78 Kuşağı bir grup ODTÜ’lü her yıl bir araya gelmeyi ağır-ağır adet edindik. Aslında bizi birbirimize bu kadar bağlayan, ağırlıklı olarak bir zamanlar hepimizin de ODTÜ’lü olmasının yanında 78 Kuşağı siyasi hareketlerinden birisine mensup oluşumuzdur da. Çeyrek asırdan daha uzun bir zaman geçse de ve artık eski siyasi düşünce alanındaki eski homojenliğimizi çoktan terk etmiş olsak da yine de üniversite hayatının o üç beş yıllık geçmişi, bizi birbirimize yakın tutan çimentonun harcı olmaya devam ediyor mu?
Galiba… Neyse bunlar uzun ve derin konular…
Son iki yıldır bir araya gelişimizin nedenine gelince. Hem hasret gidermek, hem siyasetten felsefeye, çevreden tarihe, önceden hazırlandığımız bir konuda fikir üretmek, tartışmak ve dağarcığımızdaki düşünceleri ortaya sererken, bu arada hoşça vakit geçirmek oluyor.
Birkaç kez topluca Ankara’da buluştuktan sonra, ilk defa geçtiğimiz yıl Ege’nin kuzeyinde Küçükkuyu’da bir araya gelmiştik.
Kıbrıs’ta bu yıl ikincisini gerçekleştirdik…
Girne’de Beşparmak dağlarını, St. Hilarion, Girne ve Kantara Kalelerini gezip dolaştık. Bellapais Manastırını ve Girne Limanı’nı arşınladık.
Bir arkadaşımız bize Namık Kemal’in Mağusa günlerini anlattı.
Sonra da devrimciliğin günlük hayatımızda ne anlama gelebileceği üzerine hep birlikte biraz düşünüp, biraz konuştuk.
Ve 1 Mayıs 1981 yılında Ankara Altındağ semtinde kutlayamadan dağıldığımız o 1 Mayıs Mitinginden 30 yıl sonra ilk defa sloganlar ve marşlar eşliğinde 1 Mayıs’ı birlikte kutladık…
Altı Kıbrıslı on dokuz Türkiyeli olmak üzere, toplam 25 kişiydik.
Yarım yüzyıldır çarpmaktan yorgun düşmüş ve biz heyecanlandıkça arada bir atış ritmini bozan yüreğimizin düzensiz çırpınışları arasında, birimizin bıraktığı yerden diğerimiz devam etti Enternasyonal’i söylemeye.
Hafızam beni yanıltmıyorsa, Birinci Kuşak Kıbrıs Türk Solu’ndan sonra Lefkoşa’da 1970’in ikinci yarısında ilk defa yeniden kutlanmaya başlayan 1 Mayıs yürüyüşlerinde, göstericilerin bu marşı söylemesi pek kanıksanmış bir durum değildi.
Marşı söylerken birden aklıma 32 yıl öncesinin “ODTÜ Devrim Stadyumu”nda, üzerinde pek çok siyasi fırtınanın koparıldığı, 9 Ağustos 1979 tarihinde “Enternasyonal Marşı”nı söylediğimiz o an geldi…
“Uyan artık uykundan uyan, Uyan esirler dünyası / Zulme karşı hıncımız volkan, bu ölüm dirim kavgası / Yıkalım bu köhne düzeni, biz başka alem isteriz / Bizi hiçe sayanlar bunu bilsin, bundan sonra her şey biziz / Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık, enternasyonalle kurtulur insanlık…”
“Tanrı Paşa Bey Ağa Sultan, bizleri nasıl kurtarır? / Bizleri kurtaracak olan, kendi kollarımızdır / İsyan ateşini körükle, zulmü rüzgarlara savur / Kollarının tüm gücüyle, tavı gelen demire vur / Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık, Enternasyonalle kurtulur insanlık…”
Enternasyonal Marşı ile başladık Kuğulu Park’ta ve sonra da patladı gitti bir biri ardınca…
“Hayat denilen kavgaya girdik, çelik adımlarla yürüyoruz…”
“Hey devrimci, hey devrimci savaş vakti yaklaştı, al silahı sol eline Emperyalizme karşı…”
“Jandarma biz Sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana…”
Ellerimizde kızıl bayraklarla, 50’sini aşmış olsak da o gün, yine de çocuklar gibi şendik…
“Faşizme Ölüm Halka Hürriyet”i diye de bağırdık Türkiyeli dostlarımızla, “Ankara Elini Yakamızdan Çek” diye Ankara’daki “AKP iktidarı”na karşı birlik ve dayanışma içerisinde olduğumuzu da haykırdık. Ellerimizde kızlı bayraklar, YKP kortejinin peşi sıra Kuğulu Park’tan çıktık yola.
