Marksizmin metodolojik hataları vardı.Bu hatalar birkaç düzeyde ortaya çıkıyordu.Birincisi gerici ulusçuluğun tanımına dayanması (uluslar ulusçuluktan öncedir). Bu esas olarak, klasik Marksizmin temel hatasıydı. İkincisi Özel ve politik ayrımını varsayan bir tanıma dayanması (ulusal olanın politik olanla çakışması: Gellner). Bu özellikle seksenlerden sonra kimi Marksistler arasında yayılmıştır ve esas seksenlerden sonra kimi Marksistler arasında yayılmıştır ve esas olarak onların temel hatası olarak görülebilir.
Üçüncüsü Modern toplumun dininin din tanımına dayanması (özel-politik ayrımı ve dinin özel olduğu). Bu, şimdilik, dünyadaki tüm Marksistlerin temel hatası olmaya devam etmektedir. Marksizm, burada Modern toplumun dininin din tanımından hareket ediyordu.
Bu da göstermektedir ki, bu metodolojik yanlışlar Marksist teorinin kendi yapısından gelen özellikler değildir, aksine onlar bu teorinin temel kavramları ve kendi öz yapısıyla çelişki içindedir ve uyumsuzdurlar. Onlar geçmişin kalıntılarıdırlar. Onlar Marksist teorinin içindeki kör bağırsaklar, kuyruk sokumları, gibidirler.Marksizmin bunlardan temizlenmesi gerekir. Yani dinin ve ulusun ne olduğunu anladığımızda, Marksizmin bunlardan temizlenmesinin adımlarını da atmış oluruz. Aslında söylemek gerekiyor. Marksizm aydınlanmanın çocuğudur.
Bu nedenle Marksizmin gelişmesi demek, onun, onun Aydınlanmanın kalıntılarından arınması demektir de bir bakıma. Descartes’ten Kant’a aydınlanma dini (onun kendini görmek istediği ve zaman zaman adlandırdığı gibi “Akıl” dini de denebilir), eski dünyaya Çin’den Magrip’e ve Britanya adalarına kadar uygarlık dinlerinin egemen olduğu bir dünyada ortaya çıktı ve bütün mücadelesini ona karşı yürüttü.
Aydınlanma da İslamiyet de aynı dünya pazarı ve bu pazara uygun bir üstyapı (din) ihtiyacının ürünü olmalarına rağmen, İslam, Totemlerin (Putların) egemen olduğu bir ortamda ; Aydınlanma, Hristiyanlığın egemen olduğu bir ortamda doğduğu için, egemen dinlere karşı farklı stratejiler geliştirdiler.
Örneğin İslamiyet doğduğu ortamdaki dinlerin din olduğunu (yani üstyapıyı oluşturduğunu) inkar etmiyor, ama onların artık toplumun ihtiyaçlarına cevap vermediğinden hareketle totemlere (putlara) tapanları din değiştirmeye çağırıyordu veya zorla değiştirmeyi deniyordu. Bu anlamda İslamiyet, dinin ne olduğu konusunda Aydınlanmadan daha doğru ve gerçekçiydi. Sosyolojik olarak dinin doğru bir tanımına dayanmıyordu. Dinin tüm toplumsal yaşamı örgütlediği gerçeğinden yola çıkıyordu. Bize bugün anlaşılmaz görünen, -çünkü bizler aydınlanmanın dini özel olarak tanımlayan kavrayışıyla malumunuzdur- insanları zorla din değiştirmeye çağırmak veya bunu zorla yapmaya çalışmak gibi davranışların nedeni budur.
Aydınlanma, sanki kimseyi din değiştirmeye çağırmıyormuş sadece akla davet ediyormuş gibi yapıp, dinleri din olmaktan çıkarıp kendinin basit eklentisine dönüştürüyordu. Aslında hiç de İslam’dan farklı değildi eski dinler karşısında. Eğer bir din aydınlanmanın din tanımını kabul etmeyip, kendi din tanımına göre var olmaya devam ediyorsa, dinlerin özel olduğunu söyleyen bu din, hiç de İslamiyet’in putataparlara davrandığından farklı davranmıyordu ve davranamazdı da. Ama görünüşte, Aydınlanma din özgürlüğünü savunmuş oluyordu. Tabii din Aydınlanmanın din kavrayışını kabul ettiği, din olmaktan çıkıp, bu dinin basit bir bileşeni olmayı kabul ettiği takdirde, bu müthiş bir hileydi.
Marksizm birkaç yüzyıl sürmüş Aydınlanma filozoflarının geleneği üzerinde ortaya çıkmıştı.
Örneğin Marx. “Filozoflar şimdiyer kadar dünyayı açıkladı, artık değişmeli” derken, aslında Aydınlanmanın kavramlarıyla düşünmekten başka bir şey yapmıyordu. Marx’ın asıl demesi gereken şuydu: “Şimdiye kadar Aydınlanma filozofları kendilerinin peygamber olmadıklarını, inanca değil akla dayandıklarını söylüyorlardı, şimdi yapılması gereken onların da modern toplumun dininin peygamberleri olduğunu göstermektir”.
Ayrıca, kapitalist üretimin başarıları ve emek üretkenliğinde sağladığı üstünlük, bu din kendisinin din olmadığını, dinlerin hurafeler veya kişilerin özel sorunları olduğunu söylediğinden sanki bu dinin akla dayandığı gibi bir görüşün yerleşmesine de yol açıyordu.
Öte yandan Marksizm işçi sınıfının çok küçük ve cılız olduğu , bu dinin sınırlarının ve krizinin ortaya çıkmadığı bir dönemde doğmuştu. Bu tıpkı, örneğin, burjuvazinin henüz cılızken, başlangıçta ayrı bir din (Aydınlanma) olarak değil, bir din içinde mezhep (Protestanlık,Püritenlik) olarak kendini ifade etmesi gibiydi. Güçsüz işçi sınıfı da , eğilimlerini modern toplumun dininin içinde bir mezhep olarak ifade etmesiydi. Dolayısıyla Marksizmin bu zaafı sosyolojik olarak sınıfın henüz yeterince gelişip olgunlaşmamışlığının bir ifadesiydi.
Not: Bu yazı,Demir Küçük Aydın’ın “Marsizmin Marksist Eleştirisi” adlı kitabından faydalanılarak yazıldı….
-DEVAM EDECEK-