaklığa sahip: ikisi de dünyaya eleştirel bakma biçimleri. Her ikisi de popüler mitolojiyi ve “sağduyusal” hikmeti yırtar atar ve bizi deneyime yeni bir biçimde bakmaya zorlarlar. Her ikisi de dünyayı anlamaya çalışır; (konvansiyonel sosyal bilimlerdeki gibi) statik dengeler, simetriler vs. terimleriyle değil, uzlaşmaz çelişki terimleriyle. Özgürleştirici olduklarında, aynı zamanda sarsıcı ve rahatsız edici de olan sonuçlara yol açarlar. Marksist ya da feminist bir bakış açısına sahip olup da seyirci kalmanın yolu yoktur. Bu analizler tarafından çıplak bırakılmış olan gerçekliği anlamak, onu değiştirmek için harekete geçmektir.
Marksizm kapitalist toplumun sınıf dinamiklerine yanıt vermeyi hedefler. Tüm sosyal bilimciler kapitalist toplumların az ya da çok keskin, sistemik eşitsizlik tarafından karakterize edildiğini bilirler. Marksizm bu eşitsizliği, ekonomik bir sistem olarak kapitalizme içsel olan süreçlerden doğan bir eşitsizlik olarak anlar. Azınlık bir insan grubu (kapitalist sınıf) diğer herkesin yaşamak için bağımlı olduğu tüm fabrikalara/enerji kaynaklarına/kaynaklara vs. sahiptir. Büyük çoğunluk (işçi sınıfı) saf gereklilikle, kapitalistler tarafından belirlenen koşullar altında, kapitalistlerin ödediği ücrete çalışmak zorundadır. Kapitalistler işçilerin aslında ürettiği değerden daha azını ücret olarak ödeyerek kar ettikleri için, iki sınıf arasındaki ilişki ister istemez çözümlenemez bir uzlaşmaz karşıtlık ilişkisidir. Kapitalist sınıf kendi varlığını işçi sınıfının süre giden sömürüsüne borçludur. Bu sınıf egemenliği sistemini koruyan, son tahlilde, güçtür. Kapitalist sınıf (doğrudan ya da dolaylı biçimde) devlet; polis, hapishaneler vs., tarafından temsil edilen örgütlü şiddet araçlarını kontrol eder. İşçi sınıfı sadece devlet iktidarını ele geçirmeyi hedefleyen devrimci bir mücadele başlatarak, kendisini ve nihayet tüm insanları özgürleştirebilir.
Feminizmse bir başka tanıdık eşitsizliğe yanıt vermeyi hedefler. Tüm insan toplumları cinsiyetler arasında belirli bir eşitsizlik derecesi ile damgalanmıştır. İnsan toplumlarını, tarih boyunca ve kıtalar arasında, tek bir nazarda incelersek, hepsinin ortaklaşa yanlar tarafından karakterize edildiğini görürüz: kadınların, gerek aile içinde, gerekse genel olarak topluluk içinde, erkek otoritesine tabi kılınması; kadınların bir mülkiyet biçimi olarak nesneleştirilmesi; kadınların çocuk bakmak, yetişkin erkeklerin kişisel hizmetlerini görmek ve özel (genellikle düşük prestijli) üretken emek biçimleri gibi görevlerle sınırlandırıldıkları cinsiyetçi bir işbölümü.
Bu şeylerin neredeyse-evrenselliği ile sarsılan feministler, tüm insani toplumsal varlığının altında yatan biyolojik “verili”lerde bir açıklama bulmaya çalıştılar. Erkekler, özellikle de gebe kadınlarla ya da bebek emziren kadınlarla kıyaslandığında, ortalamada kadınlardan fiziksel olarak daha güçlüdür. Üstelik, erkeklerin kadınları gebe bırakma gücü de vardır. Yani, cinsel eşitsizliğin aldığı biçimler; bunlar kültürden kültüre ne kadar çeşitli olursa olsun, son tahlilde, erkeklerin kadınlar üzerindeki açıkça fiziksel nitelikli olan avantajına dayanır. Yani, bunlar nihayetinde şiddete, ya da şiddet tehdidine dayanır.