Diyanellos’un “round about”undan attık yiroyu. İstikamet Girne Kapısı. Ve doğruca yöneldeik Dikilitaş’a doğru…
Bu arada erkek egemen Kıbrıs Türk Solunun siyasi hantallığına yeni bir heyecan ve değişim katmaya çalışan ve aralarında kızımın da yer aldığı Feminist gruptan söz etmeden geçmenin hem son 1 Mayıs’ta, hem de yazımda önemli bir eksilik olacağını düşünüyorum. Hele de “YKP-FEM” pankartı altında onlarla birlikte yürüyen Türkiyeli 78 Kuşağı kadın yoldaşlarımı görünce, doğrusu Kıbrıs Türk Solunun önemli bir eksikliğinin Türkiye solu ile yeterince dayanış(a)mama olduğunu bir kez daha fark etmiş oldum.
Yeri gelmişken yazmış olayım.
Kıbrıs Türk Solu, şimdiye kadar Kıbrıs Rum Solu ve aydın kesimi ile birlik ve dayanışmaya harcadığı eforun onda birini, Türkiye Solu için harcamış olsaydı, Kıbrıs Sorununda çözüm yönünde çok daha önemli katkılarda bulunmuş daha çok mesafe almış olur muydu?
Sanırım…
Neyse dönelim biz son 1 Mayıs Mitingimize. Oğlum Onur ilk defa bu mitingde boyu kadar pankart taşıdı. Ankaralı arkadaşımın oğlu Küçük Onur da yine boyu kadar “Yaşasın 1 Mayıs” bayrağını sallayıp durdu.
O akşam biz 78 Kuşağı ODTÜ’lüler, belki de yakın gelecekte insanların milli ya da dini kimlikleriyle değil, “ebedi dostlukları”; “devrimci dayanışmaları”, gelecek tahayyülleri”, yaşamda paylaştıkları” şeylerle birbirlerini anacaklarını kez daha mı içselleştirmiş olduk?
Galiba öyle…
Demek istediğim, benim için bir şenlik, uzun zamandır tahayyülünü kurduğum bir rüya gibi geçti 2011’in 1 Mayıs’ı.
“1 Mayıs, 1Mayıs / İşçinin Emekçinin Bayramı…”
İşçi olmasak da ve zincirlerimizden başka kaybedecek çok şeyimiz de olsa, fedakarlığın, yardımlaşmanın, ortak tahayyülün en saf biçimini yaşadığımız bir geçmişimiz (aslında Ümmüşen’in dediği gibi 3-5 yıla sığan bir geçmişti bu) vardı bizim. Öğrencilik dönemimizde üç beş yıl değil de, bize sanki çok daha uzun yıllar geçmiş gibi gelen, paramızı, aşımızı, giysimizi birlikte bölüşmüş, “devrimciliğimizi tüm kimliklerimizin üzerine çıkarmış”, sonra da “yeni bir dünya” için omuz omuza mücadele etmiş, birlikte ölümü göze almış, öldürülen devrimci yoldaşlarımızı ailemiz kadar kendimize yakın sayıp birlikte üzülmüş, birbirimiz için fedakarlığın zirvelerinde dolaşmış bir kuşak değil miydik biz?
Başkalarını bilemeyeceğim ama; 78’in ODTÜ’lülerinin ölene kadar peşlerinde bir gölge gibi kendilerini takip edecek, yaşamlarının bir köşesine kazınmış ve derin izleri kalmış çok ulvi bir hatıradır ODTÜ kimliği. Milli ve dini kimlik kadar kutsal ve galiba onlar kadar derin izleri olan bir kimlik.
