yazılariktibasFoti Benlisoy: “Adeta Laboratuvarlarda Üretilmiş Devrim Beklentisindeyiz”
yazarın tüm yazıları:

Foti Benlisoy: “Adeta Laboratuvarlarda Üretilmiş Devrim Beklentisindeyiz”

Yeniçağ podcastını dinleyin

Özellikle son dönemlerde dünyanın dört bir yanında devrim dalgaları yayılıyor. Ceketini alıp sokağa çıkan kitleler yeni bir tarihin yazım sürecinde özneleşirken birileri onları ajanlıkla suçluyor diğerleriyse onlara devrimcilik atfediyor. Tüm bu kafa karışıklığı ve siyasal belirsizliklerin arasında Fransa ve Yunanistan’dan, Arap Devrimi, ‘The Occupy’ Hareketleri ve Kürt İsyanına 21. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası isimli kitabı vesilesiyle Foti Benlisoy’la dünyayı saran dalgayı Sarphan Uzunoğlu http://www.jiyan.org için konuştu.

 

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, neredeyse toplumsal hareketlenmelerin nitelikleri için hakem heyetleri kurulacak, onay alamayan halk hareketleri de ajan muamelesine maruz kalacak. Sahiden, dünyada ne oluyor? Herkes gözünü Arap dünyasına çevirmiş olsa da Yunanistan’dan başlayalım. Sahi, ne oldu da bir AB ülkesinde halk sokaklara döküldü hatta parlamentoyu AB dayatmalarına karşı kuşattı?

Haklısın. Sanki toplumsal mücadeleleri elde mezura kendi ölçü ve beğenilerimize münasip olan ve olmayanlar olarak sınıflandırıyoruz. Oysa mücadele ve direnişler kendi beklenti ve öngörülerimize tam olarak uygun bir biçimde gelişmiyorlar. Zaten hiçbir zaman öyle bir şey söz konusu olmadı. Bugün neredeyse huşuyla andığımız çoğu büyük kitle mücadelesi, sosyalist hareketi şaşkınlığa uğratan bir biçimde aniden ve beklenmedik şekillerde ortaya çıkmış, bu ‘vakitsizliğiyle’ ve hesaba kitaba gelmezliğiyle de bazen sosyalist ‘önderlikleri’ huzursuz etmiştir. Kitlelerin tarihi yapan failler olarak sahneye çıktığı her durum doğası itibariyle alışıla geldik biçimiyle siyasetin kural ve kaidelerini sarsıntıya uğratır. ‘Sıradan’ insanların daha öncesinde kendilerine şu ya da bu şekilde kapatılmış siyaset alanını kitlesel bir biçimde işgal etmeleri tarihin durağan seyrini sarsan, onu infilak ettiren bir faktördür. Böylesi patlamalarla karşı karşıya olduğumuz aşikârken biz adeta laboratuvar koşullarında üretilmiş steril ve saf devrimler, ayaklanmalar ve kitle mücadeleleri beklentisi içerisindeyiz. Oysa Lenin’in zamanında dediği üzere, devrimi bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevziiye girerek ‘biz sosyalizmden yanayız’ ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak ‘biz emperyalizmden yanayız’ diyeceği netlikte ya da arılıkta bir durum olarak görmek saçma olur. Lenin, “saf bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir” derken kuşkusuz haklıydı. Dolayısıyla mezurayla, cetvelle kitle mücadelelerinin kalıbımıza uygun olup olmadığını ölçme telaşından sıyrılıp evvela karşı karşıya olduğumuz mücadeleleri anlamaya çalışmalıyız. 
Yunanistan’a gelince… Geçen sene ekonomi ciddi oranda küçüldü ve benzer bir durum bu sene de söz konusu olacak gibi görünüyor. 11 milyonluk bir ülkede 1.5 milyon işsizden bahsediliyor. Ücretler ve sosyal ödentilerde %20’lere, 25’lere varan kesintiler söz konusu. Basit bir resesyonla değil, ancak 1930’larla karşılaştırılabilecek derin bir iktisadi-sosyal buhranla karşı karşıyayız. Yunanistan daha once üçüncü dünya ülkelerinin başına musallat olan tipte bir borç tuzağıyla karşı karşıya. Bu ülkelerde (mesela Latin Amerika’da 1980’li yılların ortalarında) olduğu gibi borç krizi sermayenin neoliberalizmi derinleştirdiği bir saldırı evresini gündeme getiriyor. Ancak Yunan vakasını ‘özel’ kılan krizin derinliği ve toplumsal dokuyu lime lime eden etkileri değil sadece. AB üyesi bir dizi ülkede kriz vesilesiyle emekçilerin yaşam standardını, muhtemelen İkinci Dünya Savaşı sonrasında görülmemiş bir hız ve şiddetle düşürecek topyekûn bir saldırı söz konusu. Yunanistan ise emeğin maliyetini ve toplumsal ve çevresel standartları düşürmeye dönük bu sınıf taarruzunun, sermayenin ‘yukarıdan’ yürüttüğü bu sınıf savaşının Avrupa’daki ön cephesi adeta. Yunanistan’da ülkenin iktisadi-sosyal yaşamını büyük ölçüde değiştirecek, ‘Latin Amerika tipi’ neoliberalizmi kıtaya taşıyacak yapısal uyum programları ahalinin büyük bir tepkisiyle karşı karşıya. Son iki yıldır bir süreklileşmiş, ‘düşük yoğunluklu’ bir ayaklanma haliyle karşı karşıyayız. 2009 seçimlerinden itibaren ülkede tam 17 tane genel grev yaşanmış olduğunu hatırlamak, bu ülkede, hiç değilse Aralık 2008 gençlik ayaklanmasından beri nasıl bir mücadele deneyimi birilkiminin oluşmuş olduğunu vurgulamak açısından belki yeterli. Son olarak Dimitris Hristulis’in bir tepki eylemi olarak intiharı, yeni bir eylemler zincirini tetikledi. Önce Papandreu, sonra da ‘teknokrat’ Papadimos hükümetlerini yönetemez, AB-IMF patentli yapısal uyum programlarını uygulayamaz kılan da işte ahalinin bu tepkisi, emekçilerin giderek yaygınlaşan, gündelikleşen direnişinin etkisi. Yunanistan’daki durumu bir ‘organik kriz’ olarak tarif etmek mümkün: Hâkim sınıf eskisi gibi yönetemiyor, eskinin toplumsal ve siyasal temsil mekanizmaları işlevsiz kalıyor, geçersizleşiyor. Yani hiç değilse 1974’ten, Albaylar Cuntası’nın çözülmesinden itibaren geçerli olmuş parlamenter sistemin kurum, kural ve teamülleri, siyasal krizin boyutları karşısında tarumar oluyor. Önümüzde, AB teknokrasisinin ertelemeye, hatta mümkün olsa birkaç yıllığına hiç yaptırmamaya kararlı olduğu parlamento seçimleri var. Papadimos hükümeti, istemese de, toplumsal tepkiler karşısında seçimlere gitmek durumunda kalacak. Kamuoyu yoklamalarına gore iki merkez partinin, yani PASOK ve Yeni Demokrasi’nin toplam oyları % 40 civarında. PASOK’un solunun oyları ise yine %40’ yakın görünüyor (buna merkez solda PASOK’un yerine aday Demokratik Sol da dahil). Elbette böylesi kapsamlı bir iktisadi-siyasi kriz karşısında, neredeyse bir ön devrimci durum yaşanırken, seçimler devrimci sol açısından gerçekçi ya da sağlıklı bir ölçü olmayabilir. Ancak siyasal merkezin nasıl berhava olduğunu ortaya koymak açısından bu göstergeler çok etkili. Fakat devrimci bir dönüşümün eli kulağında olduğu bir durumla da karşı karşıya değiliz. Halk hareketinin, işçi sınıfının uzun soluklu direnişine rağmen burjuvazinin siyasal inisiyatifi elinden alınmış değil. AB’siyle, IMF’siyle, yerli sermayesiyle ‘düzen partisi’ hâlâ saldırı pozisyonunda. Ancak şunu unutmayalım: Yunanistan’da aşağıdan gelişen direnişin elde edeceği kısmi bir kazanım dahi Avrupa’da yaşanan ve yoğunlaşan toplumsal mücadelelere muazzam bir itki sağlayacaktır. Bugün Avrupa’da kriz, son örneğini İspanya’daki büyük genel grevde gördüğümüz şekilde ciddi kitle mücadelelerinin açığa çıkmasına neden oluyor. Yunan cephesinde, yani sermaye taarruzunun en belirgin biçimde açığa çıktığı ön saflarda kısmi de olsa bir başarı kıta ölçeğinde sınıflar arası güç dengesinde emek lehine ciddi bir kayma teşkil edecektir. O nedenle devam edegelen Yunan direnişi hepimizin meselesi, hepimizin davasıdır.

