Ertuğrul Kürkçü’nün TBMM’de, “…Kıbrıs’ı işgal ettik; şimdi oradan askerlerimizi nasıl çıkartacağımızı bilemiyoruz. Kürt halkının haklarını inkar etmek için, taburlarla askeri soktuk, katliamlarla kana boyadık Kürdistan coğrafyasını; şimdi, bunun hesabını nasıl vereceğimizi kendimiz de bilemiyoruz” sözleri Türkiye medyasında önemli denecek bir etki yarattı.
Ertuğrul Kürkçü’nün “Kıbrıs’ı işgal ettik” sözleri, Kıbrıs’taki sol muhalif seslerin sürekli olarak görmezden gelindiği Türkiye basınında yer alınca, buna pek tabi Kıbrıslı Türkler de büyük ilgi gösterdi.
Aslında Kürkçü’nün TBMM’de AKP’li bakan Egemen Bağış’ın yüzüne karşı hatırlattığı BM’nin 550 sayılı kararından kaynaklı; “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye tarafından işgal altında kalan kısmında yapılan karşılıklı Büyükelçi atamaları ve anayasal referandum yapılması Kıbrıs’ın bölünmesi için yapılan ayrılıkçı hareketlerdir” hitabı, yerleşmiş statükonun, yıllardır Kıbrıs’ın kuzeyinde siyasal partilerin, sendikaların ve derneklerin pankart ve bildirilerinde, radyo programlarında ve gazetelerde tartıştıkları kanıksanmış bir konunun tekrarlanmasıdır. Konunun önemi, yazmış olduğum gibi ilk kez TBMM çatısı altında dile getirilmiş olmasıdır.
1974’ten hemen sonraki yıllarda Türkiye’de sağcı, milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı hükümet koalisyonları (Demirel-Erbakan-Türkeş koalisyonunda MC hükümetleri-HP) ile derin devletinin Türkiye basını üzerinde Kıbrıs konusunu “milli dava” olarak lanse edip günlük basını kendi kendine “oto sansür” uygulamaya zorlamasıyla ve sonradan Ecevit’in de bu kervana katılmasıyla TBMM’de yek vücut “Milli Dava Kıbrıs” görüntüsü çizilmişti.
Nitekim 2000’li yılların başına kadar Kıbrıs konusunda “konfederasyon” tezi ile ayrılıkçılığın pompalanması hatırlardadır.
Öte yandan Türkiye’de gelmiş geçmiş hükümet ve muhalefet partilerinin Kıbrıs sorununu hamasi-milliyetçi söylemlerle Türkiye’nin “Milli Davası”na dahil etmesi, Türkiye basınında Kıbrıs’taki “muhalif” parti ve liderlere yer verilmeyişi, uzun yıllar Türkiye kamuoyunun gözünde Denktaş’ın “tek adam” olarak algılanmasına yol açmıştı.
Elbette bu reel durum Kıbrıs sorunu üzerinden milliyetçilik yapan Türkiye’nin İslamcı-milliyetçi-muhafazakar partilerine seçim desteği olarak yansıdı uzun yıllar.
Böylece “Milli Dava Kıbrıs” algısı, her iki coğrafyanın “milliyetçilikten muzdarip” siyasal partileri arasındaki seçim hesaplarının ve sloganlarının arasına sıkışırken, Kıbrıs sorununun siyasal çözümüyle ilgili tartışmaların özgürleşmesine de engel oldu.
Denktaş’ın demeçleriyle yatıp kalkan Türkiye kamuoyunun bu ezberini ilk bozma girişimi, Erdoğan’ın “Annan Planı”nı desteklemekle gösterdiği çıkışla mümkün oldu. Sonrası malum. Annan Planı Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedilince, Erdoğan ve AKP de Türkiye’de muhafazakarlaşıp milliyetçiliğe meylettikçe, Kıbrıs sorunun çözümü konusunda da başa dönüldü. Ve kamuoyunun milliyetçi nabzına en uygun şerbet verilerek, “Maraş’ı da vermeyiz Güzelyurt’u da…” söylemlerine geri dönüldü.
Ancak bugün Ertuğrul Kürkçü’nün “Kıbrıs’ı işgal ettik” söylemi, AKP’nin “Annan Planı”ndaki söyleminin de ötesine taşan hem Kıbrıs konusunun daha özgürce ve hem de şimdiye kadar Kıbrıs’ta barıştan yana farklı siyasi güçlerin de seslerinin daha çok duyulmasına yarayacak biçimde daha geniş bir siyasi çerçevede tartışılmasına yol açacağa benziyor.