“Nisan’ın bitimine üç gün kala” Kıbrıs’a gelen, 1 Mayıs 2011 Mitingine katılan 78’li Türkiyeli yoldaşlarım ve onların adamıza dair ilk elden düşüncelerini ve izlenimlerini aktarmak istiyorum şimdi de size…
ÖZAY:
Bu 1 Mayıs’ta Kıbrıs’taydık. Çok önceden planlanmış bir buluşma idi. Kıbrıslı ev sahibimiz “bizim 1 Mayıs’ı da görürsünüz böylece” demişti. İlk şaşkınlığımızı miting saatini öğrendiğimizde yaşadık. Miting saat 19.00’da idi. Biz de 18.30 gibi buluşma yerinde olacaktık. Halbuki 1 Mayıs Mitingine katılmak için İstanbul’da sabahın erken saatlerinde yola düşersiniz. Artık dönemin koşullarına (evinizin alana uzaklığı, yollardaki polis kontrolü, trafik sıkışıklığı vb.) göre öğlene doğru miting alanına ya varırsınız ya da varamadan belki de geri dönersiniz.
Kıbrıs’ta 1 Mayıs günü önce sabahtan öğleye otelde bir siyasetten, biraz edebiyattan sohbet edip tartıştık. Akşama kadar da yedik içtik, gezdik tozduk.
O gün sağ blokta yer alan 2 büyük parti- Demokrat Parti (DP) ile Ulusal Birlik Partisi (UBP)- 1 Mayıs gününü “Bahar Bayramı” olarak piknik yaparak kutlama kararı almışlardı ve hatta o günün gazetelerinde piknik alanını paylaşmada aralarında tartışma çıktığı bile yazıyordu. :))
Derken 18.30’da mitingin buluşma ve başlama noktası olan Lefkoşa’nın Kuğulu Parkı’na gittik.
Sol cenahta kalan partiler, büyük pankartların altında bizim ölçeğimizde az sayıda, onlara göre ise sanırım normal kabul ettikleri oranda-ortalama 15-20 kişilik gruplar halinde yürüyüş kortejine katıldılar. Kıbrıs Komünist Partisi, Kıbrıs Sosyalist Partisi, Yeni Kıbrıs Partisi ve CHP benim görebildiklerimdi. Bunların dışında sendikalar, feministler, Kürt kökenli gruplar, Kıbrıs’ta eğitim gören ODTÜ’lü gençler ve bazı sivil toplum örgütleri kendi pankartları ve bayrakları ile miting alanına kadar yaklaşık 500 metre yürüdük.
Miting Alanı Lefkoşa’nın en çok bilinen meydanı ünlü dikilitaşın (Venedik taşı da denir) Sarayönü Meydanı idi. Burada birçok örgüt temsilcisinin yanı sıra Rum kesiminden sendikacıların temsilcileri de, yine kendi pankartları ile hazır bulunuyorlardı. Hazırlanmış sahnede çalınan marş bildiğimiz marş idi: “1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı”
Konuşmalar yapılırken ve hatta bir müzisyen şarkı söylerken bile -aynı bizde olduğu gibi- bu arada herkes kendi sloganını ve şarkısını söylüyordu. Bir süre sonra ise sohbet her şeyin üstüne çıkmıştı. Görev bitmiş, muhabbet başlamıştı.
Kıbrıs’taki ODTÜ öğrencilerinin pankartını görünce hemen yanlarına gidip eski ve yeni ODTÜ’lüler olarak hatıra fotoğraflarımızı çektirdik.
Uçak saatimiz yaklaşmıştı ve 20.00 gibi alanı terk ettik. Her şey çok çabuk olmuştu.
NEZİH:
Süheyla’nın eşi Mecit, Kıbrıs biletlerini almaya kalktıklarında, size “Namık Kemal’in Mağusa Günleri”ni anlatayım diye bir öneride bulunmuştu. İlk oturumu onunla yaptık. Sadece Namık Kemal’i değil tüm Osmanlı aydınlarını da, Osmanlı’nın, “iktidarın muhalefetini kendinden saydığı” dönemindeki bu devrimcileri üzerine küçük ama etkileyici ve tartışma ipuçları üreten bir değerlendirme yaptı.
İkinci oturuma şu soruyla başladık: Devrimciliğin günlük yaşamdaki karşılığı nasıl oluşuyor, nasıl biçimleniyor? Biraz da şunu anlamaya çalışıyorum. Devrimci bir ortamın olmadığı koşullarda sıradan bir devrimcinin nasıl bir yaşamı olur?