Geçtiğimiz aylarda katıldığın bir panelde Yunanistan’da meydana gelen ayaklanma ile Arap Dünyası’nda meydana gelen ayaklanmayı bir arada okumamız gerektiğine dair bir söylemin vardı. Elbette Arap devrimleri dediğimizde biraz fazla genelleme oluyor olabilir, farklı ülkelerde durum farklı şekilde cereyan etti; ancak tüm bu ayaklanmaları nasıl bir arada okuyacağız?

O toplantının yapıldığı gün aynı anda hem Atina’da hem Kahire’de genel grev vardı. Biraz da bu tesadüften istifade Atina ile Kahire’yi beraber düşünmek, bunları aynı mücadeleler dalgasının parçaları olarak düşünmek gerekir minvalinde bir şey söylemiştim. Ulusal ve bölgesel bağlamlar elbette önemli, her spesifik bağlamda karşımıza farklı bir siyasal-sosyal güçler dengesi çıkıyor. Ancak geçtiğimiz bir küsür yılda karşılaştığımız bir dizi büyük kitle mücadelesi, birbiriyle ilişkisiz steril fanuslarda da cereyan etmiyor. Konjonktürel değil yapısal karakterde olan ve üstelik ekolojik krizle bütünleşen kapitalist kriz uluslararası bağlamda siyasal gelişmelerin ardalanını teşkil ediyor. Kapitalist kriz hemen bütün dünyada mevcut siyasal mimariyi kırılganlaştırıyor ve toplumsal mücadele ve direnişlere yeni alanlar açıyor. Daha düne kadar sarsılmaz görünen neoliberal mutabakatta hiç değilse ideolojik ve moral manada ciddi gedikler açılmakta olduğu açık. 1999’da Seattle eylemleriyle görünürlük kazanan alternatif küreselleşme hareketinin sönümlenmesinin ardından, bu kez kapitalist kriz bağlamında ve üstelik ayağını yerel mücadele ve direnişlere çok daha sağlam basan bir yeni ‘dalga’ söz konusu denilebilir. Ben Arap devrimci sürecini, emperyalist bir tasarımın mekanik bir ürünü olarak değil de işte bu yeni ‘dalganın’ bir parçası olarak görüyorum. Aslında Çin’de topraklarının özelleştirilmesine karşı mücadele eden Wukan köylüleri de özelleştirmelere karşı çıkan Hırvat gençleri ya da neoliberal yapısal uyum programlarına direnen Yunan yahut İspanyol emekçileri de bunu böyle görüyor olacaklar ki mücadelelerinde Arap ayaklanmalarına (özellikle Mısır ve Tunus’a) olumlu referanslarda bulunuyor, bu örneklere esin verici kaynaklar olarak işaret ediyorlar. Son bir yıl özellikle Tunus ve Mısır devrimlerinin dünyanın dört bir yanında gelişen çeşitli mücadeleler açısından nasıl bir ilham kaynağı olduğu düşünüldüğünde, Arap devrimci sürecinin ezilenlerin tarihini hiç değilse hızlandıran bir katalizör işlevi gördüğünü söyleyebilmek mümkün. Bilhassa Tunus ve Mısır örnekleri, yani kitlesel mücadelelerin otoriter rejimleri devirmesi ya da zorlaması, hiç değilse son yirmi yılda yaşanan bir dizi yenilginin toplumsal mücadelelerin dönüştürücü gücüne, kitlelerin aşağıdan basıncının kazanımlarla taçlanabileceğine dair inancın hayli örselendiği bir devirde tesirli oldu. Yani bu mücadeleler, dünyanın değişik coğrafyalarında mücadele eden, direnen ‘sıradan insanlara’ kolektif eylemlerine dair özgüven kazandıran olumlu timsaller olarak algılandı. Bizde bu hususun hiç görülmüyor, anlaşılmıyor oluşuna insane şaşırmadan edemiyor. Bizim dışımızda gelişen mücadelelere bu kadar yabancıyız işte…

