yaklaşımlarHalil PaşaKıbrıs'ta Nüfus üzerinden nefret söylemleri – Halil Paşa - Havadis
yazarın tüm yazıları:

Kıbrıs’ta Nüfus üzerinden nefret söylemleri – Halil Paşa – Havadis

Yeniçağ podcastını dinleyin

Türkiye’den Kıbrıs’ın Kuzeyine aktarılan nüfusun baskıladığı demografik değişikliklere karşı çıkılırken, ortaya çıkan “milliyetçi dışavurumculuk” ve bunun bir ifade şekli olan “nefret söylemi”, buün artık Kıbrıs Solunun görmezden gelemeyeceği iki siyasal ayıbıdır.

Milliyetçi dışavurumculuk” sözcüğünden kastım, kişi ya da örgütün ait olduğunu düşündüğü kimliğine, “öteki” saydığı kişi, örgüt, cemaat veya toplumdan daha üstün değerler biçmesi, sonuçta görece olarak kendi kimliğini daha üstün tutma halidir.

Nefret söylemine gelince.

Nefret söylemi’ni salt milliyetçi dışavurumun bir biçimi olarak tanımlamak belki biraz eksik kalır. Çünkü nefret söylemi, salt milliyetçilikten kaynaklı olabileceği gibi, ırk ya da etnik etnik köken’in yanı sıra, cinsiyet veya cinsel yönelim, din ve engellilik halini horlamak ve küçük düşürmekle de alakalı olabilir. Ayrıca her türlü şiddete açık bir hedef haline getirmek amaçlı kışkırtıcı söylemler denefret söylemine” dahildir.

Özetlemek gerekirse nefret söylemi yazılı ve sözlü olabileceği gibi, temelinde ırkçılık, yabancı korkusu dolayısıyla yabancı düşmanlığı, ayrımcılık ve homofobi’ye (1) karşı oluşmuş “önyargılar”ımızdır.
Denebilir ki İnsan Hakları mücadelesi çerçevesinde karşı çıkılması gereken nefret söyleminden kaynaklı nefret suçları, daima iki temel unsuru, ayrımcılık ve önyargıyıbünyesinde barındırır.

Türkiye’de Hrant Dink’in yoğun bir “nefret söylemi” bombardımanı sonucunda cinayete kurban gittiği bugün artık birçok kişi, kurum ve örgüt tarafından genel kabul görüyor. Türkiye’de doğup büyüyen Ermeni asıllı gazeteci, yazar ve entelleküel bir kişi olan Hrant Dink, katledilmezden önce birçok günlük gazetelerde hedef gösterilip etiketlenmişt. Bu şekilde ötekileştirilmiş, toplum içerisinde adeta yalnızlaştırılmaya çalışılmıştı.

Hrant Dink cinayeti öncesi medyada çıkan başlıklardan birkaçı şöyleydi:

Hrant’ın hırlayışı”… “Türklüğe hakaretten yargılanan Ermeni gazeteci”… “Ermeni’ye Bak”…

Hrant kaşıyor”… “Hrant uslanmadı”… “Kovun bunları! Ya sev ya terk et!”…

Ve sonrasında kafası böyle nefret söylemleri ile doldurulmuş henüz 18 yaşından küçük saf bir çocuktan bir katil yaratıldı. Eline silah tutuşturulan bu çocuk, ta Trabzon’dan İstanbul’a gönderildi. O kadar saftı ki cinayeti işledikten sonra kahraman olacağını düşünüyordu. Tabii sonuçta katil oldu.

İşin ilginci o çocuğa cinayetini işleten ırkçı zihniyet, bir süre sonra, iki polisin karakolda ortalarına aldığı bu çocukla arkalarında asılı bir de Türk bayrağı olduğu halde gazetecilere poz vermek gafletinde bulundu. Günlerce Türkiye gazetelerinin ilk sayfalarında yer alan bu fotoğraf yayınlandığında, ben de o sıralarda İngiltere’de bulşunuyordum. Haberi fotoğrafıyla birlikte “The Observer” gazetesinin ilk sayfasında görmüştüm. Bu fotoğraf çok şeyi anlatıyordu. Özellikle de “nefret söylemi” üzerinden işlenen bir siyasal cinayette, değil Türkiye kamuoyunun, Türkiye polisinin de ne denli geriden geldiğini…

Sadece Hrant Dink olayı olsa neyse… Örneğin Kürt sorunu çoğu zaman terörizm ve PKK ile özdeşleştiriliyor Türkiye’de. Kürtler hakkında “cani, hain, kalleş, çapulcu, dağdan inenler” türünden “sloganlaşmış” önyargıya dayalı yakıştırmalarda bulunuluyor. Dahası Kürt sözcüğünün, “Doğu’lu insanların dağlarda karlar arasında yürürken çıkardıkları kart-kurt seslerinden” türediği yazılıp çizilerek, böylece Kürt kimliği aşağılanmak suretiyle Türk kimliği karşısında değersizmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Sonuçta bütün bu “nefret söylemleri” Kürt sorununu çözümsüzlüğe götürmekten başka bir fayda sağlamıyor.

