2011 genel seçimleri, sosyalist hareketin krizden ziyade ne kadar derin bir varoluş sorunuyla karşı karşıya olduğunu bir kez daha göstermekte. Burada temel husus derin analizler, yakışıklı sözler, duruşlar-bakışlar değil, toplumsal karşılık açısından bir bütün olarak sosyalist hareketin kıymeti harbiyesinin sorgulanır olmasıdır. Yaklaşık yirmi yıldır çok kısmi gelgitlerle süregelen bir varoluş sorunundan; büyük ittifaklardan devrimci ayrışmalardan vb. öte solun bütününden söz ediyoruz. Kantara çıkma kapasitesine sahip olmayanların tarihsel iddialarına diyecek bir şey yoktur; ancak kantara çıktıklarını iddia edenlerle birlikte oy vermeyeninden şu veya bu blok veya partiye verenine kadar bütün sosyalist hareketin gücünün herhangi bir savunma mevzisi inşa etmeye bile yetmediğini gündelik mücadelelerin her anında görmek mümkün.
(…)
Elbette toplumsal karşılığı olan partilerin seçimlerde vekil çıkartması gözardı edilemez. Bu şık yalnızca Türkiye’de değil, Fransa dahil olmak üzere seçim sisteminin nisbi temsil yerine, iki dereceli veya dar bölgeli seçim sistemlerinin, yani ülke ölçeğinde alınan oylarla uyumlu bir biçimde temsiliyeti engelleyen sistemlerin var olduğu ülkelerde oyların boşa gitmesi kaygısına kurban olduğu için büyük miktarda Kaf Dağı’nın ardında kalmaktadır. (Barajın anti demokratikliği tartışmasız. Ancak bu tür engeller yalnızca bizde yok; Fransa’da ikinci turu yakalamak için gereken oranla kıyaslanırsa yüzde on barajı biraz hafif kalır.)
Ancak barajın bir engel olmadığı ülkelerdeki sosyalist hareketlerin milletvekili seçtirmeleri ille de sosyalist inşanın bir güvencesi veya hatta kaldıracı değildir. Brezilya’dan Danimarka’ya verilecek bir dizi örnekte bu kurumsal faaliyetin inşa faaliyetiyle ilişkisinin hiç de hayati olmadığını gösterir.
Bağımsız adaylıkla seçim barajını aşma yöntemiyle sosyalist inşa perspektifinin bağdaştırılıp bağdaştırılamayacağı meselesi ise kısmi başarıların mümkün olduğu kimi bölgelerle sınırlı kalmayarak daha genel ölçekte ele alınması gereken bir meseledir. Ancak 2007 seçimlerinde Latin Amerikavari aşağıdan hareketler örgütlüyoruz söylemiyle yürütülen kampanyanın sosyalist inşa ile zerre kadar ilişkisi olmadığı anlaşılmış olduğundan yeniden üzerinde durmaya gerek yok. Bağımsız adaylık meselesini ısrarla sürdürenler de en azından bu deneyimi o haliyle hayırla anmamakta. Böylesi bir seçeneğin tartışılabilmesi için gerçekten ardında bunu kaldıracak bir seçmen desteği ve bunu götürebilecek bir parti olmalıdır.
Sokakla sandık arasındaki ilişkiyi siyasal partileri berhava ederek kurmaya çalıştığınızda, siyasal partinin bir mücadele aracı olmasının yanı sıra kolektif bir bellek oluşturma, militan yetiştirme, değişik mücadele alanları arasında bağlantılar kurma gibi işlevlerini de küçümsemiş olursunuz. Toplumsal mücadelelerin kesikliliğini kısmen de olsa giderecek, sürekliliği sağlayacak bir aracı, toplumsalla siyasalın birliğini ve beraberliğini sağlayacak aracı yok etmiş olursunuz. Bir başka açıdan bir dönem önce mücadelelerde birikmiş olanları sandığa gömersiniz.
Boş zamanlarımızda devrim çağrıları yapıp iş sıkıya gelince sığınağa çekilmenin fiziki olmasa da siyasal bir ifadesi sosyalist hareketin inşasının bir parçası olarak seçimleri atlamaktır.
Seçimlerin temel meselesi bir program etrafında daha geniş kesimlerin, giderek toplumun çok büyük bir kesiminin, derlenmesi için partinin düşüncelerinin yaygınlaştırılması ve savunulmasıdır. Bu açıdan seçimlerin bir kürsü olarak kullanılması önceliklidir. Ancak parti yalnızca kürsüden haykıran, görüşlerini serdeden bir konumla kendini sınırlayamaz, ister istemez diğer siyasal partilerle açık bir mücadele vermek durumundadır. Buradan hareketle sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin bir ifadesi olduğu gibi bu güç ilişkilerinin yeniden inşasının da bir aracı olmalıdır seçimler.
