Sosyal Piyasacılara karşı liberaller eleştiri getirerek onların “Piyasa Ekonomisi” terimi önüne sadece “Sosyal” sözcüğünü getirerek bir terim getirdiklerini söylemektedirler. Bu yüzden bu ekonominin Serbest Piyasa ekonomisinden pek de farklı olmadığını öne sürmektedirler. Eleştirileri okuduğunuzda bunun doğru tarafları veya noktaları olduğunu fark ediyorsunuz. Aşağıda eleştirileri okumadan önce sosyal piyasacıların bir savunmasını alalım ve eleştirilere öyle başlayalım:
“Sosyal piyasa ekonomisi, klasik liberallerin sosyal piyasa yaklaşımı ile merkezden yönetimli sosyalist sistemler dışında oluşturulmuş yeni bir sentez ve üçüncü bir yoldur. İki karşıt tez, yani serbest piyasa tezi ile anti-tezi merkezden yönetimli sosyalist sistemler, tarihsel süreç içinde yanlışlanmışlar ve bu yanlışlanma yeni bir sentez olan sosyal piyasa ekonomisi ile aşılmıştır. Uygulamada etkinlik ve geçerliliğini sürdüren çağdaş piyasa sistemi olarak sosyal piyasa ekonomisinin henüz yeni bir seçeneği yoktur.” (Erkan, 1992; 9) deniyor ama eleştirilerde aşağıdaki gibi oldukça ciddi savunmalar vardır:.
“Özetle, “Sosyallik” ne olduğu tam olarak bilinmeyen ve açıklanamayan bir ilkedir. Günümüzde bazı yazarlar bireysellik ve sosyallik ilkesini birleştirerek “Toplumcu Bireycilik” (Communitarian Individualism) ilkesinden söz etmektedirler. Bu kavram da esasen fazla bir önem taşımamaktadır. Bireysellik ilkesini savunanları, sadece “çıkarcı”, “bencil”, “egoist” olarak görerek “bireysellik” kavramına “toplumcu” kelimesini ekleyen bu kimselerin de açıklamaları kanımca fazlaca bir değer taşımamaktadır”.
“Sosyallik ilkesinin zıddı ise bireysellik ilkesidir. Bu ilkeye göre birey, bir takım kollektif kurum ve varlıklardan (örneğin; sınıf, halk, toplum, millet gibi) daha üstün bir özelliğe sahiptir. Bireysellik ilkesini savunanlara göre kutsal olan toplum ya da devlet değil, bireydir. Bireysellik ilkesini savunanlara göre, “toplumun çıkarı”, “toplumun iyiliği”, “kamu yararı”, “kamu menfaati” gibi kavramlar ne anlama geldiği bilinmeyen oldukça belirsiz kavramlardır. Toplumsal tercihler, temelde birey tercihlerine dayalıdır. Toplumsal tercihte bulunan kimseler nihayetinde bireydir. Yoksa bir takım kollektif kurum ya da varlıklar tercihte bulunmazlar. Dolayısıyla, toplumu bireyin dışında ayrı bir varlık olarak görmek doğru değildir. Öte yandan, esas olan bireyin özgürlüğüdür. Ancak bu sınırsız bir özgürlük değildir. Bireyin eylem ve davranışları diğer bireyler üzerinde olumsuz etkide bulunduğu takdirde bireyin özgürlüğü sınırlandırılır.
Kanımca sosyallik ilkesini savunanların “toplumun ve devletin çıkarları bireysel çıkarlara karşı kesin üstünlüğe sahiptir” düşüncesi yanlıştır. Zira toplumun çıkarı, bireysel çıkarlara dayalıdır. Ayrıca, toplumun çıkarını ya da devletin ve ülkenin menfaatlerini savunduğunu iddia eden kimseler, (örneğin, politikacılar ve bürokratlar) esasen diğer bireylerden (yönetilenlerden) farklı biyolojik ve sosyolojik özelliklere sahip değildirler. Devleti yönetenler “toplum çıkarı” adına esasen kendi çıkarlarının peşinde koşmaktadırlar. Şüphesiz bu onların topluma hiçbir hizmet sunmadıkları anlamına gelmemektedir”.