Bilindiği üzere, ECRI (European Comission Racism and Intolerance) yani Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu’nun Türkiye Raporu’nda (8.02.2011), Türkiye’de bilgisayar ağları yoluyla işlenen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı suçunun arttığı kaydedilmiş. Dahası olayın vahim bir boyutta olduğunu göstermek bakımından da bu örgüt tarafından Türkiye’deki internet basını için etik ilkelerin geliştirilmesi önerilmiş olduğunu da yazmış olayım.

Peki ya biz?

Kıbrıslı Türkler ve özellikle de Kıbrıs Solu bu “nefret söylemi”nin ne kadar farkındayız?

Gündelik hayatımızda, sol ya da sağ meşrepten olsun ne zaman, hangi durumlarda ve hangi sözcük ve cümlelerle “nefret söylemi”ne başvuruyoruz?

Sahi biz kendi nefret söylemlerimizin farkında mıyız?

 

Nefret söylemi solun işi değil

Türkiye’den bu nüfus göçünün asıl amacı kimine göre Kıbrıslı Türklerin planlı bir asimilasyonudur. Kimine göreyse adada olası bir anlaşmaya bağlı olarak vatandaş yapılacaklar arasından Türkiye siyasi iktidar erkine bağlı para-militer güçlerin şimdiden oluşturulması.

Ama bir gerçek vardır ki, adamıza gelen bu insanlar sadece üç hilalcilerle derin devletçilerden ibaret değil. Sömürülen yoksul emekçiler, Türkiye’de yıllardır kimlikleri nedeniyle her türlü aşağılanmaya, baskıya ve nefret söylemine maruz kalan Kürtler ve Alevilerdir de…

Dahası burada doğup büyüyen ikinci kuşak Türkiyeli nüfusun yaşı 38. Buna göre üçüncü kuşak çoktan yola çıkmış bile. Gerçi bu apayrı bir tartışmanın ve yazının konusudur ya…

Öte yandan Türkiye Başbakanı “beslemeler” diye Kıbrıslı Türkleri aşağılayan “nefret söylemine” başvurarak adalılar hakkında ne denli ön yargılı olduğunu aleni bir biçimde ifade etmiş olsa da, hangi şartlarda olursa olsun, hele de siyasi olarak “nefret söylemi”ne başvurmak, elbette Kıbrıs solunun işi değildir ve olmamalıdır. Hatta Erdoğan’ın işlediği bu “nefret suçu”, Kıbrıs solunun, adaya doldurulan insanlara karşı değil de, onları gönderen siyasi zihniyete karşı bir siyasi söylem ve eylem içinde olması gerektiğini ortaya koymuyor mu?

 

GÜNAH KEÇİSİ HATAYLILAR.

Örneğin Hataylılar göç ederek geldikleri bu adada kendilerini ifade etmek için bir dernek çatısı altında örgütlenmek isterlerse eğer, bu bir yönüyle denizaşırı ve yabancısı oldukları bu topraklarda kendilerini ifade etmek içindir.

Ancak belki Türkiye’den gelenler arasında belki de en kalabalık onlar olduğu ve aralarından bazılarının hasbelkader kriminal olaylarda adları çıktığı için, Hataylılara karşı Kıbrıslı Türkler arasında oluşmuş olumsuz bir ön yargı vardır. Ve bu ön yargı, ne yazık ki kalıplaşmış ve sloganlaşmış ve üstelik de gündelik hayatta çok sık rastlanan “nefret söylemi” eşliğinde kendini göstermektedir.

“Ne olacak Hataylı!..” en basitiyle onlar hakkında oluşmuş ön yargı ve nefret söylemimizin özeti gibidir. O denli ki, Hataylılar Türkiye’den adaya gelenler arasında adeta “günah keçisi” gibidirler. “Bu kadar nüfus bu adayı kaldırmaz” cümlesinin arkasında, adayı işgal etmiş bir Hataylı gelir konar düşüncemizin başköşesine…

Çıtlattığı çekirdeklerin kabuklarını yere tükürenler kim? Hataylılar.

Ya sağa sola çöp atanlar? Tabii ki Hataylılar.

Girne Limanı’nın beğenmediğimiz köşelerinden, devlet hastanelerinin perişan halinden kim sorumlu? Elbette Hataylılar.

Devlet okullarını dolduran çocuklar? Kim olacak, Hataylıların çocukları.