Şunu da eklemek gerek: Arap ayaklanmaları, son otuz yıldır uygulanan neoliberal siyasetlerin bölgedeki otoriter rejimlerin altını nasıl oymuş olduğunun, dahası bilhassa kriz bağlamında mevcut siyasal mimarinin ne ölçüde kırılgan hale geldiğinin bir ifadesiydi. Tunus’ta, Mısır’da kitlelerin demokratik haklarla beraber sosyal adalet taleplerini kendiliğinden bir biçimde harmanlamaları bir tesadüf değil, otoriterizme itirazın toplumsal kaynakların yağma edilmesine dayalı mevcut iktisadi-sosyal modele itirazı da ister istemez gündeme getirmesinin sonucuydu. Arap devrimci sürecini değerlendirirken bu coğrafyanın neoliberal siyasetlerin hayata geçirilmesinin erken bir örneğini teşkil ettiğini unutmamak gerek. Bölgede neoliberalizmin kökenleri Enver Sedat’ın 1970′lerin ortalarında uygulamaya soktuğu ve Nasır dönemi devletçiliğinden keskin bir kopuşu ifade eden infıtah (açıklık) politikalarına kadar geri götürülebilir. Bölgedeki ayaklanma ve halk hareketlerini tartışırken neoliberalizmin bu coğrafyadaki ‘köklü’ tarihinin yarattığı sonuçları akılda tutmakta yarar var. Dolayısıyla evet, Arap coğrafyasında yaşananları dünyanın geri kalanından ayrıksı, kendine özgü, sui generis bir siyasal coğrafyanın tezahürü olarak görmüyorum. Bölgesel ve ulusal bağlam elbette önemli; ancak bu bölgede yaşanan ve kitleleri tarihin sahnesine taşıyan devrimci süreci dünya çapındaki bir yeni mücadele dalgasının bir işareti ve parçası sayıyorum.

“İşgal et” hareketi ise paçasını kurtardığını düşünen batılı toplumlar açısından uyandırıcı etkiye sahipti sanırım. Bu hareketin bir provası da Starbucks Şenliği adı altında Türkiye’de gerçekleşti. Arap Devrimi’ne ilişkin görüşlerine dair eleştiriler üzerine şunu yazdın: “Şu son bir senede sadece Mısır’da gerçekleşen (maalesef eşi şimdilik bizim memlekette bulunmayan) büyük kitle mücadelelerinden, meydanlara kamp kurmaktan polis karakolu kuşatmaya, sayısız grevden okul işgallerine onca direnişten öğrenebileceğimiz hiçbir şey yok mu?” Foti Benlisoy, Mısır Devrimi’nden eylem pratiğinden örgütlenmeye neler öğrendi?

Mesele elbette hepimizin önümüzdeki mücadeleler açısından bu deneyimlerden neler öğrenebileceğimiz, nasıl çıkarsamalarda bulunabileceğimiz. Memleket haricindeki kitle direniş ve mücadelelerine aslında daima bu gözlerle yakşlaşmak enternasyonal bir devrimciliğin esbab-ı mucibelerindendir zaten. Mısır hususunda hemen aklıma gelen birkaç örneği vereyim: Tunus ve Mısır deneyimleri, neoliberal otoriterizme karşı mücadelede yeni bir sosyal-siyasal aktörün öncü bir pozisyon elde ettiğini ortaya koyuyor. İki ülkede de ayaklanmaların seferber edici gücü işsizliğe, geleceksizliğe mahkûm edilmiş belli bir eğitim seviyesinde olan gençlik kesimleriydi. Tunus’ta diktatörlüğü deviren bu gençlere ‘hittistes’ deniyor. Duvara sırtını vermiş şekilde boş duran anlamında, Fransızca-Arapça karışımı bir argo sözcük bu. Kendini ateşe veren Muhammed Buazzizi bu gençlerin sembolü haline geldi. Mısır’da ise bu gençlerin muadillerine ‘shabab atileen’, yani işsiz-atıl gençler deniyor. Ayaklanmalar sırasında en önde yer alan bu sosyal aktörün ‘geri kalmış’ Mısır ve Tunus’a özgü olduğunu sanmak ciddi bir yanılgı olur. Aslında Fransa’daki banliyö ayaklanmalarından Yunanistan’da Aralık 2008’deki gençlik isyanına bu sosyal aktörün, yani farklı derecelerde de olsa hayal kırıklığının, geleceksizliğin pençesindeki gençliğin eylemlerine çok farklı tarihsel ve coğrafi bağlamlarda rastlamak mümkün. Daha çok küçük yaşlardan itibaren işsiz kalma korkusu yaşayan, emek piyasasının basıncına maruz kalan, okul bitirse, yüksek lisans ya da doktora yapsa bile işsiz kalabileceğini, ya da daha ‘iyi’ ihtimalle ancak sigortasız, güvencesiz, ‘esnek’ bir işte veya işlerde çalışabileceğini bilen, gören, yaşayan gençler bunlar. Ağzıyla kuş tutsa babasının emekli olduğu yaşta emekli olamayacağını, annesinin istifade ettiği sosyal güvenlik hizmetlerinden yararlanamayacağını fark eden gençler ve onların çok farklı bağlamlardaki eylem ve direnişleri söz konusu. Yani ne ‘hittistes’ ne de Mısırlı ‘atıl gençler’ yalnızlar. Britanya’da bu gençlere eğitim ya da çalışma hayatı arasında kalmış olmak anlamında NEETs deniyor (not in education, employment, or training). Japonya’da adları ‘freeters’: İngilizce ‘freelance’ sözcüğüyle Almanca işçi anlamına gelen ‘arbeiter’ kelimelerinin bir karışımı. Yunanistan’da kriz öncesinde ‘600 euro kuşağı’ derlerdi; İspanya’da ise ayda 1.000 euro’nun altında kazananlar anlamında ‘mileuristas’ tabiri kullanılıyor. ABD’de iş bulamadıkları için yükseköğrenim sonrası aile evlerine geri dönmek durumunda kalan gençlere ‘boomerang’ sıfatı yakıştırılıyor. Çin’de ise yeni mezun olmuş ve güvenceli ve iyi bir işe sahip olamadıklarından büyük şehirlerde çok sayıda arkadaşlarıyla beraber yaşamak durumunda kalan gençler ‘karınca kabilesi’ olarak anılıyor. Kısacası neoliberal esnek-güvencesiz istihdam formlarının, eğitimin ticarileştirilmesi süreçlerinin ve yapısallaşan işsizliğin kurbanları olan bu gençler, bir dizi farklı coğrafyada faile dönüşüyor ve radikal toplumsal hareketler içerisinde ciddi bir konum elde ediyor. Son yıllarda dünya ölçeğinde gelişen bir dizi mücadele içerisinde emek piyasasının esnekleşmesi-eğitimin ticarileşmesi-işsizliğin yapısallaşması kurbanı genç kuşağı görüyoruz. Tunus ve Mısır, esas itibariyle birer gençlik ayaklanması olarak bu gözlemi teyid ediyorlardı. Dolayısıyla günümüzde Türkiye’deki gençlik muhalefetini tartışırken de neoliberal bağlamda emek piyasasındaki gelişmelerle öğrencilik hallerindeki değişimi birarada düşünmek gerekiyor aslında.