Bunlara yanıt vermeden önce devrimciliği tanımlayacak unsurlar üzerine birer ikişer cümle kurarak bir tur konuştuk… Herkes bir şeyler söyledi. Benim açımdan önemli yanı; herkesin konuşmasıydı. Bunu önemli ölçüde başardık…. İkinci turda da ilk turda konuştuklarımızı da gözeterek; sıradan bir devrimcinin nasıl yaşayacağı üzerinde kısa cümlelerle konuşmayı denedik.
Konuşulanlardan bazı başlıkları kendime göre çıkarsadıklarımı şöyle sıraladım. (Burada Nezih kızacak ama biraz toparlayıp özetlemek zorunda kaldım-hp)
1.Yeniliğe açık olmak.
2.Çelişmelerin çözümü için çaba harcamak.
3.Ütopyayı gerçekleştirmeye çalışmak.
4.Birey olabilmek.
5.Marxizm’in insan ve emek dışında pek önemsemediği diğer konulara eğilmek.
6.Örgütlü olmak.
Yukarıdaki her bir başlığa denk gelecek şekilde alt başlıkları da şöyle sıralamak mümkün…
1.Değiştirmeli, değişiklikleri kabul etmeye hazır olmalı, değişimi anlayabilmeli, küreselleşmeyi anlayabilmeli.
2.Var olan yapıyı dönüştürmeli, mevcut durumu değiştirmeye çalışmalı, toplumsal ilerlemeye destek olmalı, dünyayı (tüm alt unsurları ile) birlikte değiştirmeye çalışmalı.
3.Emekten yana tavır almalı, çoğunluktan yana olmalı, insanın mutluluğu için çalışmalı, tepki duymalı, haksızlığa karşı durmalı, otoriteye boyun eğmemeli, dürüst olmalı, hakkaniyetli davranmalı, vefalı olmalı, çevrenizde bir model oluşturabilmeli, halkın değerlerine sahip çıkmalı, paylaşmalı, sorumluluk duymalı, dayanışma göstermeli, özgür düşünceli olmalı, bağımsız düşünebilmeli, anlamalı, anladığını dönüştürmeye çalışmalı,
4. Bireysel ve kişisel gelişimini önemsemeli, değişime kendinden başlamalı, çocuklarla birlikte değişmeli ve değiştirmeli.
5. Feminizme, çevreye, özgünlükler üretmeye (ağaç dikmekten tutun da tüm hayvanların hayatına ve haklarına) ve cinsel seçimlere saygı göstermeli Bulunduğumuz yerden başlayarak, geçimimizi sağladığımız uzmanlıkları geliştirerek ve nihayet tüketim ile ilgili tavrımızda siyasi düşüncemizle tutarlı olacak davranışlar geliştirmek.
Bunların bir saatlik bir söyleşide konuşulanlardan, becerebildiğimce, almaya çalıştığım notlar olduğunu, katılımcılar – söylemesem de – çözebilir ama diğerlerinin insafına da sunayım istedim.
Kolay gelsin.
FÜSUN:
Kıbrıs gezmek için ideal bir yer. Limon, portakal, yeni dünya ağaçları, renk-renk begonviller, yaseminler arasında sakin sokaklarda dolaşmak her biri ayrı bir karakter gibi önünüze çıkan evleri (hele de yuvarlak dönüşleriyle şiirdeki uyak misali köşelere uyan evleri) seyretmek çok güzeldi. Kıbrıs’ta yaşama isteği sanırım bu sokaklarda canlandı bir çoğumuzda. Ben bir İzmirli olarak çocukluğumdan beri yaşarım bu duyguyu. Yıkılıp yerine apartman yapılan her bahçeli evle birlikte geçmiş biraz daha uzaklaşıyor bizden.
Kıbrıs’ta da sayfiye yerlerinden başlayarak plansız ve arsız yapılaşma başlamış ne yazık ki.
