Türkiye bir kez daha 12 Haziran’da antidemokratik seçim yasaları, siyasi partiler yasası gibi düzenlemelerle seçime gidiyor. Eşitsiz, adaletsiz uygulamalar eşliğinde seçim süreci tamamlanmak üzeredir. Propağanda hakkını kullanmadaki eşitsizlik, hazine yardımının adaletsiz kullanımı, yüksek seçim barajı, yasaklamalar, kısıtlamalar… gibi nedenlerle halkın özgür iradesinin parlamentoya yansımasının adil olmayacağı da şimdiden söylenebilir. Aday listelerinin ilanı sürecinde bağımsız adaylara karşı veto engeli sokak gücü karşısında düzeltilirken, benzer bir eksikliğin giderilmesi ÖDP’nin seçime girmesi konusunda kullanılmadı. Bu gelişme, bağımsız, sosyalist, devrimci adayların meclise girmesinin önemi yanında esas olanın hayatın içinde örgütlü olmak, iktidar olmak olduğunu, kitlesel destek ve sokak gücünün önemini bir kere daha tescil ettirdi. Bu nedenle seçim sürecinde halk güçleri, devrimciler esas olarak toplumsal tabanlarını genişleten çalışmaları, örgütsel durumlarını güçlendirmeyi temel almalıdır.
Seçim sonrası için bu günden görülen ise, AKP’nin üçüncü kez iktidara geleceği beklentisidir. Bunun belirtisi olarak da, seçim sürecinde muhafazakar milliyetçi söylem ve değerlerin baskın olduğu söylenebilir. Seçim süreci 2007’ye göre burjuva partiler arasında, daha çok projelerin yarıştığı görüntüsü verse de, kitle iletişim araçları üzerinden yoğun bir reklam kampanyası ile gerçekleşmeyecek vaatler, sahte umutlar yarıştırılmakta, küfür ve hakaretin, röntgenciliğin ölçüsüzce kullanıldığı seviyesiz bir burjuva siyaset dili kendini göstermektedir. Diğer yandan rejimdeki dönüşüm sancıları, AKP hükümetinin faşizan, otoriter önlemlerle iktidarını sürdürme kaygısı, kürt sorununda barışın sağlanması, anayasa tartışması, demokratikleşme, adalet ve özgürlük talepleri… seçim sürecinin önemli gündemleri olmaktadır. Sokakların, alanın kullanımının yaygınlığı, kitlelerin siyasi duyarlılığının yükselmesi, kitle çalışması bakımından daha uygun bir ortamın oluşması hiç kuşkusuz halk güçlerine, devrimcilere ihmal edilemez görevler yüklemektedir.
Malum ki iktidarda bulunan AKP, kurulduğundan beri, neoliberal politikalarla uyumlu, İMF, DB reçetelerini uygulamada ve piyasanın önünü açmada gayretli, emperyalizmin bölge politikalarına sadakati tartışılmayan bir pozisyon sürdürmektedir. Bu nedenle bir dönem daha iktidarını sürdürecek desteği, uluslar arası sermaye güçlerinden de görmektedir. “The Economist”, “Time” gibi dergilerdeki değerlendirmelere rağmen uluslar arası sermaye güçlerinin bu dönem de AKP’ye destek verdiği söylenebilir. Kaldı ki bu dergiler de 2007 seçimlerinde açıktan AKP’yi adres göstermişti. AKP’nin, baştan itibaren ABD patentli kurulmuş, cemaatler-tarikatlar koalisyonu bir parti olduğu bilinmektedir. Bu koalisyon, muhafazakar kesimlerin kitlesel desteği yanında merkez sağ ve liberal kesimlerin desteğinin de harmanlanması ile somutlaşmıştır. 28 Şubat süreci sonrasında eğemen çevreler böyle bir partinin şekillenmesine ihtiyaç duymuşlardır. Çünkü Türkiye’de rejimin, önceleri soğuk savaş dönemine uygun olarak ‘kurumsal faşizm’ özelliği, neoliberalizmin küresel, dönemsel ihtiyaçlarına ve ABD‘nin Ortadoğu politikalarına uygun olarak, ‘ılımlı islam rejimine’ dönüştürülmek istenmiştir. Bu nedenle de Ortadoğu ve Arap ülkelerinde model gösterilen AKP, dış politikada ABD-AB çizgisini, ekonomide İMF’ci neoliberal politikaları sürdürürken, muhalefet üzerindeki sindirme ve baskı yöntemlerini, toplumun muhafazakarlaştırılması ile birlikte uygun dozlarda sürdürmektedir.