Bir başka örnek vereyim: Çoğu zaman bilhassa Tunus ve Mısır’daki devrim süreçlerinin en büyük zaafı olarak öne sürülen bir siyasal alternatifin yokluğu, yani siyasal planda ayaklanmaların daha da radikalleşmesine hizmet edecek siyasal partilerin veya örgütlerin eksikliği meselesi dahi aslında dünya çapında yaşanan bir sorun değil mi? 2001 sonrası Arjantin’den son yıllarda çok ciddi mücadelelerin yaşandığı Fransa ve Yunanistan gibi ülkelere, sorun daima toplumsal mücadelelerin yükselen düzeyiyle siyasal planda bu mücadelelerle etkileşim içerisinde olacak siyasal örgütlerin eksikliği ya da zayıflığı değil mi? Yani yükselen toplumsal mücadelelerin yarattığı yeni ihtiyaçlara karşılık verecek siyasal örgütlerin eksikliği Tunus ya da Mısır’a özgü olmaktan ziyade dünya çapında toplumsal muhalefeti karakterize eden ve elbet tartışılmaya muhtaç bir durum. Bu ülkelerdeki süreci devrimci/radikal sol güçlü değil diye baştan mahkûm etmekten ziyade, bu durumun içerisinde bulunduğumuz siyasal konjoktürün temel bir belirleyeninin, yani toplumsal mücadelelerle bunların siyasal karşılığı arasındaki ciddi senkronizasyon sorununun bir başka örneği olarak görmek gerekiyor.

Keza bu deneyimler, Fransız devriminin önemli figürlerinden Saint-Just’ün “yarım devrim yapanlar kendi mezarlarını kazarlar” mealindeki sözlerini yeniden aklımıza getiriyor. Yani devrimci süreçler eğer sadece eski rejimlerin başını iktidardan indirip birkaç liberal vitrin düzenlemesiyle sınırlı kalırlarsa devrimci kabarışın geri çekilişinin ardından düzen partisi, bu kez daha azgın bir biçimde halk hareketinin kazanımlarına saldıracaktır. Mısır bunun açık bir örneği. Devrimi radikalleştirecek, onu ‘sürekli’ kılabilecek mücadeleler devam etse de bir dizi nedenle süreç ‘yarım’ kaldı, kalınca da karşı devrim şu ya da bu biçimde, yani emperyalist manipülasyonlarla, Yüksek Askeri Konsey’le, Müslüman Kardeşlerle, Selefilerle başını kaldırarak halk hareketini ezmeye yöneldi, yöneliyor.

Son olarak Tahrir Meydanı’nda cisimleşen kamu alanlarının zapt edilmesi, aşağıdakiler lehine işgal edilmesi de İsrail’den ABD, İspanya ve Yunanistan’a bir dizi harekete özgü ortak bir taktik yönelim haline geldi. Kamu alanlarının metalaşması ve parçalanması süreçlerine karşı bu alanların yeniden temellük edilip neoliberal otoriteryanizme karşı mücadelenin alanları hale getirilmesi fikri Tahrir sayesinde dünyanın dört bir yanında etkili oldu. Bu süreçte Tahrir, Mısır’ın çok çok ötesinde bir sembolik güce ulaştı ve uluslararası bir eylem biçiminin adı haline geldi. Bizde de kampüslerin mutenalaştırılmasına, sermaye hakimiyetindeki steril mekânlara dönüştürülmesine, üniversite topoğrafyasının AVM’leşterilmesine karşı mekâna orada yaşayan ve üretenler adına el koyma biçimiyle Starbucks işgalinde Tahrir’in izlerini gördük elbette.

“Jeostratejinin soğuk ve mesafeli aklı ne vakit biz solcuları da teslim aldı?” demiştin. Sahiden, sokak hareketi ile araya konan bu mesafe neden? KESK eylemi, Newroz derken Türkiye’deki sosyal hareketlerin tamamında heyecan duyan, Hopa’daki direniş gibi anlamlı hareketlenmelerle güven kazanan sol hareket neden kendisi dışında gelişen her şeye karşı bu kadar şüpheci bir tutum sergiliyor?

