Alman gerici ulusçuluğunun, ulusçuluğun daha ilerici biçimiyle (Fransız Devriminin demokratik cumhuriyeti, ulusu toprak parçasıyla tanımlayan ulusçuluk) olan çelişkisi en açık biçimde demokratik cumhuriyet ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı arasındaki çelişkide görülebilir.
Marx ve Engels, demokratik cumhuriyete örnek olarak, sadece Jakoben iktidarı dönemi Fransa’sını ve bir de ABD’yi gösterirler. İngiltere vs. bir Cumhuriyet olmadıkları için bu kavramın dışında kalırlar. Özellikle Engels, her mahalli birimin kendi özgür kararıyla birleştiği ve ulus meydana getirdiği biçimden söz eder. Dikkat edilirse,burada ulus için hiçbir dil ve dinden söz edilmez. Komünlerin özgür birliği söz konusudur. Bu bağlamda “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, ulus olma ile ilgili değil, toplumun örgütlenmesiyle ilgili, demokrasiyle ilgili bir haktır. Yani demokratik bir cumhuriyet, önceden var olduğu, bir tarihe dayandığı iddia edilen bir ulus anlayışıyla çelişki içindedir.
Çünkü böyle bir hak, yani ulusun belli bir dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlanması, o topraklarda yaşayan ve tanıma girmeyenlerin ezilmesi, dolayısıyla ortada demokratik bir cumhuriyet olmaması anlamına gelir.
Demokratik cumhuriyet çerçevesinde bu hak, ulusu bir dil, din, etni, soy ile tanımlama hakkı anlamına gelmez, aksine bu hakkın reddi anlamına gelir. Örneğin ABD’de, Güney eyaletleri ulusu beyazlarla tanımlamaya kalktıklarında ve ayrıldıklarında Kuzey bunu tanımadı. Ama eğer Güney aynı Kuzey gibi ırkçılığa dayanmasaydı ve demokratik olsaydı, pekala ayrılabilirdi ama o zaman da zaten ayrılmanın bir anlamı olmazdı. Marx ve Engels Kuzey’i Güney’e karşı desteklediler, çünkü Kuzey demokratikti, demokratik olmayan bir ulusu reddediyordu. (Ama bu destek burada ele alınan ulus paradigması içinde olmadı, toprak sorunu bağlamında, köleliğe karşı olma bağlamında ortaya kondu.)
Ama aynı Marx-Engels, örneğin “Alman Birliği”nden de söz ederler ve savunurlar. “Alman Birliği”nden söz etmek bu anlayışla çelişir. Bu, Almanlar diye bir ulusun ulusçuluktan önce geldiği varsayımına dayanır ve özgür komünlerin özgür bir birleşmesi veya ayrılmasıyla bu anlayış bir arada bulunamaz. Ancak “Alman komünlerinin” birleşmesi veya ayrılması ile bir arada bulunabilir. Bu ise soya veya dile dayanan bir ulusçuluk anlayışından başka bir şey değildir.
Marx ve Engels hep bu çelişkiyi yaşarlar. Bir yandan Alman Birliği’ni savunurlar, yani dile, tarihe, hatta kana dayalı bir ulus tanımına dayanan bir ulusun birliğini savunurlar nesnel olarak; diğer yandan, örneğin Engels’in Almanya için, ABD ve Jakoben Fransa’sını örnek göstererek komünlerin özgür birliği olan bir demokratik cumhuriyeti önerdiği görülür.
Daha sonra, aynı çelişki Lenin ve Troçki’de de görülür. Lenin bir yandan bütün dillerin, kültürlerin, ulusların eşitliğinden söz eder. Bu, ulusun bir dili, kültürü, etnisi olmaması; bütün bunların politik bir anlamının olmaması; kişisel olması demektir. Ulus sadece belli bir toprak parçasıyla sınırlanır. Ama başka dili, dini, etniyi, kültürü özel yapmış, ayrı olmalarının anlamı yoktur. Bu anlayış, potansiyel olarak, bir dünya devletini içinde taşır. Zaten Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adı bu düşünceden kaynaklanıyordu.
Ama aynı Lenin, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” dediği an, ulusları ulusçular yarattığından ve o zamanın dünyasında ve Doğu Avrupa’da özellikle gerici ulusçuluk tarafından uluslar yaratıldığından, bunu savunmak, ulusu gerici bir ulus anlayışına göre belirleme hakkı olarak ortaya çıkar. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, fiiliyatta, demokratik cumhuriyet karşısında, dile, dine, etniye, soya, tarihe dayanan ulusal devletler kurma hakkı demektir.