MARKSİST EKONOMİ ANLAYIŞI
“Belirli bir tarih dönemindeki ekonomik olayları ele alarak bu olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkilerini tarafsız ve tutarlı bir şekilde ortaya çıkarmak, tıpkı modern iktisatçıların değer, ücret ve kâr kuramlarında ortaya koyduğu tümdengelimci mantık düzeni ve bazı dağınık tümevarımlı verileri ile Marx, hiç değilse sunuş açısından, modern ekonomi kuramına son derece yaklaşmaktadır.
Marx, kapitalist ekonomilerde faaliyette bulunan değer belirleyici kuvvetleri incelerken iki değer biçimi arasında kesin bir ayrım yapar: “Kullanım değeri” ve “mübadele değeri.” İlki, yani kullanım değeri, bir nesnenin mal sahibi için ne kadar kullanışlı olduğunu ya da kullanılmasından mal sahibinin ne kadar yararlandığını, tatmin olduğunu, zevk aldığını gösterir.
Kullanım değeri, bir soyutlamadır. Tamamen içsel bir kavramdır. Kullanım değeri yönünden bir nesnenin niceliğini yalnız ve yalnız onu kullanan ya da kullanacak olan kimse belirleyebilir. O zaman bile, kullanım değeri olan bir başka birime kıyasla, sahibinin nazarında artı ya da eksi nicelikte olabilir.
Marx’ın mübadele değeri teriminden kastı, mübadele sırasında bir birimin diğer bütün birimlere hakim olabilme derecesidir. Bunu daha açık bir şekilde ifade edersek, bir malın “mübadele değeri”, o malın hangi orantılı niceliklerde diğer mallarla mübadele edildiğidir.
Marx’ın sürekli olarak kullandığı değer terimi, aslında mübadele değeri anlamına gelmektedir ve bu bakımdan modern ekonomideki “değer” teriminden hiç de farklı değildir; “kullanım değeri” olmadan “mübadele değeri”nin olamayacağını söyler.
Bütün iktisatçılar gibi Marx da, değişik “mübadele değeri” biçimleri olduğunu belirtmiştir. Doğal değerler (ve onun yanı sıra “doğal fiyatlar”) ile piyasa değerleri (ve onun yanı sıra “piyasa fiyatları”) arasında kesin bir ayrım yapmıştır.
Marx, zaman zaman “doğal değer” ile eşanlamda “gerçek değer” terimini de kullanmaktadır. Marx’ın doğal ya da gerçek değer kavramı ile modern ekonomi biliminin normal değeri arasında hiçbir fark yoktur. “Doğal değer”, bir malın uzun dönemdeki ortalama değer düzeyidir. O malın kısa dönem değerleri, bu düzeyin çevresinde dalgalanır.
Marx’a göre, gerçek değerden sapmalar olmasının tek nedeni, piyasadaki arz ve talep kuvvetleridir. Arz ve talebin noksansız dengesi sırasında, gerçek değer ile piyasa değeri birbirine eşittir. Gerçek değerden sapmalara nasıl arz ve talep kuvvetleri sebep oluyorsa, gerçek değerin oluşumunu da başka bir kuvvet belirlemektedir.
Marx, piyasa değer ve fiyatlarının gerçek değer ve fiyatlara uymadığından sık sık söz eder. Emekteki ortak unsur, süre unsurudur. Yani diyebiliriz ki, tüm mallardaki ortak değer-yaratıcı ve değer-belirleyici unsur, emek süresidir.
Değer kuramını iyice anlayıp özümleyebilmek için birçok noktanın sürekli olarak akılda tutulması gerekir. Marx, “bir maldaki emek miktarı” derken, yalnız ve yalnız üretim sürecinin son aşamasındaki ya da malın “mübadele edilebilir” hale gelmesi için son biçimsel değişmeleri geçirdiği andaki emeği kastetmediğini kesinlikle belirtmiştir.
Bir malın değerini belirleyen emek miktarı, gerekli hammadde, enerji ve makinelerin üretildiği andan başlayarak, o malın bütün üretim aşamalarındaki bütün emeği kapsamına alır. Malın üretimi sırasında aşınan makinelerin onarımında kullanılan emek de, o malın değerini belirleyen emek miktarına dahildir. Aynı şekilde, bir malın hammadde makine yapısı ise, o hammaddenin yapımı sırasında aşınan makinenin onarımına harcanan emek de “o maldaki emek miktarı”na dahildir. Böylelikle her “mal” üretilmesi için değişik zamanlarda, değişik üretim birimlerinde ve değişik biçimlerde kullanılmış olan toplam emeğin bir “maddi zarfı”, bir “kabı”ndan başka bir şey değildir.
