Herhangi bir olayda, olguda tarafların kendi aralarındaki ilişkilerde, taraflardan birinin kendisinde olan/kalan etki gücünün yüksekliğini gündeme taşımadan; olgunun ortak irade ile sorun olmaktan çıkması için almış olduğu tutumla, karşı güçle kendini aynı noktaya koymasıdır ya da o gücü kendisiyle aynı noktaya taşımasıdır.
Kıbrıslıtürklerin, daha ileri götüreyim KKTC devletinin TC ile olan ilişkilerinde, kendilerine bu anlamıyla TC tarafından nasıl ve ne zaman eşit bir statü verildi.
Kıbrıslutürkler, kendi anayurtlarında karşılaşmış oldukları sorunları çözmede; ne zamandır eşitlendiler. Kendilerini bu hissiyat içerisinde ne zamandır beridir görüyorlar.
Olur ya bu hissiyatın oluşmasını sağlayan dönüşümler olmuştur da ufkumuzun radarına takılmaması mı olmuştur. Bu kaygıyla geçmişe baktığımızda; evet bir tespit yapılmış. Ama bu tespit yeni değil. Geçmişte yapılan tespitin yeniden güncelleştirilmesidir.
“Sizi biz besliyoruz”
Bu bir siyasal söylemdir. Ve bu söylem ekonomi üzerine oturtuluyor.
“Kıbrıs, Türkiye için stratejik bir değer oluşturuyor.”
Bu tamamen uluslar arası siyiasete hitap eden bir söylemdir ve bunun Kıbrıs topraklarına yansıması ise; “ya bu topraklarda hükümranlık hakkınızı bize tabii edersiniz ya da bu topraklarda kendi hükümranlık alanlarımızı yaratırız.”
Dünden bugüne baktığımız zaman, TC; 1974’ün yaratımları üzerinden oluşan fiili durumu kimi zaman bölgesel yönetim, kimi zaman federe yönetim en sonunda ise KKTC devleti söylemiyle sadece tek tanıyanı kendisi olan oluşumlar yaratmıştır.
Kendisinin yaratmış olduğu bu organizma; velev ki onların onayını almayan bir ‘cehalete’ gelmişse “Lokmacı kapısı”nda olduğu gibi hemen hizaya çekilir.
Pardon!
Bura da eşitlerden bahsedebilmemize imkan sağlayacak hangi kırıntı vardır. Göz ucuyla baksak bile ‘ yukarıda ki ve aşağıda ki’ farklılık hemen önümüze dikilmektedir. Bunun böyle olması eşyanın tabiatı gereğidir.
Dolayısıyla da: Çakıcı’nın kendisini bu hissiyat içerisinde hissetmesini sağlayan hangi gelişmeler olmuştur da kimse göremedi merakımımızıda beraberinde getirmiş oldu.
“Münhasır Ekonomik Bölge” ortada duran boş bir kavram değildir. Bu kavram devletler arası ekonomik ve siyasi ilişkilerde ortaya konulan kavramlar bütününün anlatımının kendisidir. Ve dolayısıyla ‘toplumların Münhasır Ekonomik Bölge’ kavramı olamayacağı için, devletlerin Münhasır Ekonomik Bölge’si kavramı olmaktadır.
Kıbrıs adası 1960’ta Londra-Zurih antlaşmaları neticesinde bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti olması münasebetiyle adanın yakın deniz sahası onun ekonomik çıkar sahasıdır.
Kıbrıs adası devletinin yaratılmış olan bu fiili durumunu sanki hukuksal bir durumun gereğiymiş gibi, bunun üzerinden Ekonomik Münhasır Alanlar yaratmak, olsa olsa hukuku yeniden ve yeniden ihlal etmekten başka bir şey değildir.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin; petrol ve doğalgaz rezerv tespit ve üretim yapma çalışması şu ana kadar yürütülen(!) iki toplumlu iki yönetimli Federal Kıbrıs devletine yeni imkanlar yaratmıştır.
Şu ana kadar yürütülen görüşmeler her ne kadar toplumları bire bir ilgilendiriyor ise de, bu son durum toplumlara daha can alıcı noktada durmaktadır. Ada toplumunun refah seviyesinin geleceğini birinci dereceden ilgilendirdiği için, yeni politikaların oluşması gerektiği kendisini daha bir dayatıcı hale getirmiş bulunmaktadır. Toplumlar arası görüşmeler daha bir hakikat seviyesine gelmiş durumdadır.
Şu ana kadar ki demografik işgalin yaratmış olduğu karmaşıklık üzerinden yürütülen/yürütülmeyen bu görüşmeler üç boyutlu (ekonomik-demografik-askeri) işgalin; ada toplumu tarafından nihayet edilmesine de ortak payda olmasına zemin olma imkanı olarak ortaya çıkmış durumdadır.
Bundan sonra yapılacak görüşmeler ada toplumu tarafından daha çözümcü imkanlara kavuşmuş noktasındadır. Bu, toplumlar arasında gelinecek olan olumlu imkanlar platformudur.
Öbür yandan işgal eden güç; işgalini devam ettirmek noktasında kendisine ek gerekçeler bulmuştur. Bulduğu bu gerekçeler, onun emperyal karakterinin ortaya çıkmasını da daha net bir şekilde açığa çıkmasına vesile olacaktır.