Türk stratejik düşüncesinde Kıbrıs’ın yeri çok uzun yıllar “Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden Yunan adaları zincirine yeni bir halkanın eklenmesini önlemek ve Kıbrıs Türk toplumunun milli haysiyet ve varlığını korumak” olarak değerlendiriliyordu. Nitekim Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) ilk komutanı Rıza Vuruşkan, Kıbrıs’ın önemini bu sözlerle anlatır. Türkiye stratejik gerekçelerle Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesine (Enosis) karşı çıkıyor, bunu “stratejik bir tehdit” olarak algılıyordu. Adanın İngiliz sömürgesi olarak kalmasından pek rahatsızlık duyulmuyordu.
Kıbrıs politikası daha sonra İngiltere adadan ayrılırsa, Kıbrıs’ın Türkiye’ye bırakılması şeklinde formüle edildi. Bunun mümkün olmadığı anlaşılınca Taksim tezi gündeme getirildi ve adanın Türkiye ile Yunanistan arasında bölünmesi önerildi. Bu politikanın da gerçekçi olmadığı ortaya çıkınca, Enosis ve Taksim tezlerini dışlayan bağımsız bir Kıbrıs devleti kurulması, Türk stratejik çıkarları açısından uygun görüldü ve 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına onay verildi. Türkiye, ada bağımsızlığa doğru ilerlerken iki noktayı ön plana çıkardı: 1) Kurulacak devletin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve anayasal düzeni garanti altına alınacak ve Türkiye garantör ülkelerden biri olacak. 2) Kıbrıs Türk toplumu kurulacak devlette siyasi eşit toplum (asli unsur) olarak yer alacak ve devlet şekli federal unsurlar içerecekti. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken Türkiye isteklerini elde etti ve Kıbrıs devleti fonksiyonel federal bir yapıya kavuşturuldu. Türkiye de garantör ülke oldu.
Oldu bitti ve sonrası
Kıbrıs Rum liderliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini değiştirmeye dönük girişimleri sonucunda başlayan toplumlar arası çatışmalar esnasında Türkiye coğrafi esasa dayalı federal devlet tezini gündeme getirdi. Ne var ki, 1964-74 arasında bu politikayı hayata geçirecek imkanlar yoktu.
Kısacası, Türkiye başından beri Enosis’i engelleyecek ve Kıbrıslı Türkleri ayrı bir bölgede toplayacak coğrafi bir düzenlemeyi öngören bir anlayış ekseninde Kıbrıs politikası üretti. 1974’te Yunan Cuntası Kıbrıs’ta darbe düzenleyince, Türkiye adaya asker çıkardı ve ülkeyi ikiye böldü. Kıbrıslı Türkler adanın kuzey bölgesinde toplandılar. Garantörlük anlaşmasını çiğneyerek yapılan bu “oldu bitti”den sonra coğrafi esasa dayalı federal bir devlet tezinin önü açıldı. Ne var ki, Türkiye 2004’e kadar bu doğrultuda en ufak bir adım atmadı. Enosis politikasının tarihe karışmış ve Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğinin perçinlenmiş olmasına karşın Türkiye’nin federal çözüm konusunda isteksiz davranması, hem Türkiye’ye hem de Kıbrıslı Türklere büyük zararlar verdi.
Türkiye, 1974’ten tam 30 yıl sonra, 2004’te Türk-AB ilişkilerinin bir gereği olarak Kıbrıs konusunda tavır değiştirdi ve BM kararları çerçevesinde bulunacak bir çözüme “evet” demek zorunda kaldı. Dönemin AKP hükümeti, Kıbrıslı Türklerin ortaya koyduğu güçlü çözüm iradesinden de güç alarak, BM’nin hazırladığı kapsamlı çözüm planına “evet” dedi. Ne var ki, bu geç gelen bir “evet” idi, çünkü Kıbrıs Rum tarafı 2004’ten önce bütün Kıbrıs adına AB üyesi olmuştu. O tarihe kadar “Kıbrıs AB’ye giremez”, “Tepkimiz limitsiz olur” diyen Türkiye, Kıbrıs’ın AB üyeliğini engelleyemediği gibi, buna adeta yardımcı oldu. AB’nin 2002’de Kopenhag’ta gerçekleştirilen genişleme toplantısında Kıbrıs sorununun çözümüne şans tanıyan uluslararası toplum, Rauf Denktaş’ın Kopenhag’a gitmesini boşuna beklemişti. 2003’ün Mart ayında Lahey’de müzakere masasını deviren yine Türk tarafı olunca, Kıbrıs’ın AB üyeliğinden önceki son çözüm şansı da heba edildi ve Kıbrıs Rum tarafı elini kolunu sallayarak AB üyesi oldu, 2004’te yapılan ve artık hiçbir yaptırım gücü olmayan referandumlarda yüzde 76 oranında “hayır” oyu kullanmaktan çekinmedi.
Annan’ın planı
Türkiye, Kıbrıs politikasını değiştirmede geç kaldı. Bunu, dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan da not etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta sözünü ettiği ve Güvenlik Konseyi tarafından benimsenmesini istediği Kıbrıs Raporu’nda Kofi Annan aynen şöyle diyor: “Kıbrıs’ın AB üyeliği perspektifi ile Türkiye’nin bu amaçla AB yolunun açılması dengeli bir teşvik ortamı yarattı. Kıbrıs Türk liderliği ile Türkiye, bu fırsat varken bunu kullanmadı. Onlar uzlaşmaya dayalı bir çözüm için istekli ve muktedir olduklarında, Kıbrıs Rum tarafında uzlaşma için teşvikler esaslı biçimde zayıfladı. Kıbrıs Rum liderliği daha az esnek bir politika izliyordu ve zaman da iyice daralmıştı.” (Kofi Annan’ın Güvenlik Konseyi’ne sunduğu Kıbrıs Raporu, Haziran 2004, paragraf 79)
2004 referandumlarından sonra Kıbrıs müzakereleri ancak 2008’de başlayabildi. BM Kararları ve Talat-Hıristofyas mutabakatları temelinde yürütülen müzakerelerde güç paylaşımı ve yönetim konularında ilerleme sağlandığı biliniyor. Bunlar, Türk tarafının “alan” pozisyonunda olduğu başlıklardır. Kıbrıs Rum tarafının “alan” pozisyonunda olduğu toprak ve mülkiyet gibi başlıklarda ya hiç ilerleme olmadı ya da çok az bir ilerleme oldu.
AB başkanlığı öncesi
Bunca zaman kaybından sonra Türkiye şimdi, Kıbrıs Rum tarafının 1 Temmuz 2012 tarihinde başlayacak AB dönem başkanlığından önce çözüm istediğini söylüyor. Bunun için sertleşmeye, Türk-AB ilişkilerini tehlikeye atmaya gerek yok. Birleşik Federal Kıbrıs devletinin kurulması için gerekli adımların atılması yeterli. Bu elbette Güzelyurt’un çoğu kurumuş portakal ağaçlarını “vermem” diyerek yapılacak bir şey değil. Türkiye, Kıbrıs’ta yakın tarihte önüne hedef olarak koyduğu her şeyi fazlasıyla elde ettiğini akılda tutarak, esnek politikalarla uzlaşmaya yönelmeli. Mantık da, hakkaniyet duygusu da bunu gerektirir. Bu aynı zamanda Kıbrıs Rum tarafında çözüm iradesi olup olmadığını sınamanın da en iyi yoludur.
Bütün eşitsizliklere rağmen karşılıklı bağımlılığın yaygınlaştığı dünyamızda Thukididis’in “güçlüler muktedir oldukları şeyleri, zayıflar da yapmak zorunda oldukları şeyleri yaparlar” deyişiyle barışa gidemeyiz. Bunun için Ariel Dorfman’ın tavsiyesine uymalıyız: “Zayıf olan taraf onurunda ve direnişinde olduğu kadar korkularını yenmede de ısrar ederse, güçlü olan taraf da sahip olduğu üstünlüğüyle kasılmaktan vazgeçer, kendisine karşı çıkılmasına izin verecek kadar cesur olursa, savaşın önüne geçilebilir”. Çözüm ve barışa ancak böyle gidilir…