Murat Sevinç Radikal2’deki yazısında seçme, seçilme ve yurttaşlaşma sürecini yazdı. Sevinç yazısında şöyle diyordu:
“Yurttaş, adını bilemese ve her sabah evinden bu dürtüyle çıkmasa da, yaşamıyla eninde sonunda bir ideolojiye hizmet eder. Söz konusu bilinçli/bilinçsiz hizmeti yönlendiren ise doğumundan itibaren maruz bırakıldığı etkiler yani hangi sınıf/tabakanın bilgisi ve kültürüyle yoğrulduğudur. Yurttaşın her eylemini ve elbette oy verme eğilimini belirleyen, son derece karmaşık bir ilişkiler/etkiler ağıdır. Bu ağın hem içinde hem dışında bireyin, arasında mesafe olan devletle ilişkilerinin nasıl düzenlendiği meselesi durur. Kişi hangi dünyada yaşıyorsa yaşasın, oy verme günü geldiğinde diğerleriyle birlikte gider sandığa ve sandıkla arasındaki ilişki devlet organları ve hukuk düzeni tarafından önceden belirlenmiştir. O ana kadar, maruz kaldığı propaganda, içinde yer alabileceği örgütlerin yapısı, yönetime katılabilmesinin sınırları, ifade edebileceklerinin çerçevesi çizilmiştir. Önüne konulanı, yine onun için hazırlanmış koşullarda seçer. Buradaki “seçer” ifadesi de sorunludur. “Seçer”in “seçim” olabilmesi ve hatta “daha da seçim” olabilmesi, kişinin “yurttaşlaşma” sürecini sağlıklı yaşayıp özgürlükçü bir yapıda, kendi devletini de dönüştürerek, kaderi üzerinde daha çok söz sahibi olabilmesiyle mümkün. Dolayısıyla sorun, sandık ile kişinin karşılıklı ilişkiyle birbirini dönüştürebilmesidir. Eğer bu yapılamazsa, yurttaş ile sandık birbirlerine bakakalır ve dört yılda bir buluşup bir daha görüşmezler. Oysa “sandık”, sistemin çekirdeğidir; haliyle daha demokratik bir rejimde, kişi sandığını her gün görür, hesap sorar, dönüştürür.”
Burada da anlatılan durumu anlatmak için daha önceki yazılarımda seçimli otoriter rejimler tanımını Ergun Özbudun’un kitabından alıntılayarak yapmıştım…
Ayrıca Kıbrıs’ın kuzeyinde bir vesayet rejimi olduğunu, bu vesayet rejiminin şimdilerde yeni bir dönüşüm içinde olduğunu daha önce birlikte hareket eden TC asker ve sivil bürokrasisinin tek vesayet kimliğinin artık bölündüğünü, askeri ve sivillerin kendi vesayet rejimleri için kendi kurumlarını güçlendirdiğini de anlatmıştık… Neo- İtilafçı – neo-İttihatçılar cepheleşmesi de denebilir bu kamplaşmaya diye de eklemiştik yazımıza…
Ancak görülen o ki, buradaki kimi siyasi oluşumlar açısından bunlar çok da bir önemi yok…
Kendilerini sanki buradaki askeri vesayet rejimine karşı mücadele ediyormuş gibi sunmaktadırlar ama bugün itibari ile daha güçlü olan “sivil” vesayet rejiminin kanatları altına girmeyi, hatta onunla kol kola olmayı sorun olarak da görmemektedirler…
Zaten AKP ile sorunu olmadığını, hatta Türkiye’deki seçimlerde bazı şartlar da koyarak AKP’ye oy verilebileceğini Talat zaten resmen açıklamıştı.
Böylesi bir ortamda vesayet rejimine çok da dokunmadan hala daha idarenin değişerek bir şeyleri değiştirilebileceğine inanlar, bu inanılmaz bir şey…
CTP’nin 1990’lar başındaki ilk hükümet deneyimlerinden beri yaşanmış deneyim olarak “davul bizim sırtımızda, tokmak başkasının elinde” sorununu biliyorlar, 1998’de böylesi bir deneyimi TKP de yaşadı ama gene de Eylül’e kadar UBP’yi götürüp sonrasında duruma bakma stratejisini yeniden ısıtıp önümüze koymaktan kimse çekinmiyor…
En çok kullanılan argüman ise bize en çok acı verene karşı mücadele etmenin öncelik olması gerektiği… Ama tıpta tersine en çok acı verenin tedavisi her zaman için sizin tamimiyle iyileşeceğiniz anlamına gelmiyor… Ayrıca bizim daha önce tanımladığımız gibi ortada bir acentalık var yani birileri pişiriyor, size de mutfaktan servis edip getirmesi kalıyor…
Her şeye rağmen biz bu koltukları talibiz, daha iyisi yaparız demek vesayet rejimi ile kol kola temelden sakat olan bir yapının boya badana işine talip olmak, yapının yeniden yenilenmesi ile ilgilenmemektir ama bazıları ısrarla bunu güncel acil sorun olarak önümüze koymaktadır…
Yukarda hatırlattığımız gibi vesayet rejimi bölünürken kendi pozisyonlarını da restore etmekte, güçlendirmekte, yeniden oluşturmaktadırlar… Yeni elçi makamına atanan kişi açıkça sömürge valisi pozisyonunda hareket etmeyi gizleme ihtiyacı duymuyor, Teknik Heyet başkanlığına getirilenin İslami kadrolardan geldiği biliniyor, şimdi de TC Kıbrıs işlerinden sorumlu devlet bakanının bir ilahiyatçı olması herhalde tesadüf değil… Asker de kendince, kendi vesayet rejimini korumak ve güçlendirmek için hamleler yapmakta…
Biz ise böyle bir saflaşma içinde kimi zaman İslamcılara karşı Kemalistlerle, kimi zaman da Kemalistler karşı İslamcılarla birlikte savrulup mücadele örmeye çalışıyoruz…
Ama herkesin de net bildiği Kıbrıs’ın kuzeyindeki bir anormal yapı yıkılmadan, vesayet rejime son verilmeden sağlıklı siyasal bir iktidar kurulamaz…
Bu net görülebiliyor, yeter ki koltuk aşkı gözleri karartmasın…