Ancak yarım yüzyıldır “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır” ezberiyle yönlendirilmiş Türkiye insanı ve basınında, yeni bir Kıbrıs söylemi ve siyasi algısı oluşması için elbette zamana ihtiyaç vardır.
Ancak tarih yazılarında bu tartışma, dün Kıbrıs konusunda siyasi parti kurum ve kişilerin söylem ve eylemlerini alıntıladığı gibi, yarın yeniden tartışıp yorumlayacaktır…
Demek istediğim Kürkçü’nün ilk defa TBMM’de yaptığı bu konuşma bugün olduğu gibi yakın bir gelecekte Kıbrıs sorunu konusundaki siyasi tartışmaların kırılma noktalarından birisi olarak hatırlanmaya adaydır.
Öte ayandan Türkiye’nin AB İşlerinden Sorumlu Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın Ertuğrul Kürkçü ile TBMM çatısı altında yaşanan siyasi polemikteki sözlerini sadece resmi sıfatı dolaysıyla değil ama; “Kıbrıslıların sorununu, yarım asırdır Türkiye’nin ‘Milli Davası’ ilan etmesinden kaynaklı ‘milliyetçilikten muzdarip’ bir siyasi aklın tepkisel çıkışı” olarak okumak da mümkündür diye düşünenlerdenim.
Dilerseniz Ertuğrul Kürkçü’nün “işgal” sözlerine karşı Türkiye’nin AB İşleri Sorumlusu Bakanı Bağış’ın söylediklerine bir göz atalım:
“Görevim gereği AB Parlamentosu ve AB üyesi ülkelerin farklı platformlarında Türkiye’nin 1974 yılında gerçekleştirdiği barış operasyonunu, adada bugüne kadar kimsenin burnunun bile kanamadan huzuru sağladığı noktasında ikna etmek için önemli mücadeleler verdim…”
Sayın Bağış bilmiyor mu ki; kırk bin ordu ile bırakın “huzur” ve “burun kanamama” olayını, bu küçücük adanın yarısında “her gün sokağa çıkma yasağı ilan etmek” bile mümkündür.
Hangi demokratik ülkede her üç kişiye bir asker düşer ki?
Hangi demokratik ülkenin Başbakanı, “Öyleyse Türklüğünü ispat et!..” diye milliyetini ispat etmesini buyurduğu ve resmi bir törende elini bile uzatmadığı general karşısında kendisini sus pus olmak zorunda hisseder ve durumu tevekkülle karşılar.
Ya da hangi demokratik ve özgür ülkenin müsteşarı, generalin; herkesin gözü önünde “Ulan bir numaralı müsteşar” şeklinde hakaretamiz aşağılamasını o an için sineye çekmek zorunda kalır.
Hangi demokraside generaller siyasilere bu kadar pervasızca davranır.
Hangi ülkenin devleti ve yönetimi, savaşla zapt ettiği topraklar üzerine mevzilenmeye devam eden askerleri aracılığı ve “alınmış galınmıştır” siyasetiyle rejimin uluslararası hukuka uygun, sivil, demokratik ve adil olduğunu öne sürebilir.
Sakın sadece Rum mallarından bahsettiğimi sanmayın Sayın Bağış.
Örneğin, Girne’nin batısından doğusuna uzanan sahil şeridinde birçok Türk arazisinin askerin işgalinde olduğunu ve buna karşılık sahiplerine tek kuruş kira dahi verilmediğini, kira isteyen veya otel ve turistik yatırım yapmak için taşınmazını talep eden Kıbrıslı Türk mal sahiplerinin de, vekillerimiz ve bürokratlarımız aracılığıyla “kamulaştırırız haa!..” diye “nazikçe” uyarıldıkları adamızın bilinmeyen gerçeklerinden mi?
Sayın Başmüzakereci ve bakan Bağış; 12 Eylül cuntasının Anayasası’nı değiştirmek için çalışan siz ve partiniz, aynı 12 Eylül cuntasının lideri Evren döneminde ilan edilen KKTC’nin Anayasası’ndaki geçici 10. Maddesi’ne dayanarak buradaki sivil yönetimin ne denli askeri bir vesayet altına sokulduğunu bilmiyor musunuz sanki?
