Kısadevre yapacaksa aklımın kıvrımları, sebebi budur, duyurulur. Yanlışlıkla ‘b’ harfi yerine ‘d’ harfini yazıvermem dışında çok da bir şey yadigar kalmadı bana çocukluğumdan. Bir elimle aklımı, bir elimle kalbimi yoğurdum. ‘Başka’ olup durdum, bakışlara algımı yumdum. Başkalaşmalar sırasınca çemberlere girip çıktım. Ya yerimi beğenmeyip solduğumdan, ya da yerimi beğenip coştuğumdan aştım çemberlerin nöbetçili sınırlarını. Bişeyi aştığım yok aslında, bildiğin kaynayıp taştım. Vücutta kalmaya zerre kadar şansı olmayacağını bile bile içilen o son iki bardak şarap gibi bilerek dışkılaşacağımı gözlerinde gidince, geldim de, gittim de. Çemberin içinde, vücudun içinde, onların yanında oldukça, sırf onların yanındayım diye, pozisyonum itibariyle, pembeleşti rengim. Anlamak lazım, onlar kendi yanlarını, yamaçlarını sevdiler. Ve oraya ilişenleri yamaçlarının manzaralarının güzelliğini hatırlamak için kullandılar. Ne olduğumun çok da önemli olmamasının sarı kalemle altını çizdiler, unutulmaması gereken etkileyici bir alıntı gibi. Vurgunun tonu koyuydu; onlarla ilişikliklerimi söküp kalbimin kapakçığına dilek tutarak bağladıktan sonra, iğrençleştim gözlerinde. Halbuki değişen sadece yerimdi, mütemadiyen değişen teknolojim değişmemişti.
Kısadevre yaptıracak olan parazit doğalı ilişkiler değil. Beslenebildikleri sürece afetten sayan, beslenemedikleri anda iğrenip çöpe atan, çoğumuzuz aslında. Bu bir gerçek. Elektriğin izlemesi gerektiği yoldan başka bir yola sapmasına sebebiyet verebilecek güçte olan şey bu sıradan insanlık marifetinden daha fazlası olmalı. Bütün bunların kendisi değil, dürtükledikleri tazammunlarda saklı esas görkemli soru işareti. Madem özüm değil, mahalim pahamı saptayacak olan, üzerinde çalışmam gereken benim de beslenebileceğim ve besleyebileceğim bir yer aramak, ya da yaratmak, mı olmalı? Yoğurma işlerine artık bir son verip hamuru fırına verip cilalamak ve mütemadiyen pırıl pırıl parlamak mı bunun çözümü? Sakin-i çember pohpohtan hoşlanırsa, bu mu üzerine master yapmam gereken ki karşılığında kanaat notum kırık gelmesin, kırıp geçmesin tenimi? Bağımı bahçemi ona göre mi çapalamalıyım, ki karın doyuracak tatlı yeni dünyalar sunabileyim sakinlerin aç ağızlarına, ki hep sakin sakin oturabilelim akşamüstleri kapının önünde yasemin kokusunda?
Ya da… hep bir ‘ya da’ sı var her lafın sesli ya da sessiz. Ağzımdan kaçırayım mı bir deli fikri daha? Aklınızı açar mısınız beyinlerinizin yere düşme tehlikesini göze alarak? Zaten anlamışsınızdır bundan önce gelen her şeyin çılgın bir fikre zemin hazırladığını. Palavra aslında özümü bırakıp mahalimi dekore etmeye mi başlayayım ayakları. Bu da bir insanlık semptomu bahsedebileceğim parantez içinde; devamlı kuyular kazarız kendimize, ya fikir gömmeye büyüsün diye, ya da fikir gömmeye bir defolup ölsün diye. Şimdi bu fikri önce büyüsün, sonra yaşlanıp ölsün diye dikmek zamanı, ona da bir yerlerde bir şekilde zamanı gelince küsülüp üzerine sifon çekileceğini tabii ki önceden kabul edip doğuşunu hem çiğ bir sevinç hem de peşinen iki damla yasla kutlayarak. Düşünmeden duramıyorum, zaten düşüncemi doğuran bunlar olduğundan genetik yapılarından düşüncelerin bunları ayıramıyorum; bir terslik var bu hayatı yaşayış şeklimizde. Yanlışlık anlamında terslik değil, bildiğin sırasal anlamda bir terslik. Bişeyleri sanki de sırasını kaçırarak ve abartarak yapıyoruz. ‘Bişeyler’ lafının belirsizliğine sığınmamın süresi sadece bir cümle boyu, soyuyorum fikri şu anda, teşhircilik lazım böyle anlarda. Kişilerin yaptıklarına yüklediğimiz anlamlardan ve yüklerden bahsediyorum. Yapılanları anlamadan daha, kimyalarını çözmeden, teknolojisini görmeden, algılamadan şeklini, tadını, kokusunu, onları sıfatlandırma ve sıralandırma telaşlarına giriyoruz. Yargıç doğmuşuz, meme emmeden daha tokmakları masalara vura vura sağır olmuşuz, ergenlik çağımızda da bu yüzden ağzımız büyürken kulağımız içten içe felç olmuş kendi gürültümüzden. Varoluşumuz anlamlandırmaktan geçiyor sanki, herkes ek iş olarak yargıçlık yapıyor ek mesai filan da almadan, nasıl olsa birileri bir yerde öder bunun faturasını. Yasama ve yürütme yargıdan sonra geliyor; önce kız yazıyor, gerisi sonra… Ve sessiz kalarak da işkence çektirebiliyoruz pekala, sinerek bir tarafa. Pasif direniş olduğu gibi, pasif işkence de vardır. Ama bilmeyiz, yokmuş gibi yapılır ancak da, yok edilemez o, edici gücü yok yargının…Ve bu sadece ve sadece kendini kandırışıdır yargıcın. Olmayan bir şeye zaten nasıl susarsın? Sırf ona sustun diye zaten onun varlığını anarsın.
Birkaç adım geri atmamız kaçınılmaz olmadı mı artık mantıksal süreçlerimizi bir gözden geçirmemizin? Yargıçlığımızı biraz kendi üzerimizde uygulamanın ve iyiyim kötüyüm, güzelim çirkinim demeden, başkalarına demememiz gerektiği gibi, neyin neden olduğunu araştırmacı bir ruhla anlamaya çalışmak sadece. Ve bu semalara demir atmak bir süre. Sadece anlamaya çalışarak, sıfatlandırmadan, kendimizi dünyanın generali ilan etmeden, kişileri, işleri, eksiklikleri ve fazlalıkları hizaya dizmeden objektif açabilmek gözleri sonuna kadar ki hayat bütün çeşitliliğiyle algımıza dolsun. Hayatı dinlesek, gözlerimiz kapalı… Anlandırmalarımızın ve sıfatlarımızın yapaylıklarını ve hatta komikliklerini kabul ederek yeniden açsak gözlerimizi isimlerine cümlelerin, nitelendiricileri bir kenara iterek. ‘Nasıl olsa çıplak doğduk, gerisi peformans.’ Ve biz, repliklerimizi unuttuğumuz o ender anlarda insanlaşan performans sanatçılarıyız. Rollerine sığamayan, onlardan köpürerek taşan kötü oyuncular şerefine…