Erkek üstünlüğünün antik, biyolojik kökenleri; erkek şiddeti gerçeği, herhangi bir özel kültürdeki cinsiyetler arası ilişkileri düzenleyen yasalar ve sözleşmelerce yaygın biçimde engellenmiştir. Ama feminist bir analize göre, bunlar hala aramızdadır. Erkek saldırısı olasılığı “kötü” (isyankar, saldırgan) kadınlara yönelik sabit bir uyarı olarak durmakta ve “iyi” kadınları erkek üstünlüğüyle suç ortaklığına sürüklemektedir. “İyi” (“şirin”, itaatkar) olmanın ödülü rastlantısal erkek şiddetinden korunmak ve bazı hallerde ekonomik güvenliktir.
Marksizm zora dayalı sömürüye yaslanan bir sınıf egemenliği sistemini açığa çıkarmak için “demokrasi” ve onun “çoğulculuğu” hakkındaki mitleri yırtıp atar. Feminizm erkek egemenliğini bir güç egemenliği olarak sergilemek üzere “içgüdü” ve romantik aşk hakkındaki mitleri kesip atar. Her iki analiz de bizi köklü bir adaletsizliğe bakmaya zorlar. Seçim, mitlerin rahatlığı ya da Marks’ın söylediği gibi kendisini sürdürecek mitlere ihtiyaç duymayan bir sosyal düzen için çalışmak arasında yapılır.
Marksizm ile feminizmi birbirlerine ekleyip toplamı “sosyalist feminizm” olarak adlandırmak mümkündür. Aslında, çoğu sosyalist feministin çoğu zaman anladığı şey de budur; bir tür melez olarak, feminizmimizi sosyalist çevrelere, sosyalizmimizi feminist çevrelere iteklemek. Gerçi işleri bu halde bırakmanın insanların merakla “İyi ama, bu kadın aslında nedir?” diye sormaları ya da bizden “Baş çelişki nedir” onu öğrenmeye çalışmaları gibi bir sıkıntısı var. Böylesine zorlayıcı ve otoriter tonlu bu türden sorular, çoğunlukla bizi izlediğimiz yolda durduruyor: “Bir seçim yap!” “Ya o, ya da bu ol!” Ama bizler sosyalist feminizmin politik bir tutarlılığı olduğunu biliyoruz. Bizler melez ya da pencere gülü değiliz.
Bu politik tutarlılığa vakıf olmak için kendimizi, feministler olarak, diğer türden feministlerden, ve Marksistler olarak da, diğer türden Marksistlerden ayrıştırmalıyız. Sosyalist feminist türden bir feminizm ve sosyalist feminist türden bir sosyalizmin sınırlarını (buradaki lisanı affedin) kazık çakarak göstermeliyiz. Yalnızca o zaman şeyler tedirgin bir bitişiklikten daha fazlası olarak “toplanabilecek”tir.
Çoğu radikal feministin ve sosyalist feministin feminizm hakkındaki kapsüllenmiş nitelememi şu ana kadar onaylayacağını düşünüyorum. Sosyalist feminist bir bakış açısına göre, radikal feminizmin sorunu, fazla ileri gitmemesidir. Erkek üstünlüğünün evrenselliğine mıhlanmış kalmıştır; şeyler asla gerçekten değişmemiştir; tüm toplumsal sistemler patriyarkaldır; emperyalizm, militarizm ve kapitalizmin tümü basitçe doğuştan gelen erkek saldırganlığının ifadeleridir. Ve saire.
Sosyalist feminist bir bakış açısına göre, bununla ilgili sorun, sadece erkekleri (ve onlarla gerçekten insani ve eşitlikçi bir temelde uzlaşma olasılığını) dışta bırakması değil, kadınlarla ilgili korkunç bir kütleyi dışlamasıdır. Örneğin, Çin gibi sosyalist bir ülkeyi “patriyarka” olarak gözden düşürmek; bazı radikal feministlerin yaptıklarını duyduğum üzere, milyonlarca kadının gerçek mücadelelerini ve kazanımlarını görmezlikten gelmektir. Sosyalist feministler, kadınların ezilmesiyle ilgili bazı ezeli ve evrensel şeyler olduğunu kabul ederken, bunun farklı ortamlarda farklı biçimler aldığı ve farklılıkların da yaşamsal önemde olduğu konularında ısrar etmişlerdir. Cinsiyetçiliğin kız çocuğu katliamı biçiminde ifade edildiği bir toplumla cinsiyetçiliğin merkez komitedeki eşitsiz temsil biçimini aldığı bir toplum arasında bir fark vardır. Ve bu fark için ölmeye değer.
