Erdoğan hükümetinin yaklaşık olarak bir seneden bu yana çeşitli biçimlerde ifade ettiği, Türkiye mültecilerinin ülkelerine dönme çağrıları tanınmış Kürt sosyalist Kemal BURKAY’la, çağrıyı iki boyutta kristalize etmiş durumdadır.
12 Eylül darbesinin sonucu olarak, çeşitli biçimlerde kendini yurtdışında konumlandıran Kürt ve Türk demokrat ve sosyalistlerin Avrupa’da hala(!) bulunmalarının yaratmış olduğu sıkıntı; Özal dönemiyle başlayan yurdunuza gelin özel çağrıları, özellikle Erdoğan (AKP) hükümeti dönemiyle birlikte yoğunluk kazanmış durumdadır.
Yurtdışındaki mültecilere çağrılar, Türkiye’nin; AB eksenli demokratikleşme adım atmalarına Avrupa kamuoyunda meşrutiyet sağlama çabalarına denk düşerken, aynı zamanda ülke içerisinde demokratikleşmenin kamuoyunda görünür olmasını sağlayan bir karakter durumu sağlıyordu, iktidar açısından.
Bunun yanında Kürt sorunu yüzünden karşılaşılan güçlüklerin aşılmasında; Kürt tanınmış muhaliflerinde Kürt kamuoyunu etkileme imkanlarından faydalanmaya çalışıyordu, mevcut iktidar.
Kürt özgürlük sorununun, Kürt özgürlük hareketinde yaratmış olduğu direnç ve bu direncin toplumsal kabul/onay alması, açık-kapalı yapılan İmralı-Kandil görüşmelerini yürüten devlet politikası bir taraftan muhatabındaki odaklarda, odak dağılmasını sağlamaya ve muhalefeti tek halden/tek sesten, çok sesler haline getirip güçsüzleştirmeye çalışıyor.
Kemal BURKAY’ın tamda bu noktada Türkiye’ye dönmesi ve bu dönüşe hükümet büyük itibarlar göstererek kamuoyunda işlemesi; BURKAY’a dönüşün sevincini yaşaması coşkusunu verirken, yine durumun bir başka yanı olan ‘ama’ları da yanında taşımasını gerektirmektedir.
Şüphesiz ki, devlet ve siyasi iktidar kendi cenahlarından bu durumdan azami fayda sağlamaları pratikleri içerisinde olacaklardır. Onların bu tutumları, bu sürecin ismi olan BURKAY’a daha dikkatli, daha sorumlu olma zorunluluğunu da getirmektedir.
Her şeyden önce Kürt özgürlük hareketinin bugünkü hali, otuz yılın yaşanmışlıklarda yarattığı toplamlarının sonucudur. Dolayısıyla da, geleceğin kurgulanması ve yürünmesi doğal olarak bunun üzerinden olacaktır.
Bu zeminin baz alınması her halükarda bir zorunluluktur.
İşin bir yanı budur.
Diğer yanı ise:
Gerek özgürlük mücadelelerinde, gerekse de sosyalizm mücadelelerinde; ayakları ve gövdeleri kendi topraklarında kalamayan ya da ayakları ve gövdeleri hakim devletin mapushanelerinde olan ve bu hallerinde nefesleri sadece ülküleri için olan kişilerin genellikle düştükleri bir hata vardır.
Bunlar; ayakları ülke topraklarına değdiği zaman, genellikle şu soruyu sormaktadırlar.
“Nerede kalmıştık.”
Hataya ilk adım burada atılmaktadır.
Uzun yıllar ülkesinin dışında yaşayan, ya da uzun süre mapushanelerde yatan bu insanlar; duyum, duygu ve akıllarıyla ne kadar ülkede yaşamaya çalışırlarsa çalışsınlar, kişisel gözlem ve öğrenmelerden mahrum oldukları için ‘hata’ya en yakın konumda olmaktadırlar.
Bireylerin yaşama bakış biçimleri, devletin toplumda yarattığı halet-i ruhiye, milli eğitim ve her türlü eğitim politikalarının yarattığı yeni nesil, toplumun çelişkileri algılayış biçimleri, siyasal düşüncesini baz aldığı sınıfın yaşam içerisindeki ekonomik, sosyal ve ruhsal durumu. Kendisinin de bir zamanlar fiili olarak içinde yer aldığı dönüşümcü/dönüştürücü yapıların bu anki birey yapısı, bu bireylerin kendi aralarındaki ilişki biçimleri ve bu yapıların yakın ve uzak toplumlarda kabul görüş biçimleri.
Hepsi başlı başına birer başlık olan bu konular; organik yaşamda aklı olan, ya da organik yaşamdan aklı olan bireylerin ancak kişisel pratikleriyle giderebilecekleri bir eksiklik olarak ortada durmakta olurlar. Üçüncü şahıslardan/organizmalardan edinilen üçüncü elden tecrübelerden edinme, kritiklerde farklılıklar olmasından kaynaklanan, edinmelerden kaynaklanan hatalarla malül olacaklardır.
Hele ki; imkanlara/özgürlüğe kavuştuğu anda, politik ve toplumsal canlılığa sözü olan noktada dahil oluyorsa ya da dahil ediliyorsa, sonuç: Genellikle “Yandı gülüm keten helva” durumunda olmaktadır.
Ve bu noktada; gerçekten katabileceği sözü ve katabileceği pratiğinin imkanlarını ve karşılığını bulabilmesi çok zor olmaktadır.
Kemal BURKAY tam da bu tehlikenin eşiğindedir.
Kaldı ki; kendisinin fikri önderliğini yaptığı yapılanmanın Kürdistan’da hatırı sayılır gücü, etkinliği ve saygısının olduğu dönemde; bugün özgürlük mücadelesinin belirleyeni olan odakla olan ilişkilerinin nahoş ilişkiler biçiminde olduğu gerçekliğidir.
Bugünkü durumun sakinleriyle ilişkilerinde böyle bir arka bagaja da sahip olması; ona, daha bir hassas davranma sorumluluğu yüklemektedir.
Söylenecek sözlerin empati sürecinden geçmesi gerekir hassaslığının olmazsa olmaz noktasında durmanın tüm koşullarına sahiptir.
Umarım ki; tarafların tümü bunun farkındalığıyla yürürler.