Elbette toplumsal mücadelenin ortalama düzeyi bile sonunda gidip sandığı bir oy atmaktan çok daha önemlidir. Ancak unutmamak gerekir ki bu toplumsal mücadeleler kimi zaman bir kuşağın ömrü boyunca rastlayamayacağı bir düzeyde seyredebilir. Oysa parlamenter rejim altında belli aralıklarla seçim vesilesiyle en azından olağan durumlardan daha güçlü bir kürsü imkânı elde edilebilir. Toplumsal mücadelelerle ulaşılabilecek kesimin veya ulaşılabilen kesimin sınırlılığını çeşitli inisiyatiflerden çıkarsamak mümkün olduğu gibi sendikal mücadeleye katılım bir yana sendika üyelerinin toplam sayısının bile faal nüfusun ne kadar düşük bir kesimini teşkil ettiği atlanmamalıdır.
Dolayısıyla yaşadığımız son otuz yıl göz önüne alındığında, toplumsal mücadeleleri, sendikal mücadeleleri lafta öne çıkararak seçimleri küçümseme lüksüne sahip değiliz. Üstelik herhangi bir sosyalist çevrenin veya partinin değil, hepsinin toplamının faaliyetlerinin nüfusun yüzde birine bile ulaşmaktan uzak olduğu atlanmamalıdır. Oy vermeyen ve seçimleri küçümseyen toplumsal kesimleri baş tacı etmenin bir anlamı yok; çünkü onlar da seçime uzak dururlarken daha doğrudan temsil sistemi arayışı içinde olmadıklarından daha ziyade siyaset dışına sürüklenmektedirler.
(…)
Emekçilerin, ezilenlerin sendikalar başta olmak üzere çeşitli düzeylerdeki örgütlenmelerine sosyalist partilerin yaptığı yatırım tartışmasız bir biçimde seçimdekinden çok daha önemlidir ve belirleyicidir. Ancak buradaki değişim bir takım seferberlikler aşağıdan belirmediği zaman ölçülebilir veya anlaşılabilir değildir. Örneğin 1 Mayıs 2010’da Taksim’den geçen insanlar için verilen sayılara bakıldığında olmadık hayallere kapılmak mümkündür. Ancak bu kitlenin siyasi iradesinin kıymeti harbiyesine bakıldığında –ki önümüzdeki seçimlerde bunu göreceğiz– sosyalist hareket için toplamda fazla bir şey ifade etmeyecektir. Bu nihayetinde bir gösteridir ve siyasal içeriği alabildiğine bulanıktır. Benzer bir biçimde Tekel gibi artçı mücadeleler ne kadar önemli olurlarsa olsunlar nihayetinde bir artçı mücadeledir ve buradan hareketle bir siyasal kazanım beklemek abes olacaktır. Mücadele alanlarındaki güçlerin birliğini sağlamak tek başına yetmez, buna bir siyasal zemin de oluşturmak gerekir. Aksi takdirde mücadelede birikenler kaybolur gider.
(…)
Beğenelim beğenmeyelim, seçimlerde ahalinin hakemliğinde sahneye çıkılıyor. Koşulların alabildiğine elverişsiz, anti demokratik olması siyasete küsmeye neden olamaz. Toplumsal mücadelelerde yan yana gelenlerin bile seçimlerde ayrı düşmeleri gerçeği siyasetin nerede tecelli ettiğinin basit bir göstergesidir. Hatta aynı parti içinde seçimlerde farklı görüşlerin bulunduğu-bulanabileceği göz önüne alınırsa meselenin önemi daha iyi kavranabilir. Bir sosyalist parti için bu farklılıklar esas olarak “nasıl malı götürürüz” diye değil, “nasıl daha iyi kitlelerle ilişki kurabilir, kendi görüşlerimizi etkin bir biçimde açıklayabilir ve nihayetinde yeni kesimlere ulaşabiliriz” babında olmalıdır.
Seçimlerin güç ilişkilerini bire bir yansıtmadığı bir gerçektir. Nihayetinde dünyanın birçok ülkesinde emekçilerin, ezilenlerin önemli bir kısmı verecekleri oyun anında kendilerine dönmesi için bir takım umutlar taşırlar ve mücadele içinde birlikte oldukları kesimden ziyade temsil kabiliyeti olanları tercih edebilirler. Bu açıdan her zaman sosyalist partilerin gücü aldıkları oyların çok ötesindedir, yeter ki bu oranı olmadık düzeye çıkarmayalım.