Değer kuramı, ürünü ne olursa olsun, ne kadar verimsiz kullanılırsa kullanılsın, her emeğin değer yarattığını kesinlikle öne sürmemiştir. Marx, “bir üründeki emek miktarı ne kadar fazla olursa, o ürünün değeri de o kadar artar” şeklinde bir tartışma geliştirmemiştir. Demek ki“değer-yaratıcısı” olan emek değil, sosyal emektir.
Ücret kuramını ekonomik olaylara uygularken, Marx’ın karşısına iki güçlük çıkmıştır. Gerçek ücret ya da emeğin üretim maliyeti, emekçinin en basit şekli ile maddi yaşamını sürdürmesi için gerekli bir miktar ise, kuram baştan, bazı edimsel ücret durumları ile çelişkiye düşmektedir. Bu görüş kabul edilecek olursa, kapitalist sistem içinde ücretleri arttırmak için girişilecek teşebbüslerin başarısız olacağı da varsayılmaktadır.
Buna karşılık, işçiden gelecek birtakım istek ve çabalarla işgücünün üretim maliyetini genişletmek mümkün olsa, kapitalist sistem içinde işçilerin ücretlerini artırmayı başarmaları olanağı da doğacaktır. Marx, bu iki şıktan birini tam olarak kabul etmeye yanaşmamıştır. Zaman zaman işgücü maliyetinin ücret-belirleyiciliğini asgari maddi geçim açısından ele almakta, zaman zaman ise “asgari geçim” kavramını daha geniş bir kapsam içinde yorumlamaktadır.
Soyut biçimi ile Marx’ın ücretler kuramı, son derece açıktır. Ancak, “işgücü’nün asgari” geçimi kavramının kapsamına nelerin girip nelerin girmediğini ortaya koymak gerekince, bu açıklık kaybolmaktadır. Bu noktadaki ayrımlar, berrak suya bulanıklık getirmiştir. Bazı hallerde “asgari geçim”, beden sağlığının korunması için gerekli araç ve gereçler gibi sınırlamalara sokulmakta, bazı hallerde ise, işçinin geçmişini ve günlük toplumsal çevresini kapsamına alacak şekilde genişletilmektedir.
Marksist kuramları bir bütün olarak düşündüğümüz takdirde, ücretlerin, asgari maddi geçim düzeyi ile sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu görürüz. Asgari maddi geçim düzeyinin bu “çekiş”ine karşıt eğilimler varsa, bu eğilimler ya geçicidir ya da son derece yavaş işlemektedir. Dolayısıyla önemsenecek bir etkileri yoktur ve kapitalist düzende faaliyette bulunan temel kuvvetler arasında sınıflandırılamazlar.
Marx, ücretlerin asgari maddi geçim düzeyini önemli bir şekilde aşmasını önleyen kuvvetlerin kapitalist düzenlerde faaliyette olduğunu söylemiştir. Marx’ın bir“ ortalamalar” kavramı yolu ile temel değer kuramında yaptığı değişiklikler yeni bir durum yaratmamıştır.
Değer-belirleme olayının özü yine ilk kuramdır. Aynı şekilde, “asgari geçim” kavramındaki belirli bazı değişiklikler ve ayrıcalıklar sonucu etkilememektedir. İşgücü üretim maliyetinin değer-belirleyici niteliği, yine “asgari maddi geçim”e dayanmaktadır.
Marx, siyasi ekonomistlerin şu yoldaki bazı görüşlerine yabancı değildi: Kapitalistler, ellerine geçen fonları üretim süreçlerinde daha çok işçi istihdam etmek için kullanırken “tasarruf” olmadan sermaye birikimi olayının meydana gelemeyeceğini, bu sebepten, en az işgücü kadar,“tasarruf”un da önemli olduğunu ve pay alması gerektiğini savunmaktaydılar.
Bu görüşlere Marx iki cevap birden vermiştir. İlk cevabı şudur: İlk sermaye fonları, topraklarından koparılıp alınan toprak işçilerinden sağlanmıştır. Modern kapitalistlerin “tasarruf” ettiği iddia edilen fonlar da, ilk sermaye fonları gibi, çalınmıştır. Aradaki fark, hırsızlığın değişik biçimde yapılmasıdır; zira yeni fonlar artık değerden sağlanmaktadır.
-DEVAM EDECEK-