Önce…
Mevzu, bir topun peşinde koşan 22 adam ya da Gramsci güzellemesiyle: “Açık havada oynanan yüce ve insani oyun krallığı”… Gramsci bugünkü can pazarını görse başka türlü şeyler derdi ya neyse işin özü ayaktopu, yaygın kullanımı ile futbol. Sosyal bilimciler, tüketim karşıtları, sistem eleştirmenleri, feministler eleştiredursun ama pek kimsenin umursadığı yok bunları. Bugün futbolu takip etmeyenler adeta gündemi kaçırıyorlar. Diğer yandan futbol tam gaz devam ediyor: Irkçılık, holiganizm, şiddet, küreselleşme, erkeklik, tüketim, endüstriyelleşme, milliyetçilik gibi kavramlarda kendini bulmaya.
Futbol tüm dünyayı sarmış bir efsun, bir büyü. İnsanları kışkırtan, harekete geçiren, örgütleyen, eyleyen, eğlendiren, kızdıran, ağlatan, zıplatan bir kimlik, bir din. Uçları bir hayli uç olan boşalma alanı. İnsanın çoşkunluklarını sergilediği, en fütursuz küfürlerin savrulduğu mekanlar statlar. Milliyetçilik kitleleri galeyena getirmenin en kolay biçimlerinden biri değil mi? Stadyumlar, yani o atmosfer bunun en iyi aracı. Pekii o zaman Futbol, sembolik şiddeti[2] ihtiva eden bir unsur olarak anlaşılabilir mi? Ya da futbol masum da onu bu savaş modeline sokan askerlik ve erkeklik göndermeleriyle bezenmiş dili mi? Taraftarların tam anlamıyla bir aşk-nefret ilişkisi kurdukları bu oyun sadece bir oyun mu yoksa büyük bir pazar mı? Oyun demişken, tamam hakemler daima “ibne”[3] ama pekii bu oyunun cinsiyeti ne? Yoksa herkes bir cins körü mü? Kadınlar bu oyunun neresinde? Sahasında mı? Hayır. Tribünde mi? Küfüründe mi? Hayır. Namus gibi korunan kalesinde mi dersiniz? Kadınlar bu oyunda verilen bir “ceza”da belki de yalnızca! Satılan, pazarlanan, köleleşen profesyonel oyuncularıyla, menajerleri, spikerleri, teknikleri direktörleriyle, kulüpleri ve başkanlarıyla, sponsorları, malzemeleri, medyası, yorumcusuyla endüstriyel futbol yoksa bir “aşk sevişmesi değil de paralı pornografi mi?”[4]
Bu yazıda “erkek” kimliğinin gelişimine iyi bir asist yapan, gümbür gümbür erkek oyunu olan, “eze eze” ve kimbilir daha hangi cinsel aşağılamalar içeren küfürlerle rakiplerini yenenlerin bulunduğu Futbol’un başka ne tezahürlerle ortaya çıktığına bakacağız. Çerçevemizi üç genel başlıkla kuracağız: Milliyetçilik, Cins Körlüğü ve Endüstri.