En azından bu sonuncusu “nefret söylemi”ne girmiyor diye sevinmeli miyim?

Bilemeyeceğim.

Bilebildiğim, meraktan eşimle uçağa atlayıp gittiğim Hatay’ın çok güzel bir kent olduğudur. Ortasından Asi Irmağı’nın aktığı, aynı fotoğraf karesine Katolik ve Ortodoks Kiliseleri ile bizdeki gibi tombul minaresiyle caminin girebileceği kadar üç dinin birbirine yakın yaşadığı, dünyanın ikinci en büyük mozaik müzesinin bulunduğu, yoksul ama temiz, geri kalmış ama olabildiğince sulak ve yeşil ve hatta bir de şelalesi olan güzel bir coğrafya.

Biz Kıbrıslı Türkler galiba en çok da Hataylılara karşı haksızlık ediyoruz.

“Gacolar, ficalar ve bir de Hataylılar…”

Nefret söylemimizin bini bir para!

 

YABANCI BİR ÜLKEDE ETNİK KİMLİK ÜZERİNDEN ÖRGÜTLENMEK DEMOKRATİK BİR HAKTIR.

Geçen gün bu gazetede Yusuf Suiçmez’in makalesinde “bir gazetecinin köşesinde özellikle Türkiyeli derneklerin kapatılması gerektiğini ısrarla savunduğu”nu dile getirdiği yazısını okudum.

Annemin fuzuli işler için “A oğlum hepsi bitti da leğen örtüsü kaldı şimdi” mealinde bir lafı vardı ya, işte o hesap.

Neticede Hataylılık bu adada bir farklı kimliktir. Farklılıkların örgütlenmesi de demokratik bir haktır.

Geçtiğimiz günlerde genç ve yaşlı kuşak, aramızda oturup birkaç saat bu konuyu tartışıp durduk. Genç kuşaktan bir arkadaşımızın söyledikleri o günkü tartışmamıza damgasını vurdu.

“Hataylılara karşı en iyi niyetli olan biz solcular bile, ‘aralarında iyileri de var’ deriz ki aslında bu bile onlara karşı ne kadar çok önyargılı olduğumuzun bir ifadesidir.”

Malum Hataylılar kötü ya. “Aralarında iyileri de var” diyerek kendimizin ne kadar çok insaflı ve iyi niyetli solcular olduğumuzu gösterme hali mi diyeyim!..

Türkiye’den gelen yoksul ve işçi bu insanlara en çok da Kıbrıslı solcuların sahip çıkması gerekirken, ne yazık ki bu zafiyet tabii biraz da “adanın olağandışı koşulları gereği” UBP, DP gibi sağ, milliyetçi ve hamasi nutuklar atan partilerin bu insanları tavlayıp birer oy deposu olarak kullanmasına olanak vermektedir.

Aralarında iyileri de vardır veya yoktur!

Her şeyden önce sol düşünce evrensel ve enternasyonalisttir. İnsan merkezli yani hümanisttir. Sadece yeni bir Kıbrıs ya da yeni bir Türkiye değil, yeni bir dünya da vadeder.

Bir işçi kimliğine bakılmaksızın, Fransa’da da, Almanya’da işçidir. İstanbul’da da, Diyarbakır’da da ve Kıbrıs’ın güneyinde de… Nihayet uluslararası kararlarda Türkiye’nin alt yönetimi sayılan Kıbrıs’ın kuzey coğrafyasında da.

Etnik kimlikleri üzerinden örgütlenme hakkı da sadece Türkiye, Avrupa kıtası veyahut da Amerika’da değil, bu adanın Kuzeyinde yaşayan Kürtler, Aleviler ve Hataylı, Karadenizli vb. kimliğe sahip insanlar için de geçerlidir…

“Bu Memleket Bizimdir, Biz Yöneteceğiz” sloganı, en yoksul insanlara ve en çok dışlanan kimliklere, en çok demokrasiyi götürmeyi vadettiğimiz zaman ve ancak o zaman milliyetçilikten ve benmerkezcilikten azade, sol ve özgür bir düşünceyi ifade eder.

Konu uzun, yaz yaz bitmez, bir tartışma başka tartışmaları açan bir konudur “nefret söylemi…” Hele de Kıbrıs gibi başka ülkelere az benzer koşulların bulunduğu ve de solun kimlik üzerinden kulaç atmasının çok nazik ve ince ayar isteyen bir siyasete karşılık geldiği şartlar altında…

 

(1) “Homofobi” kavramı ilk kez 1972 yılında G. Weinberg tarafından “homoseksüel bireylerin mantıksız ve şiddet, ayrımcılık ve mahrumiyet yaratacak şekilde suçlanmasıdır” anlamında kullanılmıştır.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
325AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin