Geliyor geliyor, kalabalık korumalarını takmış peşine…
Elli üç yaşındayım. Barş Manço’dan Cem Karaca’ya, Türkan Şoray’dan Cüneyt Arkın’a, Ecevit’ten Turgut Özal’a ve nihayet Kenan Evren’e…
Şarkıcısından artistine, siyasetçisinden generaline, Kıbrıs Kıbrıs olalı böyle gürültülü ve şamatalı bir reklam hazırlığıyla kimseyi karşılamadı…
Kıbrıslı Türkler de şimdiye kadar ülkeye bir “misafir” gelecek diye polis provokasyonu ile karşılaşarak suçu durmak ve pankart açmak olduğu için dayak yemedi, hapse atılmadı, taciz edilmedi.
Önce günlük gazetelerin sayfalarına ikişer sayfa reklamla peydahlandı sakin yaşamımızda. Sonra da ne yerli, ne de misafir hiçbir siyasinin yapamadığı kadar dev reklam posterlerinin asılmasıyla daha kendisi gelmeden büyük boy fotoğrafları kondu caddelerimizin başköşesine. Kendimi bir an için Kuzey Afrika ile Orta Doğu’nun liderlerini kutsadığı Arap ülkelerinin sokaklarında geziyor sandım. Çünkü gezip gördüğüm Şam’da Başer Esad’ın, darbe öncesinin Kahire’sinde Mübarek’in, ayaklanma öncesi Tunus’ta Ben Ali’nin, Fas’ın hemen her şehrinde Kral’ın da böyle cadde ve sokakların yüksek noktalarına büyük boy fotoğrafları asılmıştı.
Bu arada Ankara’da gazetecilerimize verdiği “brifingle” (bunca olaydan sonra adına röportaj demeye düşüncem el vermiyor) günlük basınımızda manşetlere taşındı.
Ertesi gün akşamüzeri adaya daha ayak basmazdan önce Kıbrıs’ın şimdiye kadar hiçbir yerinde görülmemiş bir asker ve polis terörü ile tanıştırdı bizi.
Önce Hamitköy’de YAYSAT binasının önünde yazın sıcağında tam teçhizat asker giysili bir kişiyle karşılaştım. Daha öğlen olmadan çevrede dolanan sivil ve resmi kıyafetli polisler yol boyunca dizilmişler, askeri ve polis araçlarıysa cadde üzerinde bir o yana bir bu yana gidip gelmeye başlamışlardı…
O gün sayıları binleri bulan resmi ve sivil giysili asker, polis, hafiye ve keskin nişancı, Ercan-Lefkoşa-Girne hattında, her kritik noktaya mevzilenip öylece akşama kadar bekletilip durdular.
Hareketlenmeden dolayı dedikoduların doğru olabileceğini tahmin ederek herkes gibi ben de adaya erken gelebileceğini düşündüm.
Başka dedikodular da alıp vardı dalga dalga yayılan. Mesela iki bin korumayı kendisini korumak için (herhalde Türkiye ile Kıbrıs’ta istihdam edilenleri kast diliyordu) peşine takacağı bunlardan birisiydi…
Bize tasarruf’u, kendisine de devletin kesesinden bol miktarda korumayı mı mehel görmüştü?
Gördüklerim ve duyduklarım sanki de o günün kötü gideceğinin de habercisi gibiydi…
Kimden mi bahsediyorum?
Türkiye Başbakanı Recep bey’den elbette…
Recep Bey bir geldi pir geldi…
Türkiye Başbakanı gelmezden önce Türkiye’de geçtiği yerlerdeki gibi sert ve şiddet dolu bir rüzgar estirdi adamızda da.
Dev afişlerdeki pozunu ilk gördüğümde, çerçeveden fırladı fırlayacak Türk savaş filmi kahramanlarını (Malkoçoğlu, Tarkan vb…) hatırlattı bana
Aşağıdan pozlanmış portresi, yol kenarına yerleştirilmiş dev ilan tahtalarıyla billboardların üzerinden, caddedelerden arabalarıyla gelip geçenlere yukarıdan bakıyordu.
Aynı fotoğraflar günlük gazetelerimizin en arka sayfasında ve bir diğeri de ortada olmak üzere iki tam sayfa renkli ilan olarak yayınlanmıştı.