Futbol ve Milliyetçilik
Ortalama 20 bin kişi, aynı gün, aynı saatte stadyumda aynı amaç için toplanıyor. Bu taraftarlar takımlarını desteklemek için yüceltip, rakip takımı aşağılıyorlar. Selçuk Candansayar, futbolun doyum ve vazgeçiş (kazanmanın hazzını kaybetmenin acısını) duygularını savaşla ve cinsellikle anlamlandırıyor. Candansayar, “Futbol aşkına” ifadesini şöyle okuyor: Futbol oynandığında; tıpkı aşkla sevişmek gibi acı ve hazzın bir ve aynı olduğu, elde etmekle elde edilmenin birleştiği, girmek ve almak, tutmak ve bırakmak, sahip olmak ve vazgeçmek, yenmek ve yenilmek ikiliklerinin iç içe geçtiği hayatın kendisini bir oyun sahnesinde yinelemek, yinelerken de kendisini yenilemeye benzer.”[5] Öyle ki bu aşk, taraftarların rakip takımın taraftarlarını düşman olarak görmesine ve onları aşağılayan marşlar söylemesine varıyor. Tanıl Bora’da, Futbol dünyasının, bayrakları, pankartları vb. repertuvarlarının zenginliği ve çoşkusu ile, milliyetçiliği özellikle gündelik ve popüler düzeyde cisimleştiren ritüel ve sembol ihtiyacı için mükemmel bir kaynak olduğunu belirtiyor.[6] Oyun, önce milliyetçi söylemi ve kışkırtıcı kurgulanmış yapısı itibariyle ırkçı söylemi üretecek tüm koşulları sağlar. Güç, iktidar ve tahakküm ilişkilerine son derece entegredir.[7] Emre Gökalp, popüler spor kültürü, toplumsal/kültürel farklılaşmanın ve antagonist çelişkilerin var olduğu bir toplumsallıktan ‘hayali bir birliğin’ (yeniden) oluşmasında önemli bir rol oynar diyor ve bundan dolayı, kültürel bir pratik olarak spor alanı milliyetçi söylemin (yeniden) üretildiği ve milli kimliğin söylemsel olarak (yeniden) kurulduğu hegemonik pratiklerin bir mücadele alanını oluşturduğunu belirtiyor.[8] Keza temel milliyetçi kalıpların başında gelen “biz”-“onlar” ötekileştirmesi “onlar”ı doğrudan “düşman” kılar bize. Ardından kendi tuttuğumuz takımıza övgüler düzerken düşman takımımıza sövgülerimiz de ırkçılık içeren nefret söylemini rahatça ve kendiliğinden doğuruverir.
Yakın tarihte futbolun ürettiği milliyetçilik örneklerinden biri 26 Eylül 2009’da Bursa’da oynanan Bursaspor-Diyarbakırspor maçında yaşandı. Bursalı taraftarlar Türk bayraklarını açarak, “PKK dışarı”, “Bölücüler dışarı”, “Apo’nun piçleri” tezahüratlarıyla başlayan olayda 2’si çocuk, 10 kişi yaralandı. Mart 2010’da oynanan ve son derece gergin bir havada başlayan maçın rövanşı da Diyarbakırsporlu taraftarların taşkınlıkları nedeniyle 17. Dakikada yarıda kaldı.[9] [10]
Son olarak, eleyecek olursak Kıvanç Koçak, kitle ruhunu bir parçası yapıp ondan beslenen, düşmanlık esasına dayanan, düşünceden çok duygusal dünya üzerine yaptığı göndermelerle kapladığı alanı genişleten milliyetçilik, kendisi için uygun zeminlerden birini, üzerinden metafor kurmaya çok elverişli futbol dünyasında bulduğunu belirtiyor. Zira milliyetçilik bağlamında özellikle “biz”e karşı “onlar/düşmanlar/ötekiler” ikiliğinin kurulmasında, kapsayıcı ve birleştirici niteliği itibariyle futboldan yararlanmak oldukça kolay.[11] “Başka hiçbir spor dalı, birçok milletin kendi mülkü saydığı futbol kadar milli kimliklerin ‘evrensel’ bir ‘gösteren’i unvanını kazanmamıştır.”[12]
Cins Körü Futbol
Hangimizin aklından çıkmayan çocukluk oyunları yok ki? Elimize bebek ya da silah, mutfak takımı ya da arabanın veriliverdiği ve oyunun kurallarının “çoktan” belirlendiği oyunlar. Ne çocuk sorar, ne anne-baba sorar. Kimse kimseye bir şey sormasa da kız çocuklarına bebekler, oyuncak ayılar, makarna bebekler alınıp ya da palalardan bebekler dikilirken erkek çocuğunun eline araba, top, silah gibi oyuncaklar verilir. Kız çocuklarının hazırlanageldiği toplumsal rol, mutfakta yemek pişiren, çocuk bakan annedir yani ev içinde sınırlanır. Erkeklerin ise evden bağımsız, koruyan, kollayan, güçlü, bağımsız vs. Bu ataerkinin yaratmak istediği toplum düzenidir.