***
AKP hükümetinin geçtiğimiz dokuz yıllık iktidarı boyunca; özelleştirme politikalarını hukuksuz olarak sürdürmesi, çalışanların işsiz kalması, güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, emekçilerin kazanılmış haklarının gaspedilmesi, kapitalist krizin bedelinin halka fatura edilmesine, yoksulluğun artmasına rağmen toplumdan aldığı destek büyük ölçüde sürmektedir. Bunun nedenlerinin, sol ve emek güçleri tarafından kuşkusuz değerlendirilmesi gerekmektedir.
Kürt muhalefetinin talepleri karşısında, açılım politikalarını gündeme getiren AKP hükümeti, bunu gerçek anlamda barışın sağlanacağı bir sürece dönüştürmemiştir. Bölgede sürüp giden savaşın sona erdirilmesi, eşit haklar temelinde barışın sağlanması için önemli bir fırsat da, AKP iktidarı tarafından berhava edilmiştir. KCK davası, operasyonlar, gözaltılar, tutuklamalar ile seçim sürecinde BDP’yi daraltma hesaplarını temel aldığı görülmektedir. Kürt sorununun çözüm sürecini bireysel kültürel haklar çerçevesinde, dinsel motiflerle de oyalayan AKP, en son “Kürt sorunu yoktur” safsatasına gelmiştir. Diyarbakır mitingindeki konuşması da barışa, uzlaşmaya, çözüme mesafeli duruşunu göstermektedir. Referandumda bir kısım milliyetçi kesimlerin desteğini almış olan AKP için seçim sürecinde bu desteğin oy olarak sürmesi daha önemli gelmektedir. Bu nedenle MHP’nin baraj altında kalabileceği senaryoları için çeşitli oyunlar geliştirilmiştir.
Geçen dönemde yaşanan; “devrimci karargah davası”nda gözaltına alınan sosyalistlerin aylarca içeride tutulması, Ergenekon davasının gelişim seyrinde muhalifleri susturmanın, gündemi değiştirmenin aracı olarak kullanılması, onca insanın fişlenmesi, dinlenmesi, “imamın ordusu” kitabına uygulanan müdahale, gazetecilerin gözaltına alınması, söz hakkını kullanmak isteyen üniversite gençliğine, YGS mağduru liseli gençliğe uygulanan şiddet, torba yasasına muhalefet eden emekçilere uygulanan polis terörü, Kıbrıs’ta toplumsal varoluş mücadelesi yürüten toplumsal güçlere yapılan “besleme” saldırısı, ucube heykel zihniyeti, Karadeniz’de hidroelektrik santral kurma bahanesiyle derelerin şirketlere satılmasına, fındıkta çayda yaşanan sömürüye karşı bölgede gelişen direnişin en son Hopa’da karşılaştığı saldırı, zulüm…, Tüm bunlar AKP hükümetinin geçen dönemde baskıcı otoriter yüzünü ortaya koyan bir kısım örneklerdir.
Seçim sürecinde yaygın kullanılan argo dil, şantaj ve tehditler de gözlemlendiğinde ülkemizde muhafazakar, otoriter bir iktidar yapılanmasının seçim sonrası dönemde daha da hırçınlaşacağı söylenebilir. AKP temsilcileri bu güne kadar ağırlıkla gerilim politikaları üzerinden saflaşma yaratarak, kendilerine rakip olarak gördüğü kesimleri, gayrimeşru, marjinal gibi ithamlarla etkisizleştirmeye çalışmışlardır. AKP’nin toplumdaki hedef kitlesi çoğunlukla muhafazakâr kesimler olduğu için gerilim ve saflaşma politikaları üzerinden AKP, önce bu kesimlerle bir özdeşlik ilişkisi yaratmayı sonra bu kesimleri siyasi taraftarlığa dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Diğer yandan kitlelerin kültürel, dinsel kimliklerini öne çıkartarak halkların ve emekçilerin kardeşleşmesini, dayanışmasını güçleştiren, emekçilerin bu kimlikleri aşan, sömürü ve zulme karşı birliktelikler oluşturmasını engelleyen gerici bir rol üstlenmektedir.
AKP, öteden beri nemalandığı mağduriyet edebiyatını, türban, inanç sorununu seçim sürecinde “özel mühendislik” yöntemleri ile, “istikrarın sürmesi”, kaset siyaseti, çılgın projeler basıncı ile sürdürmektedir. Ordu karşıtlığını, Ergenekon operasyonlarını, Yargı ile didişmeyi, Tüsiad’la zaman zaman kapışma görüntülerini, 12 Eylülcülerle hesaplaşmayı samimiyetsizce iç politika malzemesi olarak kullandığı görülmektedir. Kurulduğundan beri “statükocu-değişimci; darbeci-demokrasici” saflaşmasında değişim ve demokratikleşmeden yana bir siyaset görüntüsü veren AKP, bu seçimlerde değişim ve özgürlük taleplerine karşı “statükocu” bir pozisyon tutmakta olduğunu gizleyemiyor.