Hayır, sokak eylemlerine konan bir mesafe yok. Sadece Türkiye sosyalist hareketinin önemli bölümü, enternasyonalizmi soyut ve genel bir sempati ya da duygudaşlık meselesinden ibaret sayıyor maalesef. Yani uluslararası mücadele süreçlerinden bir dizi çıkarımda bulunmaya, stratejik sonuçlar çıkartmaya dönük bütünlüklü bir faaliyet yürütülmüyor. Sanki memleket hududu haricindeki mücadelelerle dahildeki mücadeleler arasında bir Çin seddi varmış gibi davranıyoruz. Bunlar arasındaki etkileşim üzerine düşünmüyoruz. Dışarıdaki toplumsal mücadeleleri, bunlardan politik çıkarsamalarda bulunmak üzere değil, adeta bir gazetecinin ‘objektif’ ve pasif gözüyle ele alıyoruz. Bununla bağlantılı olarak da enternasyonalizmi ortak sorunlar etrafında ortak örgütlenme ve dayanışma olarak, yani somut bir mesele olarak görmüyoruz. Görmeyince de kendi eylemimizle büyüleniyor, sanki devrimcilik sadece bizimle, Misak-ı Milli sınırlarıyla ilgili bir meseleymiş gibi davranıyoruz.

Anti-emperyalizm ve anti-Kapitalizm üzerine tartışmalar sürüp gidiyor. Sence emperyalizm söylemi sahiden ulusalcılara mı ait bir söylem; yahut anti-emperyalist bir mücadele anti-kapitalist olmak zorunda mıdır?

Son zamanlarda sosyalist kesimlerde antiemperyalizm (bazıları buna yurtseverlik meselesini de ekliyor) vurgusu öne çıkıyor. Bunda tek başına bir sorun yok elbette. Ancak kapitalist küreselleşmenin karşısına çıkartılan ‘antiemperyalizm’ söyleminin çoğu zaman emperyalizm konusunda yaygın bir yanlış anlayıştan hareket etmesi bazı hususları hatırlatmayı kaçınılmaz kılıyor. Bu yaygın yanlışlığa göre emperyalizm sanki bazı bölgelerin dışında olan ve onlara ‘dışardan’ dayatılan bir şeydir. Buna göre emperyalizm, milli bünyeye dışardan saldıran yabancı bir güçtür. Antikapitalist vurgusu hayli zayıf olan bu anlayış, toplumsal sınıfları ve sınıf mücadelesini esas almaz; onun öznesi ezen ve ezilen uluslardır. Bu bağlamda, emperyalistler ve onların yerli uzantılarınca ‘ulusal sömürüye’ tabi tutulan ‘ulusumuz’ neredeyse doğası itibariyle antiemperyalisttir. Oysa emperyalizm, dış mihraklarca dayatılan dışsal bir hâkimiyet biçimi olmaktan ziyade her kapitalist toplumsal formasyona zaten içkindir. Kapitalizm-emperyalizmin her kapitalist toplumsal formasyonda mevcut ortak yapısal unsurları vardır ve bu anlamda her kapitalist ülke emperyalist zincirin bir ‘halkasıdır’. Herhangi bir kapitalist ülke emperyalistlere kölece boyun eğen ‘işbirlikçiler’ tarafından yönetildiği için değil, emperyalist sistemin doğrudan bir parçası olduğu için bu ilişki içseldir.

Çoğu kez ima edilenin aksine, emperyalizm kapitalizmin bir boyutu ya da üstyapısal bir biçimi değildir. Kapitalizmi ‘tamamlayan’ bir gerçeklik de değildir. Emperyalizm, kapitalist dünya hâkimiyetinin askeri ve siyasi mekanizmalarından ibaret de değildir. Emperyalizm, gelişiminin belirli bir aşamasındaki kapitalizmden başka bir şey değildir. Lenin’in kapitalist üretim tarzının özgül bir aşaması olarak emperyalizm analizi, sermaye birikiminin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, sermaye ihracı, tekelleşme gibi iktisadi-toplumsal süreçleri esas alır. Yani dikkat edilmesi gereken husus, emperyalizmin sermaye ilişkilerinin dünya çapında yaygınlaşması, sermaye ilişkilerinin bütün dünyada içselleşmesi sürecine denk düştüğüdür. Dolayısıyla emperyalizm ile azgelişmiş ülkeler ya da ‘mazlum milletleri’ iki karşıt kutupmuşçasına birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Emperyalizm hiyerarşik bir dünya sistemidir; ancak öğeleri arasında yer değiştirmeler her zaman mümkündür. Kalıcı olan sistemin hiyerarşik ve eşitsiz doğasıdır.