Her vatandaş gibi ben de şu sorunun cevabını düşünmeden edemedim.
“Biz Kıbrıslılara tasarruf öğütleyen TC Yardım Heyeti miydi Recep Bey’in reklamını yapmak için devletin kesesinden bunca parayı harcayan?”
Afişlerde kalbi üzerine dokundurduğu pamuk beyazlığındaki eli, tebessüm saçan nur yüzüyle, yazmış olduğum gibi bir kahraman, hani “insanüstü” bir görüntü vermeye çalışılmıştı kendisine… Ve o da gelip başımızın üzerinde peydahlamıştı öylece…
Başbakan’ın gençlik dönemini yaşadığı Türkiye’sinin tanıklarından birisiyim ben. Bu nedenle ütülü mavi-beyaz çizgili gömleğinden, badem bıyığından, koskocaman baş fotoğrafından pek etkilenmeyenlerdenim. Ama fotoğraftaki daha çok sinik ince tebessümüyle, “Türkiye 78 Kuşağını” anımsattı bana… Ancak kuşağın solundan değil de, İslami sağındandı o… Vakt-i zamanında 12 Eylül tarafından korunup kollanan dini bütün, imam hatipli “Akıncılar” grubundan olmalıydı. Şimdi artık olgunlaşmış, “maneviyatı yüksek”, en önemlisi de üç defa üst üste vekil ve Başbakan seçilmiş, Türkiye’nin yakın tarihine kazınacak ismiyle çok önemli siyasetçilerinden birisiydi artık…
Elbette “bir geldi mi, pir gelecekti” bu minik adanın yarısına…
Türkiye hangi ligin lideri?
Lefkoşa Belediyesi hudutlarındaki dev afişlerinde, manalı-manalı ileriye bakan gözlerinin altındaki şu cümleleri dikkatimi çekmişti.
“Lider ülke Anavatan Türkiye’nin, Lider Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Barış ve Özgürlük Bayramımıza katılmak üzere KKTC’ye geliyor. Ona ve Anavatanımıza hoş geldin diyoruz!”
Afişin altındaki imzaya baktım.
Bir KKTC mühürü olmalıydı…
KKTC hükümeti Türkiye’yi lider ülke ilan etmiş bulunuyordu. Muhalefet de bu ilana ses çıkarmadığına göre hükümetiyle-muhalefetiyle bu resmi mührü vurmaya da hakları olduğunu düşündüm…
Ama bir şeyi daha düşünmüştüm ki o da Türkiye’nin hangi ligin lideri olduğuyla ilgiliydi…
Değil mi ki bütün marjinallerin aklına böyle muzır sorular gelirdi hep…
Mesela size bir muzır soru daha!..
“Türkiye aralarında Almanya, Fransa ve İngiltere’nin de bulunduğu Avrupa liginin mi lideriydi?
Henüz AB liginde ilk 27 ülke arasına girmeye çalışan, ama ev ödevlerini (siz ligin kurallarını anlayın) aksattığı için de şimdilik oyun dışında yedekte bekletilen ülke nasıl olur da henüz daha katılmadığı bir ligin lideri olabilirdi.
Öyleyse Asya liginin mi lideriydi?
Peki o zaman da Japonya, K. Kore, Rusya, Çin, Hindistan, İran ve İsrail’i nereye koymak gerekecekti?
Neye göre üstün ve lider bir ülkeydi öyleyse Türkiye?
En çok insan hakkı ihlallerinin yaşandığı ülkeler arasında yer aldığı için, “İnsan Hakları” ligindeki karne notu da düşüktü ve ne yazık ki uzun zamandan beridir İnsan Hakları liginin de alt sıralarına yerleşmiş durumdaydı…
Kişi başına düşen geliri, yaşam kalitesi ve teknolojisi itibarıyla AB ortalamasının altındaydı, dolayısıyla da Batı Dünyasındaki ekonomi liginin de epeyce gerilerine düşmüş bir ülkeydi Türkiye…
Listeyi uzatmazsak kimlikler üzerinden bir lig mi kalır geriye…
Dini “İslam”, hele de “Sünni Müslüman”, milliyeti “Türk” olunca mı otomatikman Dünyanın lideri mi olunuyordu?