AKP hükümeti ve başbakan bunları yaparken nazi propaganda yöntemlerini uygulamaktan hiç geri kalmıyor. Zaman zaman akla değil duygulara hitap ederek gerçekleri ters yüz ediyor. Baskıcı, yasakcı, saldırgan yöntemler yanında bir yalanı ne kadar çok topluma boca edersen, hele bir de medya ile, dinsel motifle bunu yaparsan etkisi o kadar fazla kalır anlayışı… “bi taraf olan ber taraf olur” zihniyetiyle buluşuyor.
***
Son olarak Hopa’da yaşanan zalimce tutum büyük dersler açığa çıkarıyor. AKP kuyrukçusu liberallerin de sempatiyle destekledikleri, “ileri demokrasi” masalını başbakan Hopa’da anlatırken, polis güçleri sokaklarda halka saldırıyordu. Başbakan bir sonraki miting alanında hemen Hopa halkını eşkiyalıkla suçlamaktan geri durmuyordu. Demokratik tepki hakkını kullanan Hopa halkına ilk saldıran polis güçleri değilmiş gibi, gerçeği ters yüz etmeye çalışıyordu. Polis korumasının taşla başından yaralanarak ağır yaralandığı iddiası ile saldırıya maruz kalan halkı, saldıran olarak göstermeye çalışıyor, “Tabii bu arada bir tanesi de kalp krizi geçirerek ölmüş, kimliğini bilmiyorum, üzerinde durmaya da gerek duymuyorum.” sözleri ile vicdanları sızlatıyor, her dürüst insanı ürküterek, düşünmeye sevkediyordu. Maalesef polis saldırısı sırasında hayatını kaybeden, 54 yaşındaki emekli bir öğretmen, Metin Lokumcu hakkında bu ülkenin başbakanı böyle konuşabiliyor! Oysa Metin Hoca’nın ölümünden AKP sorumludur. AKP’nin büyük destek aldığı muhafazakar kesimlerin değerlerinde bile ölmüş bir insanın arkasından başbakan gibi konuşulmaz. Anadolu insanının değerlerinde böyle bir yabancılaşma kabul görmez. Bu olsa olsa halk düşmanı faşist bir kişiliğin özelliği olabilir.
Hopa’daki gelişmelerin de gösterdiği gibi, 12 Haziran sonrasında AKP, geçici olarak yumuşama, kapsayıcılık vs… demagojilerine başvuracak da olsa, otoriter, baskıcı yüzünü daha çok gösterecektir. Diğer taraftan Türkiye’de bugüne kadar uygulanan ekonomik politikaların, iç-iktidar kavgasının, rant politikalarının tozu dumanı ardına gizlenmeye çalışılan; geniş kitlelerin karşı karşıya kaldığı işsizlik, yoksulluk, hak gaspları, tarımın tahribatı, gençliğin mağduriyeti, güvencesiz çalışma şartları ve sürdürülen gerici, adaletsiz siyasetin sonuçları olarak artan mağduriyet ve memnuniyetsizliklerdir. Bu nesnel durum da, devrimci demokrat güçlerin örgütlenme ve mücadele potansiyelini göstermektedir. Gerilim üzerinden yapay saflaşma yaratarak yönetmeye çalışanlar bir süre sonra, saflaşmanın diğer parçalarını, Metin Lokumcu’yu vicdanında duyanları, başbakanı aklamayanları yönetemez duruma düşerler. Hele bir de yapay saflaşma toplumdaki gerçek temeline oturur da, “demokrasiden yana olanlar, olmayanlar” “ezenler-ezilenler”, “sömürenler-sömürülenler” şeklinde bir saflaşma cisimleşirse, işte o zaman halkın coşkulu mücadelesi durdurulamaz. Hopa’da halkın direnci, siyasetin düzeniçi sıkışmışlık dışında, kendi özgücüne güvenen bagımsız devrimci bir çizginin örgütlenme ve mücadele potansiyelinin işareti olarak görülmelidir. Önümüzdeki dönemde tüm ülkede bu potansiyeli örgütleme ve harekete geçirme görevi devrimci güçlerin en temel vazifesidir. İşte o zaman otoriter baskıcı rejim heveslilerinin faşist yöntemleri etkisiz kalacak umut büyüyecektir.