Marx,Engels, Lenin, hepsi jakoben iktidarının demokratik cumhuriyetinin ilericiliği ile Almanya’nın ulu tanımlarındaki gericiliğin çelişkisini içlerinde taşıdılar. Ama bütün bu çelişkiye rağmen, Stalinciliğin egemen oluşuna kadar Aydınlanma geleneği daha baskındır. Çünkü Marksistler hala ezilen sınıflarla doğrudan bağlantı içindedirler ve onların eğilimlerini yansıtmaktadırlar. Ezilenler de bu dinin devrimci döneminin taleplerini yansıtmaktdırlar. Ezilenler de bu dinin devrimci döneminin taleplerini savunma ve canlandırma eğilimindedirler.
Stalinciliğin yükselişiyle birlikte, demokratik tüm gelenekler gibi demokratik cumhuriyet ve toprağa dayalı ulus anlayışı da yok olur. Ve böylece çelişki gerici ulusçuluğun kesin egemenliği ile “çözülür”.
Ve buna paralel olarak, Orta Asya’da örneğin, dile, tarihe, etniye dayalı uluslar kurulmuş; yani henüz tek tanrılı din biçimleri altında neredeyse komün dönemini yaşayan toplumlar, modern toplumun dininin gerici ulusçuluğun yaptığını yapmıştır.
Doğu Avrupa ve başka yerlerde de var olan, böyle tanımlanmış bir ulus tanımına dayanan ulusal devletlerde iktidara geldiklerinde de (Polonya, Çekoslovakya, Çin, Bulgaristan vs.) o tarih, dil vs. İle tanımlanmış biçimi almakta hiçbir sakınca görmemişlerdir. Böylece Fransız Devrimi’nden bile çok daha gerici bir ulusçuluğun savunucusu, yayıcısı ve kurucusu olagelmişlerdir.
Ama her biri Marksizmle de çelişen bu kalıntıların arasındaki çelişki kendisini en açık enternasyonalizm kavramında gösterir.
Aydınlanmanın ideali, “vatanım yeryüzü milletim insanlık” idi. Bu ideal henüz ulusların dünyayı kapsamadığı bir dönemde, modern toplumun dininin, tıpkı Allah’ın bütün putların yerini alması gibi, bütün dinlerin yerini alması anlamına geliyordu.
Marksistler bu ideali alıp, otantik biçimiyle olduğu gibi savunabilirlerdi, yani politik olanı dünya ve insanlığın tümüyle tanımlayıp, daha baştan uluslara karşı bir hareket olarak ortaya çıkabilirlerdi. Dünyayı ulusların kaplamaya başladığı bir dönemde aynı ilkeyi, uluslara karşı da savunup, yani ulusal olanın özel olmasını programlaştırıp, burjuvazi tarafından inkar edilmiş bu devrimci geleneği sahiplenip derinleştirerek sürdürebilirlerdi. Böylece sosyalist hareket, modern toplumun dininin devrimci dönemini sonuna kadar savunan, gerici biçimine de, yani uluslara karşı da bir hareket olarak çıkar ve kalırdı. Böyle bir yaklaşım içinde ulus, içinde hareket edilen tarafsız bir ortam değil; kendisine karşı mücadele edilen bir oluşum olarak görüldü. Bugün, sosyalizm böyle bir yaklaşımın birikimiyle şimdi çok ileri bir noktada bulunabilirdi.
Ne var ki işler böyle gitmedi. Marksizm Aydınlanmanın idealini otantik biçimiyle sahiplenmek ve geliştirmek bir yana, gerici bir ulusçuluk çerçevesinde bu özlemi ve ideali dile getirdi. Enternasyonalizm tamı tamına budur.
Enternasyonalizm, var olan ulusları kabul eder, ama ulusların kendisi Aydınlanmanın inkarıdır. Aydınlanmanın inkarı olan ve çoğu da en gerici biçimde inkarı olan bu ulusların sosyalist olup birleşmesini hedefler enternasyonalizm. Kendi içinde çelişkidir aslında. İlerici veya gerici, uluslara karşı olarak kendini tanımlamaz.
Ama var olan ulusları veri kabul ettiğinden ve uluslar da yüzde doksanıyla, örneğin Almanya gibi, en gerici ulusçuluğa göre tanınmış ve tanımlanmış olur. Enternasyonalizm, Aydınlanmanın idealinin, gerici bir ulusçuluğun dünyasından tanımlanmasından başka bir şey değildir.
Böylece Enternasyonalizm “olmayacak duaya amin” olarak ortaya çıkar. En gerici ulus ve ulusçuluk ilkesine göre örgütlenmiş ülkelerdeki, bu gerici ulusları kendilerine karşı mücadele edilecek bir şey olarak görmeyen işçilerin kardeşliği ve dayanışması anlamına gelir. Bunun olamayacağı açıktır. Ve olmamıştır da…
Not: Bu yazı Demir Küçükaydın’ın “Marksizmin Marksist Eleştirisi” kitabından faydalanılarak ve daha fazla da ondan alıntı yapılarak yazıldı.
-DEVAM EDECEK-