***
Dediğimiz gibi, Türkiye’nin Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakanı Egemen Bağış’ın 1974 sonrasında “kimsenin burnunun kanamadığını” örnek gösterip Türkiye’nin adaya müdahalesinin Kürkçü’nün dediği gibi “Kıbrıs’ın işgali” olamayacağını ispata çalışıyor.
İster AB, BM ya da uluslararası hukuk normlarına dayanarak, isterse insanın vicdanına göre ele alınmış olsun…
Savaşla, askeri zorla ve fetih yoluyla alınan toprakların üzerinde hak sahibi olanların izni olmaksızın adeta bir “savaş ganimeti” mantığı ile mülkiyetlerine el koymak, “kanla aldık masada vermeyiz” mantığıyla kendinin saymak, “zorla almak” yani “işgal etmek” demektir.
İşgalin sonuçlarının “iyi” ya da “kötü” bir şey olması, “fırsatçılık” ya da işgalin “zorunluluktan” dolayı yapılmış olması ayrı bir konudur.
İşgal bir sözcük olduğu kadar bir siyasi düşünceyi de işaret eder ve özgür ülkelerde siyasi düşüncelerinden dolayı insanlar hakkında “değer hükümleri üretmek” onları “hain”, “casus” diye nitelemek az gelişmiş, otokratik ve totaliter rejimlerde bir siyasi gelenektir.
ABD Irak’a askerleriyle “batı kapitalizminin özgürlüğünü” taşıdığını iddia edebilir. ABD’nin yanında İngiltere’nin de Afganistan’a benzer gerekçelerle asker yığdığı öne sürülebilir. Ancak basında “Irak’ın ya da Afganistan’ın işgali” söyleminden her iki ülke hükümetleri pek gocunmaz ve bu iki kelimden dolayı ülkelerindeki eleştiri sahibi siyasiler, gazeteci ve yazarlar için siyasi etiketler üretmekle uğraşmazlar.
Dolayısıyla işgalin kendisinden daha da önemli olan, ürettiği neticeler, işgal edilen bölgenin insanları ve genel olarak da insanlık için doğurduğu sosyal ve ekonomik sonuçlardır…
Başmüzakereci Bağış’ın “barış harekatı” ile BDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün “Kıbrıs’ın işgali” kavramlarından öte, asıl olan bu iki farklı söylemin Kıbrıs’ta doğurduğu siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçlardır bugün tartışılması gereken.
Diyelim ki Kıbrıs, Türkiye tarafından“alındı” sözcüğü ortak noktamız olsun.
Peki ne olmuş 1974 sonrasında?
“Alınan” ve mülkiyeti işgal edildiğinden şikayetçi olan insanların toprakları üzerinde bir devlet ilan olunmuş. Üstelik de sadece Türkiye halkı için değil, insanlık suçlarının da işlenmiş olduğu 12 Eylül Cuntası’ndan alınan feyz ve destekle ilan edilmiş bu devlet.
Sonra bu devlet(e) neler yap(tırıl)mış?
Örneğin, askeri güçle “alınan” topraklar üzerinde yasal olarak mülk sahibi olan insanların malları, rastgele başkalarına dağıtılmış. Yetmezmiş gibi bir de ganimet mantığı ile dağıtılan bu araziler ve evler için, “yeni sahiplerine” “ikinci bir mülkiyet belgesi”, yani “KKTC tapusu” verilmiş.
Bu birkaç uygulamaya bakınca elbette “almak” ile “işgal etmek” insanın düşüncesinde oldukça yakın iki sözcük olarak yer almaya başlar.
Bundan sonra ise insanların özgür tartışmasıdır asıl olan. Yoksa düşüncelerin ürünü siyasi kavramların yasaklanması değil.
……………………………………………………………..
Öte yandan Kıbrıs sorununun gelmiş geçmiş Türkiye hükümetleri ve muhalefet partilerinin milliyetçilik söylemleri üzerinden “oy avcılanma sahası” olması ne yazık ki bu “oy cevheri” adayı yeni keşfetmişe benzeyen AKP’nin ve bakanlarını, her gün biraz daha çok “Türk milliyetçisi” söylemlerin güçlü ve adaleli kollarına iteliyor.
Buna karşılık bir 68’li olarak Ertuğrul Kürkçü’nün sosyalist kültürden mütevellit “tüm insanlığın faydası için siyaset üretme” arzusu, adamızda pazu, bilek, silah ve ordu gücüne gönderme yapan, şiddet ve korku düzenleri ve fetih zihniyeti ile hareket edenlerin Kıbrıs sorununu “Milli Dava” olması hasebiyle “milli birlik ve beraberlik” yaftası altında tartışılmaz ve eleştirilmez kılıma çabalarına karşı, “Türkiye solunun TBMM’deki bir başkaldırısı olarak algılamalı” diye düşünenlerdenim.
