Bu yazımda da elimdeki bulgularla hem Markszimi hem de Fransız Devrimini soruşturmaya devam edeceğim çünkü bunların soruşturulmasıyla milliyetçilik konusunun yenileceği çözümleri de bulabileceğiz diye düşünmekteyim. Bu konu bana göre Kıbrıs konusuyla da ilintili çünkü milliyetçilik maalesef Kıbrıs’ta da hala daha etken ve iki halk arasındaki ilişkileri hala daha etkilemekte…
Modern toplumun dinini görememek ve hedefe alamamak; ona karşı bir din, bir uygarlık tasavvuru olarak ortaya çıkamamak; aynı zamanda işçi sınıfının zayıflığının, geriliğinin ve bu uygarlığın henüz krize girmemiş oluşunun da bir sonucuydu.
Bu nedenle Marksizm dini her zaman Aydınlanmanın kategorileriyle ele aldı. Dini hep modern toplumdaki, inanca çarpık bilince, aklı reddetmeye indirgenmiş yanıyla ele aldı. Bunun sosyolojik değil hukuki (veya epistemolojik veya ontolojik) bir kavram olduğunu bile hiç düşünmedi ve görmedi.
Yani Marksizm, dini, modern toplumun dininin din kavramıyla anlıyordu. Dolayısıyla bu dinin fiili bir sürdürücüsü ve yayıcısı oluyordu. Örneğin ateist olmak ve bunu dinsizlik olarak tamamlamak tam da modern toplumun dininin, özel ve politik ayrımına dayanan dinin, Aydınlanmanın din kavrayışına; dinin inanç olduğu kavrayışına dayanır. Marsistlerin genellikle ateist olmaları, materyalizmi ve tutarlı bir laikliği savunmaları tam da modern toplumun dininin kavramlarıyla düşünüp davrandıklarının en esaslı kanıtıdır.
Halbuki Marksist kategorilerin mantıksal sonucu dinin tümüyle üstyapı olduğudur. Din tümüyle üstyapı olduğundan, üstyapı olmadan bir toplum olamayacağı, nerede bir toplum, dolayısıyla bir üretim veya altyapı varsa orada bir üstyapı olacağından, din de olacaktır. Yani Marksist kategorilerle, sosyolojik kategorilerle düşünüldüğünde dinsizlik mümkün değildir.
Marksizmin ve Marksistlerin Marksist kategorilerle yapması gereken “dinsizlik” değil (ki sosyolojik olaral mümkün değil) bu dine karşı başka bir dini vaaz etmek olmalıydı. Özetle Marksistler sadece Aydınlanmanın yaptığını yaptılar. Aydınlanmanın çocuğu olan Marksizm, dini Aydınlanmanın kavramlarıyla ele aldığından hiçbir zaman dinin ne olduğunu anlayamadı; dinin ne olduğunu anlayamadığı için de dini aydınlanmanın kavramlarıyla ele aldığını hiçbir zaman göremedi. Bunun sonucu da bir üstyapılar teorisinin, diğer bir ifadeyle din teorisinin yokluğu oldu.
Nasıl milliyetçiler milliyetçiliğin ve milletin ne olduğunu anlayamazlarsa, Aydınlanmanın kavramlarıyla da dinin ne olduğu anlaşılamazdı; ve nasıl milliyetçiliğin ve milletin ne olduğunun anlaşılamaması bizzat milliyetçiliğin bir kanıtı idiyse, dinin anlaşılamaması da bizzat modern toplumun dininden oluşun bir ifadesidir.
Marksizm ve işçi sınıfının yapması gereken ise, bu dine karşı başka bir din, başka bir üstyapı olmalıydı. Marksizm nasıl ulusu, içinde mücadele edilecek bir ortam değil; kendisine karşı mücadele edilecek bir birim olarak ele almalı idiyse; bu modern toplumun dininide içinde mücadele edilecek bir ortam değil, kendisine karşı mücadele edilecek bir din (üstyapı) olarak ele almalıydı.
Ama aydınlanmanın kalıntıları, tekniğin başarıları, sınıfın henüz çocukluğunu yaşaması, Marsizmin bu kalıntılardan kurtulmasını engelledi ve geciktirdi.
Ama Marksizmdeki kalıntı sadece Aydınlanmanın kalıntısı değildir. Marksizm aynı zamanda Fransız Devrimi’nin çocuğudur. Özellikle politik ve siyasi taleplerini formüle ederken, bu devrimin örneğinde ilhamını aramıştır.
Ama bu devrimde Aydınlanmanın ideali daha ilk adımlarda terk edilmiştir. Bu terk ediş Marksizm içinde de izler bırakmıştır.
Bu devrim daha iktidara gelirken gericileşmeye, insanlığın yerine belli bir ulusu geçirmeye başlamıştır. Ve bu devrim, somutta, politik olanı insanlıkla değil bir ulusla tanımlamış, fiilen bir ulus kurmayla sonuçlanmıştır, bir demokratik cumhuriyet yaşamıştır. Böylece demokratik cumhuriyet ve ulus (ki bu ulus kendini Fransa toprqağında yaşayan yurttaşlarla tanımlıyordu) fikri Marksizme buradan iyice yerleşti.
Böylece Aydınlanmanın ideali olan, “vatanım yeryüzü milletim insanlık”; insan hakları yerine ulusun hakları, dolayısıyla bir dünya cumhuriyeti ideali, somutta, demokratik cumhuriyette örgütlenmiş bir ulus ile yer değiştirdi.
Gerçi, demokratik cumhuriyet belli bir toprak parçasına dayanan bir ulusçuluğu zorunlu kılmaz; dünya cumhuriyetini dışlamaz ve aslında içerir. Özgür komünlerin birliği ise, her komün buna katılabilir demektir; bir toprak parçası veya bir dil ile sınırlanacağı gibi bir imada bulunmaz.
Diğer bir ifadeyle, dinin özele itilmesi zorunlu olarak bir ulus –bu ulus en demokratik biçimde bir yerle tanımlansa bile- biçimini gerektirmez. Politik olan pekala belli bir toprak parçasında yaşayanlarla da tanımlanmayabilir. Bütün insanlar eşitse niye sadece belli toprak parçasında yaşayan insanlar aydınlanmanın sunduğu özgürlükten yararlansınlar? Zaten bu fikir, yani bir tek dünya cumhuriyeti fikri başlangıçta vardır.
Demokratik cumhuriyet fikri bir dünya cumhuriyetinden, bir ulusun demokratik bir cumhuriyette örgütlenişi biçiminde Marsizme, Fransız Devriminin bir kalıntısı olarak girdi.Ama Bu Jakoben iktidarı döneminde özgün biçimiyle değil, gerici Alman ulusçuluğu ile karışmış olarak girmiştir.
Not: Yukarıdaki yazı Demir Küçükaydın’ın “Marksizmin Martksist Eleştirisi” adlı kitabından yararlanılarak hazırlandı.
-DEVAMEDECEK-