Öyleyse ilkokuldan liseye her gün okuduğumuz andımızı hep beraber bir daha hatırlayıp bu konuyu da Kermiya Barikatı’ndaki haliyle şöyle mi bitirelim?
“How Happy to say I am a Turk”
Belli ki ilanı verenler “Lider ülke Türkiye” (hele bir de şu şike rezaleti olmayaydı) sözcüğüyle sadece kendi liginin lideri bir ülkeden bahsetmek istemişler…
Peki ya KKTC hangi ligin lideri?
“Lider Ülke Türkiye”nin olsa olsa “yavrusu” olur KKTC. Zaten bunu da hem Türkiye siyasetçisi, hem de hükümetteki şükrancılarımız çoktan kabullenmiş.
Bu arada hatırlatmakta fayda var. “Yavru” ana ile beraber olur, belki yaşamlarında arkadaş da olurlar. Buna karşın, bir, yani eşit ve kardeş olamazlar. “Ana” büyük, “Yavru” ise adı üzerinde küçük olandır, ya da çocuktur. Yavru, olsa olsa ligin genç takımı olur. Yani ikinci takımı…
Dolayısıyla da ikinci lig takımlarıyla maç yapan daha alt bir ligde yer alır hep.
Bu arada ikinci ligdeki ezikliği onu daima birinci takımla, ana’sının başarılarıyla övünmeye iter. Bu durumda ise “kimlik kaybı” gibi tehlikeli bir durum nükseder.
Bizim siyasiler, icraatlarına bakınca Dünya’mıza işe yarayacak bir katkıda bulunamadıklarını, kendileriyle övünecek bir şey keşfedemedikleri için, Türkiye’yi lider ülke ilan edip kendi başarısızlıklarını bu tür milliyetçi ve hamasi söylemlerle örtmeye, dahası bundan kendilerine pay çıkarmaya mı çalışıyorlar?
Zaten “yavruvatan-anavatan” ve “et ile tırnak gibiyiz” ya da “misafir ile ev sahibi” siyasi muhabbetlerinin tam da “bağımsız bir KKTC”yi anlamsız kıldığı nokta değil midir burası?
Aslında başlıktaki sorunun cevabı yoktur. Çünkü çok anlamsız duruyor.
Ama şunu da söylemiş olayım. Biz Kıbrıslı Türkler, bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış bilim adamlarımız, doktorlarımız, film yönetmenlerimiz, modacılarımız, sanatçılarımız, şairlerimiz, sporcularımız ve geçmiş yıllarda birçok dalda başarı gösteren tarih olmuş kişilerimize bir göz atıp da sahip çıkarsak eğer, belki de, ne hakarete uğramaya, ne aşağılanmaya, ne de başkasına yamanmaya, ne ona buna graso ve yağdanlık olmaya gerek duymadan, hiç bir aşağılık kompleksine kapılmadan, ayaklarımızın üzerinde durabilir ve de kendi kültürümüzle övünüp ancak o zaman kimliğimizi sürdürebilirz.
Yok mu Recep bey’in karşısına diklip bunları analatacak bir seçilmişimiz?
Misafire “hoş geldiniz” denir… Ya ev sahibine?
UBP’ye gelince… “Hükümette olduğu” dönemlerin hiç birisinde bu kadar yüksek performansta “yağlama-yıkama” servisi gibi çalışmadı.
Ama şimdilerde “şükran” edebiyatını da aşarak adeta “anavatan ne derse o” aşkı ve nakaratıyla çoşup taşıyor!…
Hele de Başbakan Küçük’ün 20 Temmuz 2011 kutlamaları için gazetelerde çıkan demecinde “Erdoğanı bağrımıza basalım” deyişi ile Dışişleri Bakanı Özgürgün’ün; “Erdoğan KKTC’de misafir değil, ev sahibi olarak bulunacak” lafı, hükümetin kendi içerisinde ne kadar traji komik bir davranış sergilendiğinin de delili olup çıktı…
Maraşı ve Güzelyurt’u vermeyeceğini söyleyen Recep bey’e bakılacak olursa, Özgürgün haklı. Çünkü malı verecek olan ev sahibinden başka kim olabilir ki?