Öyle ki “kız oyunu” oynamaya kalkınca erkek çocukları, ebebeynlerin aklı çıkar. Şüphe duymaya başlarlar. Arkadaşları bile bu çocukla dalga geçerler. Erkek çocuk, beklenen normaliğin dışına çıkıvermiş olur. 15 Temmuz 2008 tarihinde eşcinsel olduğu iddiasıyla ailesi tarafından öldürülmüş olan Ahmet Yıldız’ın hikayesini anlatan Zenne filmi de bu gerçeği bir kere daha gösteriyor.[13] “Erkek oyunları” oynamak isteyen kız çocukları için de bu durum daha kolay değildir. “Erkek Fatma” oluverirler.
İşte futbol da bu erkek oyunlarından biridir. Futbolun cinsiyeti erkektir. Erkekler için yaratılmış bir alandır. Kadınlarsa bu erkek ve erkeklik üreten ortamda yoktur. Kadınlar bu oyunun neresindedir? Hiçbir yerinde değiller. Çünkü: “Kadınlar futboldan anlamaz”, “Futbol erkek işidir, kadınlar oynayamaz”, “Futbol sadece erkekleri ilgilendirir”.
Burada üretilen “erkeklik”in özünde de “hegemonik erkek”[14]in bedensel güç arzusu bulunur. Yani “güçlenme” önemli bir yer tutar. Erkeklik olgusunu sorgulamak için yine ataerkilliğe ve heteroseksüelliği sorgulamamız gerekir.[15]
Taraftar kültürü konusunda cinsiyet körlüğünden bahsedilebilir.[16] Hande Birkalan-Gedik, burada kadının “cinsiyetsizleştirilği”ni ve bunun “cyborg” izleyici yarattığını belirtiyor. Kadının da erkeğin de “cyborg” izleyici olduğunu hatta bu “cinsiyetsizleştirme” durumunun cinsiyetçiliğin bir tezahürü olup olmadığını sorguluyor.[17]
Tribünde kadın küfür eder ve “erkek dili” kullanır. Bu kadına da kötü gözle bakılmaz. Tribünde kadın “mahallenin kızı” olmuştur. Cinsiyetsizleşmiştir. Aynı “sosyal kimlik” altında birleşilmiştir.
Takımlara ceza bedeli olarak kadınların biletsiz (ücret ödemeden) stadyuma doldurulması ise tam bir felaket. Fenerbahçe’ye ceza olarak kadınlar ve 12 yaşından küçük çocukların önünde gerçekleştirilen maçlarımızla ibretlik olduğumuz kesin.[18]Öyle ki erkeğin cezası kadının varlığı! Kadının suçu ne? Ve böyle bir aşağılanmanın ardından nasıl oluyorsa orada bu eziyeti çekiyor bile isteye.[19] Sadece bedava diye olmasa gerek.