Dolayısıyla antiemperyalizm, sermaye birikiminin koşullarını uluslararası ölçekte güvence altına alan küresel hegemon güçün (ABD’nin) emperyal siyasetlerine (savaşlar, müdahaleler, işgaller) direnmekten ibaret bir mesele değildir. Bu boyutu da elbette ihtiva etmekle birlikte antikapitalist boyutu açık bir mücadeledir. Dahası antiemperyalizm, yurtseverlerin dış mihraklara ve onun yerli uzantılarına ya da emperyalizmin uşaklarına karşı verdikleri bir mücadelenin, yani bir nevi vatan müdafaasının adı hiç değildir. Antiemperyalizm, küresel ölçekteki sömürü ve tahakküm ilişkilerine ve bu ilişkilerin bir ‘halkası’ olan ulusal kapitalizme karşı verilen mücadeledir. Burada önemli olan, dış güçlerin komplolarına direnmek şeklinde kavranan antiemperyalizm biçiminin, sahici bir enternasyonalist içeriğe sahip olmadığı zaman rahatlıkla bir tür ‘sol milliyetçiliğe’ dönüşüvermesidir. 
Sosyalizmin kurtuluşçu iddiası ulusal sınırlara ve ulusal çıkarlara, yani esasında hâkim sınıfların çıkarlarına tabi kılınınca ezilenlerin düşmanının önce kendi ülkelerinde olduğunu reddedilmiş olur. Böylece sahici bir antiemperyalizmin antikapitalist içeriği boşaltılır. Emperyalizme bağımlı ‘çarpık’ kapitalistleşmenin karşısına bağımlı olmayan, bağımsızlıkçı ve kalkınmacı bir kapitalizm, ‘işbirlikçi’ ve ‘komprador’ burjuvazinin karşısına ise ‘ulusal’ burjuvazi konulur. Hâkim sınıflar ya da ordu içerisinde işbirlikçi olmayan kanatlar keşfedilmeye, daha doğrusu icat edilmeye başlanır. Antiemperyalizmi ulusal çıkarları ve vatanı savunmaya dönük bir yurtseverlik olarak algıladığımız takdirde kendimizi bir gün örneğin Musul ve Kerkük’te ‘yurt savunmasında’, daha doğrusu kendi ‘milli’ emperyalist hayallerimizin peşinde bulmamız işten bile değildir. Osmanlı devletinin emperyalist bir blokun parçası olması hasebiyle yer aldığı Çanakkale Savaşı’nın sol mahfillerde dahi bir ‘antiemperyalist mücadele’ olarak anılması işte bu kafa karışıklığının masum görünen, ama sonuçları vahim olabilecek bir örneğidir. Oysa antiemperyalizm bir sınıf mücadelesi meselesidir; emperyalizme karşı mücadele etmek önce kendi burjuvazimizle cebelleşmek demektir. Daha sonra Rosa Luxemburg ile birlikte katledilecek olan Karl Liebknecht’in Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasına karşı mücadele ederken haykırdığı gibi: “Asıl düşman içtedir!”

 

Tüm bu ayaklanmaların, baharların ve devrimlerin arasında Ortadoğu’daki Kürt hareketine nasıl değerlendiriyorsun?

 

Kürt hareketi onyılların siyasal birikim ve örgütlülüğü, en önemlisi de yaratmış olduğu muazzam kitle seferberliği ve siyasallaşmayla bölgede ayrıksı bir konuma sahip. Dolayısıyla Arap devrimci sürecinin yarattığı siyasal sarsıntılar içerisinde Kürt hareketinin ister istemez belirleyici bir konumu olacak. Önemli olan Arap devrimci sürecinin açığa çıkardığı sokak siyasetinin Kürt sokak siyasetiyle bir biçimiyle bütünleşebilmesi. Yani bölgede ayaklanmaların ortaya çıkardığı ve Müslüman Kardeşler’den ABD’ye düzen güçlerinin soğurmaya çalıştığı kitlesel radikalizmin, demokratik ve sosyal taleplerin Kürt hareketinde bir müttefik bulması. Böylesi bir buluşma, bölge siyasetinin başına musallat olan emperyal vesayet ve müdahaleciliğe karşı ciddi bir tutum oluşturacaktır. Keza böyle bir buluşma, siyasi ayrımların mezhebi ve etnik temelde oluşmasını, yani ‘hizipçi’ ya da ‘sekteryen’ siyaseti berhava etme yönünde önemli bir adım olacaktır. Bölgede cereyan eden halk hareketlerini üç beş günde nihayete erecek geçici patlamalar olarak değil, uzun bir süreç içerisinde etkileri belirginleşecek bir radikalizasyon dalgası olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu uzun dönemli radikalleşme süreci, bir dip akıntısı olarak bölgedeki siyasal gelişmeleri tayin etmeye devam edecek. Bugün bölge ülkelerinde iktidarda kim olursa olsun, aşağıdakilerin, ezilenlerin bu ayaklanmalar sürecinde açığa çıkmış siyasal enerjisinin yarattığı basıncı çok güçlü bir biçimde hissedecek, zorlanacak. Dolayısıyla meseleye konjonktürel hesaplar zaviyesinden değil de bu uzun erimli siyasallaşma sürecinin yaratabileceği devrimci müdahale imkânları açısından yaklaşmak gerekiyor. Kısa vadeli taktiksel bir yaklaşım değil, stratejik bir perspektife ihtiyaç var. Pragmatizmin değil, bu kitle hareketlerinin bölgedeki tüm ezilenler açısından uzun vadeli sonuçlarından hareket etmek gerekiyor. Böylesi bir perspektifle, bu süreçte açığa çıkacak siyasal enerjinin Kürt muhalefetiyle buluşmasının önümüzdeki dönemde kritik bir faktör olacağı kanaatindeyim. Dolayısıyla ‘Arap Baharı’ ile potansiyel bir ‘Kürt Baharı’, birbirine rakip ya da birbiriyle çelişen süreçler olarak değil, birbiriyle paralel gelişen ve birbirini tamamlayan süreçler olarak değerlendirilmeli, öyle anlaşılmalı.

 

Kürdistan topraklarının bulunduğu farklı ülkelerde farklı hareketler var ve bu karmaşık bir siyasi yapıyı yanında getiriyor. Bölge siyasetinin uluslararası etkiye açıklığı Kürt hareketi için avantaj mı dezavantaj mı?

 