Bu arada unutmadan yazmış olayım ki evin sahibine “evine hoş geldin” demek biraz da absürt kaçıyor ya neyse…
Ekonomide üretmeden tüketmeye alışan bir toplum yaratmak, siyasette de benzer bir siyasi düşünce tembelliğine mi yol açıyor ne…
Dolayısıyla bundan böyle Başbakan İrsen Küçük veya Özgürgün’ün Kıbrıs sorunu konusunda her konuştuğunda, daha çok şarkı söylüyor, Türkiye Başbakanı veya Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı’nın dediklerini tekrarlıyor, “anavatan ne derse o” siyasi mealine uygun bir şeyler mırıldanıyor olabileceklerini düşüneceğim.
Düşünüyorum da evcilik oynarken çocukların söylediği sözlerden daha mı değerlidir siyasilerimizin böylesine ortada sallanan siyasi nutukları ve gazetelere yansıyan demeçleri???
Kıbrıslı Türkler hızla sona doğru…
Kıbrıs Sorunu, Kıbrıslı Türklerin yakın gelecekte kaderini belirleyecek siyasi bir kördüğüm. Aslında bu kördüğüm çözülmediği için de sürekli adaya “gelen Türklerle” azınlık durumuna düşen Kıbrıs Türk Cemaati, görülebilir bir gelecekte, en çok da iki kuşak sonra tarih olacağa benziyor. Yıllar önce AB’nin Genişlemeden Sorumu Başkanı Günter Verhaughen de “Annan Planı”nı kast ederek “bu fırsat da kaçarsa yakın bir zaman sonra tarihte yok olacak bir toplum görüyorum” mealinde bir demeç vermişti.
Gerçi bu yazdıklarım Kıbrıs insanının bilmediği şeyler değil. On yılı aşkın bir zamandır herkesin dilinde.
Mecliste milletvekili bulunan siyasi partilerimiz de sanki bu süreci “barışçıl bir biçimde gerçekleştirmeye çalışıyor” gibi bir görüntü veriyorlar.
Dönelim biz Türkiye Başbakanı Recep bey’in Kıbrıs ziyaretine…
Türkiye’de üç kez üst üste seçilerek Türkiye’nin Başbakanı olan Recep Bey, “siyasette en güçlü” olduğu bir zaman diliminde, daha adaya gelmezden önce yapmış hazırlıklarını. Tabii ülkesi Türkiye’de nasıl yapıyorsa öyle?
Siz hiç Recep bey’in binlerce korumasını peşine taktığı, caddelerindeki tüm ilan tahtaları ile billboardlarını da afişlerle donattığı, kendisine bayrak sallayacak olanları baş tacı etmek üzere ayarladığı, aleyhine yazılı tüm pankartların söz konusu ülkenin polisleri tarafından protestocularına sille tokat girişilerek indirildiği bağımsız bir devlet (Faroe Adaları, Lüxemburg, Malta, Andorra Prensliği vb de dahil) gördünüz ya da duydunuz mu?
“Bağımsız KKTC”nin Türkiye hükümetleriyle giriştiği “ana-yavru” ile “et-tırnak” ilişkisinin vardığı mecra işte böyle bir şey.
Bir de Recep Bey sitem edip durmuyor mu?
“”KKTC’nin niye tanınmıyor?” “Dünya çifte standard uyguluyor” diye…
Ülkesinin eserine bir baksa, nedenin kendisi olduğunu hemen kavrayacak…
Aslında kendisi bu “çifte standard” nakaratını dış dünyaya değil, iç tribünlere oynadığı ve milliyetçilik üzerinden oy’a tahvil etme uğraşında olduğu için yapıyor ya… Bunu da dünya alem biliyor ve BM ve de uluslararası yasalar gereğince onlar da KKTC’yi tanımamayı rahatça sürdürebiliyor…
“Çifte standard” mı dediniz Recep Bey?