Endüstriyel Futbol
Futbol şovenizmin ve milliyetçiliğin tehdidi altında ya da iştenefret söyleminin dışa vurumu için uygun bir alan evet ama belki de daha tehlikleli olan küreselleşme ve sınırların kalkmasıyla futbolun ticari bir pazara dönüşmüş olması. Futbolun bu dönüşümünde neo-liberal politikaların doğrudan ve dolaylı etkisi büyük. Thatcher’ın 1979’da iktidara gelmesiyle uyguladığı politikalar yeni sağın ve neo-liberal politikaların habercisiydi aslında. Ekonomide devlet etkinliğini minimize etmek ve çalışan sınıfların hak arayışını engellemek için otorite sahibi olan devlet mekanizmalarını harekete geçirmek, neo-liberalizmin en bilinen uygulamaları oldu. Thatcher’ın partisi tek önemli şey para olduğu varsayımı ile hareket ederken bugünkü endüstriyel futbolun temellerini attı. Avrupa Topluluğu Adalet Mahkemesi’nin 1955 yılında aldığı, Bosman kararı olarak bilinen ve Avrupa Birliği profesyonel ve amatör sporcularının serbest dolaşım hakkını tanıyan karar, endüstriyel futbolun ikinci önemli temelini oluşturdu.[20]
Bugünkü tablo şöyle: Futbol özelleştirildi. Sektör, büyük sermaye gruplarının ve iktidar odaklarının eline geçti. Ciddi anlamda eşitsizlikler söz konusu. Borsa spekülasyonları cabası. Üçüncü dünyadan gelen işgücü sömürülüyor. Hızla kazanılar servetler ortaya çıkmış durumda.
İlker Aktütün, taraftar-seyirci karşıtlığından bahsediyor.[21] Seyirci karşılıksız sevgisini sunmak, sosyalleşmek için tribüne gider endüstriyel futbol içinse “karşılıksız” hiçbir şey olamaz diyor. İngiltere’den başlayarak pek çok ülkede çıkartılan sporda şiddeti önleme yasaları “holiganizm”e karşı savaş görüntüsü altında yaratılmak istenen yeni “müşteri-seyirci” tipinin altyapısını hazırlamak için kullanılıyor. Yüksek bilet fiyatları, statların oyun alanları olarak değil, işyeri merkezi gibi kullanılması bu süreci hızla derinleştiriyor. Bugün futbol statlarında yaşanılan en büyük gerilimin ise futbol oyununa “ruhunu” veren taraftar kimliği ile yeni dönemin yaratmaya çalıştığı neo-liberal politikaların aynı zamanda taşııyıcısı olan müşteri-seyirci kimliği arasında olduğunu söylemek mümkün.[22]
Yani endüstriyel futbol holiganizmin asli üreticisi konumunda. Kapitalizmi sahada adeta yeniden üretiyor. Astronomik transfer ücretleri alan “yıldızlar” ile ekmek parasına top peşinde koşan işçi futbolcular bunun en önemli örneklerinden. Sınıf ilişkilerini ise; sezonluk kombine biletlere, kale arkası tribünlere, özel localara, numaralı koltuklara, LCD ekranda şifreli kanallara baktığımızda görebiliyoruz.
90 dakika boyunca yeşil çim sahada oynanan kimin oyunudur? Tabii ki kapitalizmin. Vahşi doğanın oyunudur. Biz 22 adamın bir meşin topun peşinden koştuğunu görürüz. Burada sınıf atlama mücadelesinde tepinen, çırpınan emekçi futbolcular da görürüz elbette. Yıldızlar görürüz ama en çok. Bir de oyun oynamak yerine kendini pazara sunan, uslu, beyaz yakalılar. Ama asıl maç yeşil sahanın altında. Ya da nerede kulislerde, localarda? Ahlaksız dünyanın ahlaksızlaştırılmış bir oyunu bugün futbol. Üstelik buram buram da erkektir. Erkek kokar. Kadını içine almaz.[23] Bazı oyuncular kendini paralarken onları tüketir, onlar daha çim sahada tepinirken biletleri iki laf arasında kesilir. Milyonlar, milyonlar böyle çoşkun masumluklarıyla kendilerinden geçercesine bu güzel spor oyununu izler. Medeniyetler çatışır. Küreler daha bir selleşir. Şikeler dava olur, kimbilir kim ölür kim kalır? Sonra… Sonra… Akşam olur, çocuklar ödev yapar, kadınlar meyva soyar, erkekler izler… Erkekler maç izler! Dünya döner.