Türkiye’nin Kıbrıs politikasını, cesaretle ve açık yüreklilikle eleştiren Kürkçü’nün, bugün kendini hala sol ve sosyalist düşünceden azade kılmamış Kıbrıslı Türklerin yüreğine elbette su serptiği bir gerçektir.
Koltuktan ve siyasi makam hırsından gözü kararmış, her “işgal” lafını terennüm eden siyasi parti, sendika ve kişilere yönelik olarak anında değer hükümleri üretip “provokatörler” etiketi yapıştıran ama ara sıra ayıp olmasın diye de “sosyalizm” diye utangaçça mırın kırın edenlerin, Ertuğrul Kürkçü’nün bu çıkışına bakar da biraz yüzleri kızarır belki.
………………….
Dünkü yazımda bakan Egemen Bağış’ın, adada şimdiye değin kimsenin burnunun kanamadığı siyaseti üzerine kurulmuş söyleminin sivil bir siyaseti değil, askeri bir rejimi ifade ettiğini, Kıbrıslı Türklere dönük birkaç küçük örnek vererek anlatmaya çalışmıştım.
Ama bilindiği gibi Kıbrıs sorunu görüşmelerinde “toprak konusu” önemli bir başlık.
Buna karşın başta Başbakanı olmak üzere AKP’nin, Annan Planı referandumundan sonra zamanla Kıbrıs politikalarında şahinleşmesi, “Omorfo’yu da vermeyiz, Maraşı’da…” söylemleri ile “akıllarını başlarına alsınlar” tehditleri neye yaradı dersiniz?
Örneğin, Talat ve şimdi de Eroğlu ile yapılan ikili görüşmelerde Hristofyas’ın ve partisi AKEL ile Annan Planı referandumunda “oxi” çağrısı yapan Güney Kıbrıs’ın Elen milliyetçi siyasi parti ve örgütlerinde, plana “oxi” demekle ne kadar haklı olduklarına dair siyasi algının daha da derinleşmesine yaramadı mı bu şahin söylemler?
Ne yazık ki AKP son birkaç yıl içerisinde bir yandan tehditkar siyasi demeçleriyle Güney’de kontra bir Elen milliyetçiliği tetiklerken, öte yandan da, İrsen Küçük’e “Maaşın kaç?” sorusu, partisinin Kıbrıs politikalarına karşı gösteri yapanlara “beslemeler” ve pankart açan sendika yöneticilerine de “Güney’dekilere ne kadar çok benziyorlar” mealinde hakaretimiz demeçleriyle Kıbrıslı Türklerin siyasi iradesine ve kimliğine küçümseyerek bakmış olmuyor mu?
Kıbrıs konusunda çözüm ve AB’nin hedef almış, karşı taraftan hep bir adım önde olacağını zikretmiş AKP bunu neden yapıyor?
Bu hangi siyasi aklın ve mantığın ürünüdür?
Nitekim BDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü de TBMM’de olay yaratan Kıbrıs konuşmasının girişinde, Başbakan Erdoğan’ın Avrupa’ya karşı resti olan “Ankara Kriterleri”ni eleştirerek başlamıştı konuşmasına.
Eğer AKP’nin “Ankara Kriterleri” içerisinde yeni bir Kıbrıs politikası varsa, bunu öğrenmenin tek yolu da sır olarak ortadan kalkması için AKP’nin, Erdoğan’ın ve Bağış’ın sonuna kadar eleştirilmesi ve siyasi niyetini açıklamaya zorlanmasından başka ne olabilirdi ki?
Bunu da, AKP’siz hükümet olmayı tahayyül edemeyen Meclis’teki partilerimiz yapmayacağına göre, Ertuğrul Kürkçü’nün yapmış olması, Kıbrıs Türk solu açısından elbette büyük bir şanstır.
Anlaşılan yarın yazı işleri müdürü Ekmekçi’den yazımın devamı için bir köşe daha açmasını rica edeceğim.
Çünkü konu Kıbrıs sorunu olunca söz sözü, düşünce düşünceleri tetikliyor.
Bakalım yarına yazımı sonlandırmayı becerebilecek miyim?