Geçtiği her yerde, kendisini siyasi olarak protesto edecek her olası noktaya, Türkiye’de olduğu gibi yüzlerce polis, çevik kuvvet ve nişancıları yığmak. Saatler öncesinde polis’in kendi aleyhine açılan pankartları gerekçe göstererek saldırmasını teşvik etmek. Protestocuları geçeceği noktadan görmeyecek kadar uzaklaştırtmak için ölçüsüz bir şiddet uygulanmasını cesaretlendirmek…
Kendisine bayraklarla tezahürat yapacak olanları, yine asker, polis ve çevik kuvvet eşliğinde bir güzel hiza istikamete sokulmasını sağlayarak kendi lehindeki tezahüratlarını kolaylaştırmak.
Şimdi bir soru..
Hamitköy Kavşağında eylem yapacağını günler öncesinde duyuran Sendikal Platform üyelerine, polis, sivil polis ve çevik kuvvetle, cop ve kalkanlar eşliğinde orantısız şiddet uygulama emri kimden geldi?
Onların yerine çembere çoğu vatandaş olmayan bayrakçıları yerleştirip taltif etmek ve Recep bey memnun olsun diye ona tezahürat yaptırtmak kolaylığını hangi misafirperver makam emretti?.
Daha adaya ayak basar basmaz Recep bey’le ilgili çifte standartları işte böyle nüksetmiş.
Zavallı Kıbrıslılar. Anavatan büyüklerinden takdir görmek uğruna kendi insanlarına dayak atılmasına ya göz yumuyorlar, ya da emrin yerine getirilmesine aracı oluyorlar.
Öte yandan kendi ülkesinde kendi vatandaşına, benim ülkemde ise kendi insanıma çifte standart uygulanmasına neden olan Recep bey’in, Kıbrıs konusunda “çifte standart” yapıyorlar diye Batı’lılara laf yetiştirmesine, demokrasi dersi vermesine, hangi ülke kulak verir, hangi AB ülkesi bunu ciddiye alır ki?
Kansız bir katliam mıdır Kıbrıslı Türklere reva görülen?
Hamitköy ve KTHY önündeki eylemlerde yer aldım.
Neden?
Her Kıbrıslı gibi benim de nedenlerim çoktu…
Birisi Recep Bey Türkiye’de Başbakan olduğundan bu yana adaya nüfus akışını bilinçli olarak hızlandırdığı için. Diğeri Kıbrıs’ın Kuzeyinde yerleşmek zorunda kalmış Kıbrıslı Türklerin kültürü ve yaşam biçimlerini yok etmeye çalıştığı için. “Dünümüz Bir, Yarınımız Bir, Tek Yüreğiz” tumturaklı laflarıyla adanın Kuzeyini, Türkiye’nin ince uzun beyaz minareli, bol imamlı, kuran kurslu, islami cemiyetlerin yuvalandığı fakir bir Anadolu kasabasına dönüştürmeye ön ayak olduğu için. Kendi ülkesinde yasak ettiği kumarhanelerin, benim ülkemde açılmasını ve uçaklara dolup-dolup gönderdiği kumarcılarıyla ülkemin dolup taşmasını görmezden geldiği için. Ama aleyhine açılan her pankartı gördüğü, müsaade edilmemesi için de adeta “fetva verdiği” ve 19 Temmuz günü acımasız bir biçimde polis terörü ile bunun uygulanmasına neden olduğu için. Bir yandan adada İslami yaşam tarzını hakim kılmaya, ama diğer yandan da küçük bir “kumar kasabası”nı yaratmaya çalışan Türkiyeli siyasilerin izinden gittiği için. Okullarımızı kendi siyasi yandaşlarına peşkeş çekmeye yeşil ışık yaktığı için… Özelleştirmelerin arkasına sığınarak Kuzey Kıbrıs’taki yaşam kalitesini Türkiye’nin az gelişmiş bir kasabası seviyesine doğru çekmeye çalıştığı için..
Nihayet daha kendi ülkeme gelmeden Kıbrıs’ın Kuzeyindeki sayılı birkaç cadde ve meydanı da Türkiye’nin Doğusundaki “Olağanüstü Hal” koşullarını hatırlatır bir biçimde asker ve polis yığarak adeta bir açık cezaevine çevirdiği için. Bu arada yazmazsam eksik kalacak. Recep bey’in daha adaya gelmeden özellikle Lefkoşa’nın Kuzeyinde estirilen bu terör ve etrafa salınan bu korku, bana, Kürtlerin ve onlarla birlikte seçimlere katılan Türkiye solunun ne denli haklı olduğunu bir kez daha göstermeye yetti de arttı bile.