Unutmadan ekleyelim, belki başka zaman başka bir yazımızda Başka Haber’de ya da bir yerlerde bu bahsettiğimiz üç ana kritiğin yanında futbolun birleştiriciliğinden, saf ve iyiniyetli yanından, devrimci ruhundan bahsederiz. Ama öncelikli olarak böyle bir kritikle başlamayı uygun gördük. Futbola anlam vermiş Lilian Thuram’ın bir sözüyle başladık Zidane’nın unutulmaz veda videosuyla veda edelim.
[1] Lilian Thuram
[2] Bourdieu, P. ve Wacquant L.J.D., An Invitation to Reflexive Sociology, Chicago ve Londra University of Chicago Press, 1992.
[3] “İbne hakem”: Baba metafori ile özdeşleştirilen hakemler her baba gibi daima haksızdır. Taraftar her zaman hakemi suçlar ve ona “ibne hakem” diye seslenir.
[4] Candansayar, S., Cogito, “Futbol, delinin aşkı”, Sayı: 63, 2010.
[5] Candansayar, S., Cogito, “Futbol, delinin aşkı”, Sayı: 63, 2010, sf.84.
[6] Tanıl Bora, “Türkiye’de Futbol ve Milliyetçilik”, Türkiye’de Sivil toplum ve Milliyetçilik içinde, İletişim Yayınları, 2001, s. 559.
[7] Kıvanç Koçak, “Milliyetçiliğin Bir Av Sahası: Futbol”, Cogito, sayı: 63, 2010, sf: 29.
[8] Emre Gökalp, “Medya ve Spor ya da Spor/Futbol Medyası”, Toplum ve Bilim 103, s. 122.
[9] Kıvanç Koçak, “Milliyetçiliğin Bir Av Sahası: Futbol”, Cogito, sayı: 63, 2010, sf: 39.
[10] http://spor.milliyet.com.tr/diyarbakir-cekiliyor-mu-/spor/sondakika/28.09.2009/1143877/default.htm?PAGE=2
[11] Kıvanç Koçak, “Milliyetçiliğin Bir Av Sahası: Futbol”, Cogito, sayı: 63, 2010, sf: 41.
[12] Necmi Erdoğan, “Popüler Futbol Kültürü ve Milliyetçilik”, Birikim 49.
[13] http://tr.wikipedia.org/wiki/Zenne_(film)
[14] Robert Connell
[15] Matthew Gutmann
[16] Free, Marcus ve John Hughson, “Settling Accounts with Hooligans: Gender Blindness in Football Supporter Subculture Research”, Men and Masculinities, S. 6, 2003, s. 136-155.
[17] Hande Birkalan-Gedik, “Futbolun Cinsiyeti, Futbolun Cinselliği”, Cogito, sayı: 63, 2010, sf. 145.
[18] http://spor.mynet.com/haber/turkiye-bir-ilki-yasadi-galeri/40800
[19] Burada yazar tamamen duygusal bir çoşkuyla ahkam kesmektedir. Belki de bu kadınlar gerçekten bu estetik olmayan kıran kırana mücadeleyi, eze eze kazanılan, vura kıra, söze saya oynanan oyunu izliyor olmaktan çok mesuttur.
[20] İlker Aktütün, “Futbolun Siyasi Tarihine Kenar Notları”, Cogito, sayı: 63, 2010, sf: 23-24.
[21] İlker Aktütün, “Futbolun Siyasi Tarihine Kenar Notları”, Cogito, sayı: 63, 2010, sf: 24.
[22] İlker Aktütün, “Futbolun Siyasi Tarihine Kenar Notları”, Cogito, sayı: 63, 2010, sf: 24.
[23] Tribünde kadınlar görüyoruz evet ama hangi kadın tek başına stadyuma maç izlemeyegidebilir? Holigan olmadan, bir aidiyet aramadan, maç izlemek için. Nemümkün!
http://baskahaber.blogspot.com/2012/02/erkeklige-iyi-asist-futbol.html