Son yıllarda anlatı olarak sürekli önümüze getirilen olgudur. Türkiye’nin milli geliri sürekli olarak yükselmektedir, bunu ifade ederken de sanki milli gelirin yükselmesi sonuç olarak ülke sathındaki insanların refahına yansımıştır gibi yapmaktadırlar.
Türkiye halkı bu noktada kendi günlük yaşam seviyesine baktığında, madem ki milli gelir artışları olmaktadır neden bu artış benim günlük yaşamıma yansımamaktadır sualini kendine sormaktadır.
Sorun burada milli gelirin topluma yansıyış biçimidir. Yani toplum bu milli gelirden pay almakta nasıl paydaş olmaktadır. İşin esası olan bu kısma baktığımız zaman, payların topluma refah yükselmesi olarak ulaşmadığı, büyük üretim araçlarına ve imkanlarına sahip olan kesimle birlikte, finansal sistemin egemeni olan bölüntülerin milli gelirin toplamından aldıkları paydan aslan payını aldıklarıdır. Onlardan sonrasına kalan kısım ise toplumun kalan kesimleri arasında çeşitli biçimlerde ve çeşitli oranlarda dağıldığıdır.
Dolayısıyla bu noktadan baktığımızda toplumun yüzde onunun gelir oranının yüzde ellisinden aşağısını almadığını, çok büyük kesiminde ya açlık sınırında ya da bu sınırın altında yaşamlarını idame ettirmeye çalıştığı görülmektedir.
Devlet fonksiyonel olarak kendisini refahın topluma dağılım noktasında düzenlemesi gerekirken, gündemini bu konularla meşgul etmemektedir. Toplamış olduğu kaynaklardan gerek bütçe içi olsun gerekse de bütçe dışı olsun, kaynaktan ayrılan payın en büyük dilimi silah alımına ayrılan harcamalara gittiği görülmektedir.
Toplumun yenden ve üst biçimde üretilmesi yapılmamakta, açlık ve yoksulluk toplumda ciddi bir olgu haline gelmektedir.
Son on yılda yoğun olarak gündemde tutulan AB’ne katılma tartışmalarında, Türkiye; birlik siyasetinin katılım yürüyüşünde demokrasi kriterlerinin yanında, olmazsa olmaz noktasında çözmek zorunda olduğu ekonomik kriterleri de vardı.
Demokrasi kriterlerinde; yeninin getirmesi gereken yol düzenlemeleri yapılmadığı gibi, henüz toplum bilincinde öne çıkmamış olan ekonomik kriterleri de yapılamaz halde tutmaktadır.
Avrupa’da ki krizin, birliğin kriz haline dönüştüğü anlatılırken, bu ülkelerin bu hallerinde bile, emekçi sınıf ve tabakaların refahtan aldıkları paylarının; Türkiye toplumundan daha yüksek olduğunu aklımıza getirmemektedirler.
Türkiye ekonomisi ve çalışanlarının önemli bir sorunu olan kayıt dışındaki ekonominin kayıt altına alınması, şimdiye kadar iktidar olan hiçbir parti gündemine alıp bunu pratikleştirmemiştir. Kayıt dışında kalan ekonomi, kendi çalışanlarını iş ve sağlık güvencesinden uzak tutmakta ve burada istihdam edilen insanlar en iyi halde asgari ücret üzerinden çalışmaktadırlar.
Devlet; kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına alarak vergi dağılımında taban alanını genişleterek oranları makul bir seviyede tutmayarak, burada oluşan milli gelirin gayri resmi konumda kalmasına vesile olmaktadır. Dolaylı vergilerde uygulamış olduğu yüksek oranlar nedeniyle vatandaşlarından aldığı vergilerle, toplumun refah seviyesinin yükselmesine de engel olmaktadır.
Kendini sorunlar yumağından bir türlü kurtaramayan devlet, bir bütün olarak kendisini gelir ve gider konusunda da şeffaf olarak düzenlemek zorundadır.
Ana ilkesi, yurttaşlarının yaşam seviyesini yükseltmek olan bir devletin para kullanımını toplumsal değer üretmeyen alanlardan hemen çekmesi bir gerekliliktir. Bir ülkede; değer yaratmayan alanlara yapılan harcamalar ne kadar az ise ora yaşayanlarının toplumsal refahtan alacakları pay da o oranda yüksek olacaktır.
Bugünden geleceğe gelen en büyük sorun, milli gelir hasılasın dağıtım biçiminin yeniden düzenlemesi görevidir.
Konu, çözülmesi gereken önemli bir sorun olarak orta yerde hala durmaktadır.