“Kansız bir katliam” mıdır biz Kıbrıslı Türklere reva görülen?
Bütün bu olaylar nedeniyle bu kavramı bir daha düşündüm durdum.
Recep Bey’in geçtiği yerde muhalifler dayak yiyordu:
Recep bey’in ziyaretini protesto edecek partİ, sendika ve dernekler birkaç gün önce Hamitköy Çemberinde toplanma çağrısı yapmışlardı. Daha çembere yüz metre kala polis ve çevik kuvvet barikatı ile karşılaştılar. Sürekli Türkiye polisi usulü “dağılın” diye bağırıp çağırarak göstericilerin üzerine saldırdılar. Kalkanlı ve coplu polisler karşısında kadınlar, yaşlılar ve gençler ite kaka çemberden yüzlerce metre geriye sürüklenerek Hamitköy Çemberinin çok gerisine atıldılar. Alınan önlem, komutanlar tarafından yetersiz bulunmuş olacak, Recep bey’in geçeceği noktadan görünmemeleri için araya asker ve polis araçlarını da dizdiler.
Daha sayayım mı?
Yazmaya utanıyorum. Polis barikatını geçip bakkaldan su almayı bile yasakladılar.
Kıbrıslılar, Temmuz’un kavurucu sıcağı altında o gün Recep bey’i protesto etmek isteyen göstericiler olmak sıfatıyla habire dayak yeyip durdular. Ama orayı da terk etmediler. Bu arada İrlanda’dan baldızım, Ankara ve İstanbul’dan 78’li yoldaşlarım, İngiltere’den dostlarım cebime mesaj atıp son durumu sorup durdular.
Birçok gösterici de cep telefonları ile yurt dışındaki dostlarıyla mesajlaşıp telefonlaştı.
Polis araçlarını dizerek protestoyu Recep bey’e göstermemiş ancak binlerce kilometre ötede Kıbrıslıların olayları en ince ayrıntısına kadar üstelik de anında öğrenmelerine engel olamamışlardı.
Çembere Türkiye’de olduğu gibi ellerine tutuşturulan bayraklarla Recep bey’e tezahürat yapacak “yeni vatandaş adayları” önceden hazırlanmış “resmi pankartlar ve bayraklarla birlikte yerleştirilmişti.
Onların gönlündeki aslan (Recep bey’in bir emriyle vatandaş olacakları gün) biz protestocuların gönlünde (hakarete ve asimilasyona kurban gitmenin hüznüyle karışık öfkesi) vardı.
Sonra kötü bir şey daha oldu. Havadis gazetesinin 20 Temmuz tarihli sayısında Ülkücü birkaç faşist’in polisin arasından sıyrılıp göstericilere saldırırken çıkan fotoğrafı yayınlandı. Birçok gösterici bu olayın canlı tanığı oldular.
Polis’in yanı sıra bir de onların yumrukladığı göstericinin sonradan hastaneye kaldırıldığını öğrendim.
O gün Tarih 19 Temmuz 2011’i gösteriyordu.
Az sonra Recep Bey çemberde durdu. Bin bir korumanın arasından başını çıkardı. Elini salladı. Ya ya şaşa şa’cılarla ülkücüler alkışladı ve ona tezahürat yaptı. O da güldü ve sevindi.
Programını aksatmamak için olacak birkaç yüz metre ötedekileri fark etmeden aceleyle arabasına girdi.
Bayrakçılar, “şak şak”cılar baştacı edilirken, onu protesto etmeye hazırlanan “ötekilere” de polis tarafından habire sille-tokat girişiliyordu.
Ne diyordu bir zamanlar Recep Bey: “KKTC birçok bakımdan demokrasisi örnek alınacak bir ülkedir.”
Siz gelmezden çok önce Recep Bey… Siz geldiniz dayak da geldi!..
KTHY önünde polis aşikar saldırdı, ama göstericiler de iyi direndi…
KTHY önündeki polis saldırısı çok daha sert ve şiddetli oldu.
Hamitköyden daha kalabalık bir kitle toplandı cadde üzerine. Sendikal Platform adına bildiri okunurken polis karşıya geçip mevzilendi. Polis’e, Hamitköy Çemberi’nden gelenlerin yanısıra yeni takviyeler yapıldı.
Derken mavi renkli uzun şaseli polis tutuklama aracı geçti ve ileride durdu.
Cadde polis tarafından Lefkoşa ve Ortaköy istikametinden trafiğe kapatıldı.
Karşı kaldırımdaki polis hareketlendi. Yüzleri asılıp kaşları çatıldı. Derken yukarıdan aşağıya üzerinde “Polis” yazısı olan kara yelekliler önde, resmi elbiseliler arkada ve en arkada da sivil polisler olmak üzere karşı kaldırımdan yolun refüjünü aşıp göstericilerin üzerine çullandılar.
Yumruklarını, kalkanlarını, coplarını kullandılar. Bir silah çekmedikleri ve bir de biber gazı atmadıkları kaldı. Ama tekme atmayı, uyarına getirdiklerini yerlerde sürükleyip üzerlerini ayakkabılarıyla çiğnemeyi ihmal etmediler.
Bir düşman’a saldırır gibi saldıranlar da vardı aralarında, yaptıklarının doğru olmadığını düşünenler de. Ama Hamitköy Çemberinde olduğu gibi göstericilere kısık sesle haklı olduklarını söyleyenlerden eser yoktu…
“İnsanlara insanca davranılır” düsturu bir adalının gözlerinde hüzünlü bir bakış olarak kendini ele verir böyle durumlarda.
Gözlerine bakma fırsatı bulduğum çoğu polis’imiz, karanlıkta kayan bir yıldız gibi gözüktü bana. Saldırı emrini alırken anlamsız anlamsız bakıyorlardı… Nasıl anlatsam hani düşünen değil de düğmesine dokununca hareketlenen birer robot gibiydiler sanki…
Babamın arkadaşları geçti gözümün önünden. Rahmetlik Yunus Çavuş’u, İsmet Polis’i, Salih Onbaşı’yı hatırladım…
Noldu bize böyle?
Zaman bizi yendi. Yoksa ben mi artık yaşlanıp duygusallaştım.
Mehmet Taşker’in kana bulanmış yüzünü ve gömleğini gördüğümde Türkiye’de polis’ten dayak yediğimiz günler düştü birden aklıma.
Ya sille tokat giriştikleri, yerlerde sürükledikleri zavallı “Fidel Yoldaş”a reva görülen “insanlık”.
Bu benim bildiğim Kıbrıs, benim ülkem değildi bu…
Kalkıp Lefkoşa Polisi’ne gittik. Kimler gözaltına alındı ve durumları ne diye.
Değil avukatların içeriye girmesi, saatlerce kuş uçurmadılar.
Tekrar döndüğümde KTHY önünde sinirli ve dağınık kalabalıklar vardı.
Polis, başlarında yeni terfi almış komutanı ile az sonra bir kez daha saldıracakmış gibi “hazır ol”da karşıdaki göstericileri kesiyordu.
Karşımda şimdi benim çocukluğumun ve gençliğimin eş dost ahbap “Polis’leri” değil, ama belki dövme konusunda onlardan çok daha “eğitimli” ama bana da uzak ve yabancı bir Polis teşkilatı vardı.
Polis inatsa göstericiler de inat.
Bir kaldırımda onlar, diğer kaldırımda göstericiler. Ortada arabalar gelip geçiyor.
Kimi korna çalarak desteğini veriyor kimi kötü kötü bakıyor. Binde bir bayrak sallayarak tahrik edenler de olmuyor değildi.
Polis şiddetini artıyor…
Sonuna doğru, Çakıcı ile CTP’li arkadaşlardan gelenler de oldu.
Oradaki göstericileri geri çekilmeye ikna edemeyen platform yöneticilerine yardıma soyundum. Duygusallığım öfkeme karıştı. Dinlemeyenlerle tartıştım…
Tahrik edici davrandığımı söyleyenler olunca hemen başımı alıp oradan uzaklaşmaya karar verdim.
Giderken çukura düşüp ayağımı burktum. Ama serde erkeklik var, gıkımı çıkarmadım ve o hızla taa Kızılbaş Kilisesine kadar, karga gibi seke-seke acı içerisinde yürüdüm.
Yolda beni arabasıyla almak isteyen birkaç gösterici arkadaşı nazikçe reddettim.
Eve gece geç saatlerde vardım.
Sonra da oturup olayları bir de televizyondan seyrettim.
Düşündüm de, gün boyunca Kıbrıslılar televizyon önünde bizi seyretmişlerdi.
Hepsi evlerinde veya işyerlerinde koltuklarına kurulmuşlar, ya desteklemişlerdi protestocuları. Tabii işte kalben, gönülden falan…
Ya da “geçtiği her yerde insanların dayak yediği lider Recep bey’in” büyüsüne kapılıp gitmişlerdi.
Her gösteri sonrasının muhasebesini yaptığımda Polis’in şiddetini daha bir artırdığını fark ediyorum. Her defasında daha çok çatık kaşlı, kendinden geçmiş, bağırıp çağıran, Türkiye polisi gibi “dağılın” çeken, sanki “buralı” olmayan polislerle yüzleşiyorum. Tipik bir asker gibi davranan, daha saldırgan ve daha katı, korku salmakta ustalaşıp uzmanlaşan bir polis teşkilatına doğru adım adım ilerliyoruz…
Ancak hala kültürü, yaşam biçimi, mantalitesi ve kurumları ile Kıbrıslı kalmaya, Türkiye’den farklı olduğunu “barışçıl” bir biçimde inatla ve ısrarla anlatmaya çalışan “Kuzeyin son marjinallerine” karşı 19 Temmuz 2011 tarihinde girişilen şiddet, teşkilattaki bu “gıdım-gıdım” sertleşmenin en açık örneği mi?
“Biz bir-iz” değiliz…
Ne demiş Recep Bey?
“Dünyaya haykırıyoruz, biz biriz..”
Biz sizinle bir değiliz Recep Bey. Biz Türkiye Solu ile biriz. Kürt ve Türk Soluyla yani…
Üstelik bir milliyetin kalıbına sığmayacak kadar geniştir siyasi seceremiz…
Yani senin anlayacağın biz küçük adanın büyük şamata çıkaran marjinalleri, Ahmet Şık kadar Türk, Hrant kadar Ermeni, Herkül Millas kadar da Yunanlıyız.
“Biz bir-iz” değiliz” Recep beyefendi. Birçok “iz” var bizim adalı geçmişimizde.
Hatıralarımız var bu ada coğrafyasında. Analarımıza, balarımıza, nenelerimize dedelerimize ve bir önceki yüzyılın zaman diliminin her karesine yayılmış naif anılarımız var.
Köklerimiz buralıdır bizim.
İnsanız önce.
Ama şunu da bilesin isteriz ki biz buranın, bu coğrafyanın, Kıbrıs’ın insanıyız…
***
(*) Belki feministeler haklı olarak oyunu hep kadınlar mı oynar diye bana kızacaklar ama “Kadının fendi, erkeği yendi” tekerlemesinden de anlaşılacağı üzere fendi’nin buradaki kelime anlamı “oyun”, “düzen” demektir. Türkiye Başbakanı Kıbrıslı Türklere öyle bir politik oyun oynadı ki; besleme dediği insanlardan hem özür dilemedi, hem de onlardan kendine büyük bir karşılama töreni düzenlemelerini sağladı. Üstelik kendine karşı yapılan bu protestoların Türkiye basınında pek yer bulmamasıyla ziyaretindeki başarısını Türkiye kamuoyunda da ikiye katlamış oldu. Bu arada Recep bey’in bağıra basıldığı ama adayı ziyareti sırasında hiçbir protestoya ve aleyhte pankarta maruz kalmadığı belli olsun diye de, Kıbrıslı protestoculara bir güzel dayak bile atıldı. Bu da işin bonusu oldu ya. Şimdi Recep Bey ülkesine döndü. Ancak ada halkı da ortasından ikiye bölünmüş durumda.. Ne desek ki? “Recep bey’in Fendi, … ….”.