Tüm feministleri kaygılandırması gereken cinsiyetçilik teması üzerindeki tarihsel çeşitlemelerden birisi tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişle birlikte gelen değişimler dizisi olmuştur. Bu akademik bir konu değildir. Sanayi kapitalizminin yerini aldığı toplumsal sistem nitekim partiyarkal bir sistemdi, ve şimdi bu terimi orijinal anlamıyla, üretimin hanede merkezileştiği ve en yaşlı erkek tarafından yönetildiği bir sistem anlamında kullanıyorum. Gerçek şu ki, sanayi kapitalizmi patriyarkanın yanı sıra gelişmiş ve patriyarkanın ayakları altındaki halıyı çekip almıştır. Üretim fabrikalara yollanmış ve bireyler “özgür” ücretliler olmak üzere aileden kopmuştur. Kapitalizmin patriyarkal üretim örgütlenmesini ve aile hayatını kesintiye uğrattığını söylemek, elbette, kapitalizmin erkek üstünlüğünü ortadan kaldırdığını söylemek demek değildir! Ama bugün tecrübe ettiğimiz özel cinsel baskı biçimlerinin, önemli bir derecede, yakın dönemli gelişmeler olduğunu söylemektir. Bizimle gerçek patriyarka arasında devasa bir tarihsel kesinti var. Eğer bugün kadınlar olarak yaşadığımız deneyimi anlayacaksak, bir sistem olarak kapitalizmi anlamaya doğru ilerlemeliyiz.
Açıkçası aynı noktaya başka yollardan da varabilirdim. Sadece, feministler olarak, en fazla ezilen kadınlarla; yoksul ve işçi sınıfı kadınlarıyla, üçüncü dünya kadınlarıyla vs. ilgili olduğumuzu ve bu nedenle de kapitalizmi anlamak ve ona karşı çıkmak zorunda olduğumuzu da söyleyebilirdim. Sadece, kadınlar sınıfların üyeleri oldukları için sınıf sistemine yanıtlar bulmamız gerektiğini söyleyebilirdim. Ama feministler olarak bakış açımıza bir başka şey getirmek istiyorum: onu tarihsel kapitalizm bağlamı içine koymaksızın cinsiyetçiliğin hayatlarımız üzerindeki etkinlik biçimini anlamanın bir yolu yoktur.
Çoğu sosyalist feministin de Marksist teorinin şu ana kadarki kapsül özetini kabul edeceğini düşünüyorum. Ve burada da sorun yine (ben onları “mekanik Marksistler” olarak adlandırıyorum) daha fazla ileri gitmeyen çok fazla insan olmasıdır. Bu insanlar için, kapitalist toplumda olup biten tek “gerçek” ve önemli şey üretken süreçlerle ya da konvansiyonel politik alanla ilgili olan şeylerdir. Bu türden bir bakış açısına göre, deneyimin ve toplumsal varoluşun diğer tüm öteki parçaları; (adını vermek gerekirse) eğitimle, cinsellikle, dinlenceyle, aileyle, sanatla, müzikle, ev işiyle ilgili şeyler, toplumsal değişimin merkezi dinamikleri bakımından çevreseldir; “üstyapının” ya da “kültürün” parçalarıdır.
Sosyalist feministler “mekanik Marksistler” olarak adlandırdıklarımdan çok farklı bir kamptır. Bizler, (feminist olmayan birçok, birçok Marksist’le birlikte) kapitalizmi toplumsal ve kültürel bir bütünlük olarak görürüz. Anlarız ki, kapitalizm, piyasa arayışı içinde, toplumsal varoluşun tüm köşe ve bucaklarına nüfuz etmek zorundadır. Özellikle tekelci kapitalizm evresinde, sadece ekonomik bir bakış açısından bile, tüketim alanının her parçası, üretim alanı kadar önemlidir. Yani sınıf mücadelesini sadece ücretlerle saatler konusuyla sınırlı ya da sadece işyeri sorunlarıyla sınırlı bir şey olarak anlayamayız. Sınıf mücadelesi sınıf çıkarlarının çatıştığı her alanda gerçekleşir ve buna da eğitim, sağlık, sanat, müzik vs. dahildir. Bizler sadece üretim araçlarının mülkiyetini dönüştürmek istemiyoruz, toplumsal varoluşun bütününü değiştirmek istiyoruz.
Marksistler olarak, feminizme mekanik Marksistlerden tamamen farklı bir yerden varıyoruz. Tekelci kapitalizmi politik/ekonomik/kültürel bir toplam olarak gördüğümüz için, Marksist çerçevemiz içinde üretim ya da “politika” ile görünürde hiç alakası olmayan konular, aile, sağlık bakımı ve “özel” hayatla alakası olan konular için yer var.
Üstelik, bizim Marksizm türümüzde, bir “kadın sorunu” yok, çünkü biz kadınları asla öncelikle “üstyapıya” ya da başka bir yere kompartımanlaştırmadık. Mekanik türden Marksistler sürekli olarak ücretsiz kadın (ev kadını) konusu üzerine düşünüyorlar: o gerçekten de işçi sınıfının bir üyesi mi? Yani, gerçekten de artı değer üretiyor mu? Bizler, ev kadınları elbette işçi sınıfının üyeleridir, diyoruz; sadece gerçekten de artı değer ürettiklerine dair özenle hazırlanmış bazı kanıtlarımız olduğu için değil, sınıfı insanlardan oluşan, ve kapitalist-egemenlikli üretim alanından oldukça ayrıksı bir sosyal varoluş olarak anladığımız için. Sınıfı bu biçimde düşündüğümüz zaman, o zaman aslında en çevrede görülen kadınların, ev kadınlarının, sınıflarının tam kalbinde olduklarını görürüz; çocuk bakarken, aileleri bir arada tutarken, topluluğun kültürel ve toplumsal ağlarını devam ettirirken.
Çıkarları oldukça doğal bir biçimde birlikte akan bir feminizm türüyle bir Marksizm türüne doğru ilerliyoruz. Bence artık sosyalist feminizmin neden böylesine mistifike edildiğini görecek bir konumdayız: Sosyalist feminizm fikri, sosyalizmden anladığımız şey aslında benim “mekanik Marksizm” olarak adlandırdığım şey olduğu sürece ve feminizmden anladığınız şey de tarih dışı bir radikal feminizm türü olduğu sürece, büyük bir gizem ya da ikilemdir. Bunlar birbirine eklenemez; ortak hiçbir şeye sahip değillerdir.
Ancak, tarif etmeye çalıştığım gibi, başka türlü bir sosyalizmle başka türlü bir feminizmi yan yana getirirseniz, ortak bir zemin elde edersiniz ve bugün sosyalist feminizmle ilgili en önemli şey de budur. O, güdükleşmiş bir feminizm ile güdükleşmiş bir Marksizm versiyonunun kısıtlarından özgür; içinde tekelci kapitalist toplumun politik/ekonomik/kültürel toplamına yanıt veren bir siyaset türünü geliştirebileceğimiz bir alandır. Eldeki feminizm türleri ile, konvansiyonel Marksizm türü ile buraya kadar varabildik, ve sonra dünyaya ilişkin bakış açısında bu denli sınırlayıcı ve tamamlanmamış olmayan bir şeyler bulmak üzere kopup gitmeliydik. Yeni bir ismi, “sosyalist feminizm”i deneyimimizin tümünü kavrama ve bu kavrayışın toplamını yansıtan bir politika üretme kararlılığımızı ifade etmek üzere kabul etmeliyiz.
Ancak, sosyalist feminist teoriyi bir “alan” ya da ortak bir zemin olarak bırakmak istemem. Bu “zemin”de bir şeyler büyümeye başlıyor. Cinsiyet ve sınıf, kapitalizm ile erkek egemenliği anlayışımıza dair bir senteze, birkaç yıl öncekinden daha yakınız. Burada bu düşünce hattını sadece kaba taslak özetleyeceğim:
1. Sınıfsal ve cinsel egemenliğin nihai olarak güce dayandığı yolundaki Marksist/feminist anlayış doğrudur ve bu saptama hala cinsiyetçi/kapitalist toplumun en yıkıcı eleştirisi olmaya devam etmektedir. Ancak buradaki “nihai olarak” teriminde çok fazla şey yüklüdür. Gündelik bir anlamda, çoğu insan şiddet tehdidi ile hizada tutulmaksızın da ve hatta çoğunlukla maddi yıkım tehdidi olmaksızın da cinsel ve sınıfsal egemenliğe maruz kalmaktadır.
2. O halde, doğrudan şiddet icrası değilse, neyin işlerin yürümesini sağladığının belirlenmesi son derece önemlidir. Sınıf örneğinde, ABD işçi sınıfının militan sınıf bilincine neden sahip olmadığı hakkında zaten birçok şey yazılıp çizildi. Elbette etnik bölünmeler, özellikle de siyah/beyaz bölünmesi, yanıtın kilit bölümünü oluşturmaktadır. Ancak ben, işçi sınıfının, bölünmüş olmanın yanı sıra, sosyal açıdan atomize edildiğini de ileri süreceğim. İşçi sınıfı mahalleleri yok edilmiş ve çürümeye bırakılmıştır; hayat artan oranda özelleştirilmiş ve içe-kapanmıştır; işçi sınıfı tarafından bir zamanlar sahip olunan vasıflara kapitalist sınıf tarafından el konulmuştur; ve kapitalist denetimli “kitle kültürü” neredeyse tüm yerli işçi sınıfı kültürünü ve kurumlarını yok etmiştir. Bir sınıf olarak kolektivite ve öz-güvenin yerini alan, karşılıklı yalıtılmışlık ve kapitalist sınıfa olan kolektif bağımlılıktır.
3. Kadınların, geç kapitalist topluma özgü biçimlerde boyun eğdirilmesi, bu sınıfsal atomizasyon sürecinin kilit öğesidir. Başka bir deyişle ifade etmek gerekirse, işçi sınıfının hayatını atomize eden ve kapitalist sınıfa olan kültürel/maddi bağımlılığı teşvik eden güçler, kadınların bağımlılığını pekiştirmeye hizmet edenlerle aynı güçlerdir. Artan oranda özelleştirilmiş bir aile varoluşunun içinde en fazla yalıtılanlar kadınlardır (ev dışında da çalıştıklarında bile). Birçok kilit örnekte, metalara yer açmak için gözden düşürülen ya da yasaklanan, kadınların vasıfları (üretken vasıfları, tedavi, ebelik vs.) olmuştur. Özel hayata yönelik kapitalist nüfuz etme eylemi karşısında tamamıyla pasif/gayrı eleştirel/bağımlı (yani “feminen”) olmaya teşvik edilenler, nihayetinde kadınlardır. Tarihsel olarak, işçi sınıfının hayatına yönelik geç kapitalist nüfuz etme eylemi kadınları pasifikasyon/ “feminizasyon”un ana hedefleri haline getirmiştir; çünkü kadınlar sınıfın kültürel-taşıyıcılarıdır.
4. Buradan çıkan sonuç kadınların mücadelesi ile geleneksel olarak sınıf mücadelesi olarak algılanan şey arasında kökten bir karşılıklı bağlantı olduğudur. Tüm kadın mücadeleleri içsel olarak anti-kapitalist bir itkiye sahip değildir (özel olarak sadece özel kadın gruplarının güç ve zenginliğini ilerletmeyi hedefleyenler değil), ama kadınlar arasındaki kolektiviteyi ve kolektif güveni inşa eden tüm mücadeleler sınıf bilincinin inşasında yaşamsal önemdedir. Tersine, tüm sınıf mücadeleleri de içsel olarak cinsiyetçilik karşıtı bir itkiye sahip değildir (özel olarak sanayi öncesi patriyarkal değerlere sahip çıkanlar değil), ama işçi sınıfının toplumsal ve kültürel özerkliğini inşa etmeye çalışan tüm mücadeleler kadınların kurtuluşu mücadelesiyle zorunlu olarak bağlantılıdır.
5. Bu, son derece kaba çerçeve içinde, sosyalist feminist analizin ilerlemekte olduğu yönlerden birisidir. Kimse sosyalist ve feminist mücadeleyi aynı şey haline getirmek üzere ortadan kaldıracak olan bir sentez beklemiyor. Önceden verdiğim kapsül özetler “nihai” gerçeği barındırıyor: kapitalist egemenliğin (ırksal baskı gibi), safiyane bir feminist perspektif tarafından; tuhaf sapmalar olmaksızın, basitçe açıklanamayacak ya da ele alınamayacak olan yaşamsal yönleri mevcuttur. Cinsel baskının da (aile içindeki erkek şiddeti gibi), sosyalist düşünce tarafından; yine, çok fazla çekiştirme ve saptırma olmaksızın, hakkında sadece çok az öngörü sahibi olunabilecek yaşamsal yönleri mevcuttur. Yani sosyalistler ve feministler olmaya devam etme yönündeki ihtiyacımız sürmektedir. Ama, hem düşündüklerimizde, hem de kendimiz için yaptıklarımızda, sosyalist feministler olarak kendine güvenli bir kimlik edinmeye başlamaya yetecek kadar sentez mevcuttur.