Yukarıda anlattığım sokakların keyfi öyle uzun sürmedi ama… Güzellikler arasında dolanıp dururken sapıverdiğiniz bir sokakta gerçekle yüz yüze geliveriyorsunuz. Örneğin sınırdayız (Lefkoşa’da Lokmacı Barikatı.) İnsan sınır deyince arada bir nehir dağ boş alan gibi bir şeyler bekliyor oysa burada daracık bir sokak. Sokağın bir yanı Rum tarafı. Yürüyüp geçesi geliyor insanın. Öte taraf öyle yakın, öyle iç içe bir durum yani. Bize (TC uyruklulara) yasak bildiğiniz gibi. Kıbrıslılar girip çıkabiliyorlar. Yanılmıyorsam 2003 ten beri AB pasaportları var. Yine de ticarette kısıtlamalar var.
Sonraki gün bir kumsalın kenarında iniyoruz arabadan. Ne güzel kum deniz diyerek denize yürümeye başlamışken sahil boyunca tel örgülerle çevrilmiş terk edilmiş bölge Maraş dikiliyor ardımızda heyula gibi. Kıbrıs’ın güzelliği değil çirkinlikler öne çıkıyor yeniden. Gördüğüm anladığım odur ki: Kıbrıs’ta gelinen noktada şöyle yapılırsa çözüm bulunabilir dönemi ve olasılığı geride kalmış. Sorun Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin, yani Kıbrıslıların eskisi gibi bir arada yaşamalarından çok öte boyutlar kazanmış. En önemlisi bildiğiniz gibi adaya Türkiye’den göç edenler daha doğrusu yerleştirilenler. Böyle yerleşenlerin bir kısmı kendilerine mülk olarak verilen ev ve bahçeleri yabancılara satmışlar. Satıştan elde ettikleriyle Türkiye’de köyünden kasabasından yer almış kendisine. Oysa Rum tarafı Türklere ait yerleri sadece kiralamış ya da en azından tapusunu vermemiş kuzeyden gelen Rumlara. Yani Rumlar bence daha kurumsal yaklaşmışlarla Kıbrıs Cumhuriyeti adının gereğini yerine getirmişler bu noktada.
Neyse ben lafı çok uzattım galiba sonrasını Paşaya bırakıyorum. Gerçi Paşa bize Küçükkuyuda anlatmıştı bir dolu şey ama şimdi daha bir can kulağıyla dinleriz eminim.
Çok uzattım dedim ama Kıbrıs buluşmasına damgasını vuran bir başka isimden söz etmeden bitirmek doğru olmaz. Tabii ki Onur dostumuzdan (Onur henüz üç yaşında) söz ediyorum. Gerçi o dost olduğumuzu söylemeyi reddetti, hatta dostum dediği kişilerden söz etmemize bile izin vermedi ” hayır o benim dostum sizin değil” diyerek. Ama Kıbrıs benim dediğinde bizden aldığı cevap;” Kıbrıs Paşa’nın” olunca doğruca Paşaya gidip;” Paşa Kıbrıs hepimizin. Değil mi” diyecek kadar da kıvrak zekalı olduğunu gösterdi. Bir daha ki buluşma Onursuz eksik olur diyorum şimdiden…
Sevgiler…
SÜHEYLA:
Sanırım her Yakın Gözlüğü (1) buluşması bizi birbirimize daha da yakınlaştıracak. Küçükkuyu’dan (2) sonra Kıbrıs’ta yeniden bir araya geldiğimiz arkadaşlarımı şimdi daha da çok seviyorum.
Gelemeyenler çatlasın, harika günler geçirdik Kıbrıs’ta.
1 Mayıs’ta Paşaların kızı Faika ile “YKP-FEM”- Yeni Kıbrıs Partisi Feministlerinin pankartının arkasında birlikte yürümek çok keyifliydi.
Kıbrıs’ta “Devrimci nasıl yaşar?” söyleşimiz çok güzeldi. Söyleşinin notlarını tuttum, becerebilirsem daha sonra özetleyeceğim.
Mecit’in Namık Kemal sunumundan da epeyce şey öğrendim.
Bu buluşmadan sonra Kıbrıs gerçeğine artık daha farklı bakıyorum. Paşa’yı daha iyi anladım.
Sevgiyle…
GÜL VE GÜLVEREN
Sevgili Figen-Halil Paşa ve Füsun…
Konukseverliğiniz için çok teşekkür ediyoruz . Geziler, 1 Mayıs Mitingi, yemekler, sohbetler, arkadaşlar ve dostum Onur (ufaklık) çoook güzeldi.
Paşa!.. POLİ dergisindeki yazılarını okuduk kalemine sağlık . Selamlar, sevgiler…
ÜMMÜŞEN
Kıbrıs mı çok güzeldi, birlikte olmak mı kestiremedim ama ben ve Hüseyin Kıbrıs’a yerleşmeyi düşünecek kadar çok sevdik oraları…
Kendi kuşağımızın tüm değişimlerine rağmen aynı yürek sıcaklığını hissettiren dostları görmek, hep beraber dağların başından, kalelerin burçlarından aşağılara bakabilmek, 1 Mayıs mitingine katılmak vb.. bir arada dört gün geçirmek her şey çok hoş ve anlamlıydı.
Bu geziyle benim öğrendiklerim ;
*Kıbrıs’ın milli yemeklerinin ana maddelerinin bizim evelik-gölevez-aşotu olduğu, (Kıbrıs dilindeki karşılıkları sırasıyla evelik???, gölevez gologaz, aşotu golyandro olmalı-hp),
*hellime peynir denmeyeceği, zaten Kıbrıs helliminin (özellikle sıcak taze köy hellimi) bizim Türkiye’de yediklerimizden çok farklı olduğu,
*Çok lezzetli lorun, hellim suyundan yapıldığı,
*Namık Kemal’in saltanat tarafından aileden görüldüğü,
*Namık Kemal’in zindanlarda falan yatmadığı, sokaklarında rahatça dolaştığı, Magosa ve kaldığı mekanı görünce insanın sürgün olmaya can atacağı,
*Kıbrıs konusunda izlenen politikaları değerlendirmek ve bir sonuca ulaşmak için Maraş’ı görmenin yeterli olabileceği,
*Maraş’sız bir Mağusa’nın hep kardeşsiz ve öksüz kalacağı,
* 30-35 yıl öncesine göre “devrimci nasıl olmalı?” yanıtlarımızın çok çeşitlenmiş olduğu,
* Geçmişteki performansımızı, yaşımızı vb..dikkate aldığımızda, her türlü örgütlenme ve mücadelede önderlik yapma iddiasından vazgeçmenin vatana millete daha hayırlı olacağı,
* 30-35 yıl öncesi ortak yaşanan 3-5 yılın hala böylesi güçlü bir bağ oluşturduğu,
*Bu birlikteliğin temelini atan ve yaşatanlara bir kez daha teşekkürler…
ÜNSAL
İnsanın böyle bir ortamda dolaşması da, tartışması da, yemesi içmesi de, gökyüzüne boş boş bakıp uyuklaması da keyifliydi. Diyorum ya biz birbirimizin içinde doğduk diye. O nedenle gurubun yaptığı hiç bir eylem “benzerlerine” benzemiyor.
Diğer ODTÜ’lüler de Aysel, Müjgan, Kamuran ve Gülümser, Burhan ve eşi…
Bize Namık Kemal’in Mağusa günlerini anlatan Mecit…
Üniversiteden mezun olduktan sonra da aksatmadan görüşüp dertleştiğimiz, Erdem ve Nuray…
Yıllar sonra dünyaya gelmiş oğlu, oğlumun adaşı, isimdaşı Onur…
Hepsi de Kıbrıs’a gelmekten, Akdeniz kültürünün adaya has kültürü ile yüzleşmekten, Kıbrıslılarla birlikte olmaktan memnundular…
Ne mutlu bize ki Türkiyeli dostlarımız var!. En az Kıbrıslı dostlarımız kadar sevdiğimiz ve en az Kıbrıslı dostlarımız kadar bize değer veren…
“Kim demiş ki Kıbrıs Solu Türkiye’ye, ya da Türkiye solu Kıbrıslılara ilgisiz diye?”
Yeter ki isteyelim… Her ülkenin çeşit insanı var. Kıbrıslının da, Türkiyelinin de…
Ne demişti papaz Neofidos?
“Milliyetçilik bir hastalıktır”
Unutmadan eklemiş olayım.
Salt kimlikler üzerinden insanlar hakkında “genel kanılara varmak”, “genel yakıştırmalarda bulunmak” ve “genel geçer düşünceler üretmek” de öyle…