Sanırım ikisi birden. Bir dezavantaj; zira bölge siyasetinin uluslararası etkiye ve emperyal müdahalelere açıklığı, burada mücadele eden devrimci akım ve hareketleri jeostratejik çatışmaların bir parçası kılarak ehlileşme riskiyle karşı karşıya bırakıyor. Yani bu hareketler açısından reel siyaset tarafından teslim alınma, bölge siyasetinin akışkan dengelerinin bir parçası olarak radikal iddialarından zaman içerisinde vazgeçme gibi bir tehlike hep oldu. Filistin’in son kırk yılındaki mücadeleler tarihi böyle örneklerle dolu mesela. Ancak bu durum diğer yandan ciddi bir avantaj. Bölgedeki gelişmelerin uluslararası siyasal dengeler açısından daima kritik bir konum işgal etmesi, burada cereyan eden devrimci hareketlere, toplumsal mücadelelere ayrı bir önem kazandırıyor. Yani uluslararası sistemik dengeler açısından kritik bir bölgedeki mücadele ve direnişlerin kendi gerçek güçlerinin ötesinde bir etkiye kavuşmalarına da imkân sağlayabiliyor. Yani bu bölgedeki toplumsal hareket ve direnişlerin uluslararası dengelere etkide bulunma imkânı, ‘bölge’nin özgün konumu itibariyle ciddi boyutlarda olabiliyor. Bu konuyu Kürt hareketiyle ilgili daha spesifik bir hususla kapatayım. Kürt hareketi açısından son on yılda ‘bölge’nin siyasal topografyasında yaşanan ciddi kırılmalar önemli sonuçlar yarattı. En önemli mesele kuşkusuz, Güney Kürdistan’da bir ‘akraba devlet’in oluşması, yani Kürtlerin siyasal varlığının uluslararası çerçevede şu ya da bu biçimiyle tanınırlık kazanmasıydı. Bugün Suriye’de yaşanan gelişmeler, Batı Kürdistan’da da benzer bir sürecin gerçeklik kazanmasını gerçekçi bir ihtimal haline getirmiş durumda. Bu durum, yani bölgedeki dengelerin hızlı bir biçimde değişimi, bir ‘sosyolojik vakıa’ olarak Kürt ulusal kimliğinin inşası sürecini hızlandıran bir katalizatör rolü oynuyor adeta. Dolayısıyla bugün Türkiye’de ve diğer ülkelerde yaşayan Kürtler arasında kendilerini ayrı bir ulusal topluluk olarak hissetmenin, yani ayrı bir ulusal aidiyet hissinin giderek yaygınlaştığı herhalde kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçek. Yani bölgesel gelişmeleri, uluslararası gelişmelerin içerisinde bulunduğumuz bölgede yarattığı tesirleri ele alırken Kürt hareketinin toplumsal ardalanını muazzam ölçüde genişleten bu parametreyi de hesaba katmak gerekiyor.

Yasaklanan Newroz, 6 vekilin vekilliklerinin gasp edilmesi. Kürt Hareketi legal alandan sokağa her alanda iktidarla mücadele halinde. Dünya kamuoyunu bir yana bırakalım, Türkiye sosyalist hareketi neden bu duruma yürüyüşler ve mitingler hariç bir dayanışma gücü eklemekte zorlanıyor?

Bunun çok basit bir nedeni var: Türkiye’de geniş katılımlı bir savaş karşıtı hareketin eksikliğini çekiyoruz. Newroz’da alanlara çıkan kitlelerin taleplerini ‘batıdaki’ kamuoyuna tercüme edip aktaracak ve oluşturacağı kitlesel basınçla savaş aygıtını paralize edecek bir barış hareketine bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Savaş aygıtını işlemez kılmak için bilhassa batı bölgelerinde geniş toplumsal kesimleri seferber edebilecek, uzayıp giden savaşın yarattığı yorgunluk ve huzursuzluğa siyasal ifade kanalları oluşturacak bir hareket inşa etmek gerekiyor. ‘Sen ben bizim oğlan/kız’ solculardan ibaret olmayacak, anlaşılır ve makul bir talepler zemininde daha geniş kesimleri harekete geçirebilecek kapsayıcı bir barış hareketi acil, yakıcı bir ihtiyaç. Toplumun geniş çoğunluğu nezdinde tanınır olacak, kendine has mahalli birimler temelinde örgütlenecek, çoğulcu, demokratik ve bazı siyasal örgütlerin ‘uzantısı’ ya da ‘aparatı’ şeklinde işlemeyecek bir barış hareketi kastettiğim. İşte böyle bir sokak hareketini inşa edemediğimiz için bahsettiğin gelişmelere reaksiyon veremiyor ya da versek de tepkilerimiz anlık, konjonktürle sınırlı etkisiz çıkışlar olarak kalıyor ancak. Sürekliliği olacak, basit ve anlaşılır birkaç talep etrafında örgütlenecek, siyasal parti ve oluşumların bir parçası olduğu, ancak bireysel katılımcıların da söz ve karar sahibi olabileceği kitlesel bir barış hareketini inşa etmekte her geçen gün daha gecikiyoruz. Bu hususta zamanında atılmış kimi adımlar olduysa da gerisi maalesef bir türlü gelmedi, getirilemedi. Oysa böylesi bir hareket, milliyetçiliğe ve devlet terörüne karşı bir savunma mevzii, bir bariyer olarak ciddi işlev görebilecektir. Barışın bizim de meselemiz olduğu, barışın ancak solun birleşik bir savaş karşıtı muhalefet kışkırtabilmesi ve inşa edebilmesiyle gerçek bir seçenek haline gelebileceğini unutmamalıyız. Aslında söylemeye gerek olmamalı ama barış, ara sıra gündeme gelen ‘açılımlara’, devlet katındaki müzakerelere, egemenlerin kaprislerine, hele hele devlet aklına bırakılamayacak kadar ciddi bir iş.

Son olarak şunu sormalı: Arap devrimleri süreci de dahil olmak üzere Türkiye’de “devrim yapmak isteyen” kadrolara hep pasifizm öğütlendi. Gerilla mücadelesi de veren bir hareket var ortada. Her gün Tomalar ve akreplerle saldırı altında olan bir halk var. Kürt hareketinin varlığını koruma amaçlı eylemleri basında hep şiddet olarak geçiyor. Sizce şiddet nedir ve bu şiddet odaklı söylemle Kürt hareketine eleştiri getirmek kimin işine yaramaktadır?