Ancak alınan sonuçların emekçilerin, ezilenlerin siyasal bilincini zerre kadar yansıtmadığını, hele hele onların seferber olma kapasitelerine zerre kadar tekabül etmediğini söylemek iman tahtasının sağlamlığı açısından anlamlı olsa da nesnel gerçeklikle rabıtasız bir haleti ruhiyenin ifadesidir. Seçimleri sınıf mücadelesine ikame etmek gibi bir abes durum yoktur; ancak seçimler de sınıf mücadelesinin dışında bir şey olmayıp ona içkindir. İrili ufaklı sosyalist gruplar seçimde sayılmaktan sakınmak veya seçimlerde olmadık hayallere kapılmak yerine mümkün mertebe seçimleri emekçilerin, ezilenlerin belli bir düşünce, program çerçevesindeki haleti ruhiyesinin temsilini sağlamaya çalışmalıdırlar. Bir sosyalist partiyi beğenmeyen bir emekçinin bu nedenle oy vermemesi belki anlaşılabilir ama kalkıp AKP’ye oy vermesiyle açıklamak (“bizim solcularda iş yok”) anlamsızdır. Sosyalist parti seçime kadar toplumda birikmiş eşitlikçi, özgürlükçü eğilimlerin bir haznesi olmak durumundadır.
Sonuç olarak seçimin kendisi tek başına fazla bir şey ifade etmiyor, bu kabaca bir sayım olarak önemli. Ama esas olan seçimlere nasıl katılınıldığı, seçimlerin nasıl yürütüldüğüdür.
(…)
Önümüzdeki seçimlerde toplam sosyalist oyların üç aşağı beş yukarı hangi aralıkta seyredeceği bellidir. Bu mütevazının mütevazısı oranın büyük sıçramalara ve umutlara imkân vermeyeceği belli olmakla birlikte, bu oran sıfıra yaklaştıkça, kimse blokun başarısının sırtında proletaryanın bağrında büyük devrimci patlamalara önderlik edeceğini sanmasın. Buna meraklı olanlar kendi bağımsız güçlerini seçimlerde kanıtlayarak gösterebilirler.
12 Haziran 2011 seçiminde sözünü ettiğimiz türden bir kutup oluşturmayı önüne görev olarak koyan çoğulcu, feminist, ekososyalist, antikapitalist, enternasyonalist bir seçenek bulunmamaktadır. Böyle bir seçeneğin herhangi bir kanaldan, önceden kestirilmesi mümkün olmayan mücadelelerin ürünü olacağını yeniden belirtirken, somut sorunlar karşısında da tavır almak gerekir. ÖDP bağrında taşıdığı ikilemler, geçirdiği sarsıntılarla birlikte yine de seçime katılan en sol parti olabilirdi. Programı itibarıyla yukarıdaki formülasyona en yakın olan bu partiye verilecek oylar aynı zamanda onu bekleyen tarihsel göreve de bir çağrı işlevi görebilirdi. Ancak böyle bir durum söz konusu değil.
Bu durumda sosyalist inşa açısından anlamlı bir seçim çağrısı yapmak mümkün değil. Ancak seçim de önümüzde duruyor. BDP geleneğinin yirmi yıldır üstlenmiş olduğu davanın daha kapsamlı bir şekilde sürdürülebilmesi için, milletvekili sayısından çok daha önemlisi, siyasal olarak meşruiyetini perçinlemesi için BDP adaylarının desteklenmesi gerekmektedir. Belirtmek gerekir ki ÖDP seçime girse bile özellikle bölgede BDP adaylarının seçilmesi yine önemliydi. Blok adaylarını, kendileri oy alacakları seçmenin ne için oy vereceğini atlayarak sosyalist hareket için tarihi bir rol üstlendiklerini iddia edecek olsalar da, BDP’den özerk bir şey ifade etmeyecekleri için ayrı bir siyasal projenin ürünü olarak görmemek gerekir.
(…)
Seçimden seçime bir taktik olarak herkese moral aşılayarak onları bir tür olmayan toplumsal hareketlerin öncüsü rolü vermek büyük bir propaganda hamlesidir. Ancak birisi de kalkıp bu iddia ile siz diyelim son on yılda ne topladınız diye sorarsa alınacak cevabın maalesef iddia ile aşırı orantısız olacağı bir gerçektir.
Kürsüyü, örgütü öne çıkaran, kutsayan yirmi yıllık birleşme-ayrılma deneyimlerinden sonra daha sancılı aşağıdan bir sürecin geliştirilmesi gerekecektir. Aşağıdan süreç ise asla “doldurulmaya hazır tarafsız ve boş bir alan değil, istikrarsız bir güç mücadeleleri alanıdır.” (Daniel Bensaid) Bu mücadele alanında sosyalistlerin en büyük avantajı bir stratejiye sahip olmalarıdır. Çoğulcu, antikapitalist, feminist, ekososyalist, enternasyonalist bir perspesktife sahip olmadan mücadele alanlarına yapılacak dalışlar betona çarpma etkisi yaratacaktır.
Ardında bu tür mücadele deneyimleri bulunmayanların seçimdeki beklentileri de yeni mücadelelere hazırlanmak değil, ya defi bela kabilinden seçimlere katılmak veya seçimlerden mucize beklemek arasında salınıp duracaktır. Çeyrek yüzyılın bilançosu budur.
(Bu yazı Masis Kürkçügil’in Yeniyol dergisinin 41. Sayısında yayımlanan aynı başlıklı makalesinin kısaltılmış bir versiyonudur.)