Aslına bakılırsa ben Türkiye’de solda kadrolara ‘pasifizm’ öğütlendiğini düşünmüyorum. Tersine Türkiye sosyalist sol geleneğinde şiddetin yüceltilmesine dayanan yaygın bir ‘silah külah’ edebiyatı ve gerilla romantizmi hâkim olmuştur. Bu romantik edebiyat içinde şiddet estetize edilerek, şiddetin neredeyse gerçek devrimciliğin alamet-i farikası, yani onu reformist, oportünist, revizyonist falan filan soldan ayırdeden en önemli özelliği olduğu düşünülmüştür. Çoğu zaman günümüzdeki siyasal pratikle hemen hiç ilgisi olmayan silahlı öncü eylemleri olabilecek en ‘devrimci’ hareket tarzı olarak görülmüştür. Zamanla, ifrattan tefrite deyimini geçerli kılarcasına, mutlak şiddet karşıtı bir eğilim de doğmuş, ‘nereden gelirse gelsin şiddete karşı olmak’ sloganı etrafında özetlenebilecek bir tutum da sol içerisinde gelişmiştir. Bu son anlayışın solun örgütlü kesimlerindeki etkisi sınırlı oldu; daha ziyade sol fikir dünyası içerisinde güç kazandı.

Zaman zaman etkili birer taktik olsalar da (son bir yılda dünyada gerçekleşen bir dizi mücadelede bunun örnekleri çoktu) şiddet dışı ‘pasif’ direniş yöntemlerinin radikal bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirmek için yeterli olacağı fikrinde olmadığımı peşinen belirtmeliyim. Şiddetin doğrudanlığı ve aciliyetinin toplumsal mücadeleler içerisinde yegâne uygun çare olduğu durumlar pekâlâ vardır. Öyle durumlar vardır ki şiddet tam da bu nitelikleri gereği, Hannah Arendt’in ifadesiyle, “adaletin terazisini yeniden dengelemenin tek yolu” haline gelir. Burada şiddeti bir reaksiyon olarak düşünmek gerekiyor. Bu, ezilenlerin ve tabi olanların efendilerinin kendilerine yönelttiği şiddet karşısında gösterdikleri tepkidir. Ancak bu reaksiyon kendinde amacı olan bir eyleme yani aksiyona dönüştüğünde sorun ortaya çıkar. Şiddet, toplumsal dönüşümün mutlak kıstası haline getirildiğinde hatta insanın özgürleşmesinin yolu olarak tasarlandığında yüceltilmiş olur. ‘Devrimci şiddet’ ancak özünde bir savunma eylemi, bir reaksiyon olabilir, daha fazlası değil. Şiddet eylemine içkin ‘özgürleştirici’ ya da ‘kurucu’ potansiyellerden bahsetmek, şiddeti kendinde bir amaç haline getirmektir. Unutmayalım ki radikal ya da devrimci solun radikalliğinin temeli kullandığı araçta değil, toplumsal değişime ilişkin iddialarındadır. Esasında sosyalistler için şiddetin tarihte oynadığı rol ikincildir. Eski toplumun sonunu getiren şiddet değil, kendi iç çelişkileri ve toplumsal mücadelelerdir. Marx, devrimci şiddet patlamalarını yeni bir toplumun doğuşunu önceleyen doğum sancılarına benzetir benzetmesine ama şiddet doğumun gerçek nedeni değildir. Keza Türkiye solunun karşısında sürekli olarak devletin şiddet aygıtlarını bulması devletin doğasına ilişkin bir yanlış anlamayı da beraberinde getirmiştir. Devletin son tahlilde egemenlerin bir şiddet aygıtı olduğu doğrudur. Ancak unutmamak gerekir, egemen sınıfın iktidarı şiddetten kaynaklanmaz, onun iktidarının kaynağı toplumsal üretim sürecindeki konumudur. Bu anlamda şiddet kullanmak ya da kullanmamak devrimci sosyalizmin esasına ilişkin bir tartışma değildir. ‘Devrimci’ şiddet kullanımı ile toplumsal devrim ve özgürleşim arasında özsel bir ilişki yoktur.

Diğer yandan, biraz once andığım mutlak şiddet karşıtı pozisyon, liberal içerimleriyle bugün Kürt hareketini hizaya çekmenin ve ehlileştirmenin bir aracı haline gelmiş durumda. Kürt hareketinin ne kadar ‘şiddetperest’ ve dolayısıyla ‘totaliter’ olduğunu yazıp çizip söylemek ‘demokrat’ olmanın yeter koşulu haline geldi neredeyse. Bu mutlakçı şiddet karşıtlığı da muktedirlere yamanmış kalem erbabının başlıca argümanı haline geldi. Oysa bu liberal mutlakçı sözde şiddet karşıtlığı karşısında hâkim grupların sürekli ve kurumsallaşmış olan ve mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerini ebedi kılmak için uyguladıkları şiddet ile tabi olan grupların buna bir tepki olarak gelişen şiddeti arasında ayrım çizgisini muhafaza etmek temel önemdedir. Çünkü hâkim olanın şiddetiyle tabi olanın şiddeti arasında bir eşitlik kurmak, hâkimiyet ilişkilerini görünmez kılma riskini içerir. Esasında bu tutum, değişik şiddet biçimleri arasındaki farkların üzerini örter, söz konusu farklılıkları aynı şiddet etiketi altında rafa kaldırır. İsrail tankının şiddeti ile ona taş atan Filistinli çocuğun şiddeti aynı kefeye konur. Nazilerin şiddeti ile Varşova gettosunda direnişe geçenlerin şiddeti eşdeğer kılınır. ‘Nereden ve kimden gelirse gelsin şiddete karşı olmak’ tümcesi ile özetlenen tutum, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında yapılabilecek ayrımların üzerini örter ve dolayısıyla toplumsal çatışmaların tarafları arasında (ezen-ezilen) bir eşdeğerlik varsayar. Aslında her türlü şiddeti kınayıp, hepsine eşit mesafede durmanın ve şiddete ‘sıfır tolerans’ göstermenin kazandırdığı biçimsel ‘ahlakiliğin’ arka planda son derece derin bir gayriahlakiliği barındırması kuvvetle muhtemeldir. Bu, Kürt hareketini şiddet düşkünü, totaliter bir Pol Potçuluk versiyonu olmakla itham eden Mehmet Metiner’in ahlâki seviyesidir. Aslında ‘şiddet karşıtlığı’ perdesi ardında ezilenlere ahlâk dersi vermeye soyunmak, muktedirleri arkasına almış olmanın verdiği ahlâksızlık ve had bilmezlikle izah edilebilir ancak.

 

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin