Geçen sene yaşanan büyük eylem dalgası ve iki genel seçimin ardından belli bir oranda “yorulan” ve “yaz tatiline” giren Yunan solu ve emek hareketi, 26 Eylül genel greviyle yeni “sezonu” açtı. Yaz sonundan itibaren Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF’den oluşan Troyka’nın kesintiler için yaptığı baskılar küçük eylemlere ve erken bir greve neden olmuştu. Sosyal haklar ve ücretlerden yapılacak kesintilere dair planlar ve bu durumun yarattığı vahamet öğretim üyelerini, kamu çalışanlarını, engelli vatandaşları ve çiftçileri 26 Eylül’den önce sokaklara dökmüştü. Ancak bu kısmi hareketliliğe rağmen gerek sol gerekse de emek hareketi 26 Eylül’de kendilerini nasıl bir manzaranın beklediğini kestiremiyordu. Aslında bu belirsizlik seçimlerden ciddi bir oy artışıyla çıkan sosyalist solun mevcut halini ve genel grevin ne ifade ettiğini tahlil etmek açısından çok önemli bir olanak sunuyor.
Uzatmalı seçim sürecinden sonra solun yaz aylarına belki anlaşılır bir rehavet ama esas itibariyle şaşkınlık içerisinde girdiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Bu şaşkınlığın en büyük nedeni, seçimlerin ikisinden de başarıyla çıkan Altın Şafak’tı. Aslında kendi geçmişinde çok güçlü (ve elbet kanlı) bir sağ/faşist gelenek ve cunta deneyimi olan Yunanistan’a faşist bir hareketin çok da yabancı olmaması gerekti. Ancak uzun yıllardır merkeze sıkışmış parlamenter siyaset, aşırı sağın cuntanın yıkılmasıyla ciddi bir itibar yitimine uğraması ve buna mukabil sol-demokrat popüler geleneğin aynı dönemde belli ölçüde hegemonik hale gelişi, Yunanistan tarihinin bu karanlık yüzünü unutturmuşa benziyor. Tarihin karanlıklarında kalmış zannedilen bu faşist damarın krizle birlikte hızla kutuplaşan Yunanistan siyaset sahnesine avdet etmesi, genel demokrat kamuoyunda bir şok etkisi yaratmışa benziyor. Bu şok beraberinde ciddi bir tedirginliği de tetiklemiş durumda. An itibariyle Yunan solunun karşısında en az kendisi kadar “sistem karşıtı” olma iddiasındaki radikal sağ bir rakip var.
Yükselen faşist hareketin yanında, seçimlerde yüksek bir oy almasına rağmen küçük bir fark ile hükümet olamayan Syriza’nın seçim siyasetine fazlaca konsantre olmuş gözükmesi bir başka tartışma konusu. Syriza’nın parlamenter siyasete ne kadar gömüldüğünü zaman gösterecek ancak “merkez” bir parti görüntüsü verme çabası özellikle sol içinde ciddi bir tartışma ve eleştiri konusu. Syriza’nın oy oranını ne pahasına olursa olsun koruma kaygısı, kendisine sistem içi kanallardan yöneltilen basınçla birleştiğinde mutedilleşme, “sorumlu” bir ana muhalefet partisi gibi davranma eğilimini güçlendiriyor. Bu da sokak ile meclis arasında ikisini de besleyecek verimli bir ilişki kurulamaması anlamına geliyor.
Gerek faşist hareketin yükselişi (ki bu yükseliş kamuoyu araştırmalarına göre devam ediyor) gerekse de toplumsal hareketin dağınık hali, yaz öncesi yüz binlerce insanı meydanlara toplamış solu genel grev öncesinde neyle karşı karşıya olduğunu çok bilemez ve kaygılı bir ruh haline sokmuştu. Kolay değil: iki senelik zorlu mücadelelere rağmen her kesinti paketinin meclisten geçmesi, sandıkta da sokakta da memorandum blokunun yara alsa da neticede galip çıkması, yılgınlık ve bir adım sonrasında da siyasal apatinin ve ilgisizliğin hakim olması tehlikesini yaratıyor. Ancak 26 Eylül sabahı eyleme katılacak insan sayısı hakkındaki tedirginliğin yersizliğini ortaya çıkardı. Çok coşkulu olmasa da, yılgınlık emareleri gösterse de kayda değer bir kitlenin katılımı, yürüyüşün geçen senenin büyük eylemleriyle kıyaslanabilir oluşu, belli bir iyimserliğe olanak tanıyor. Her ne kadar katılımcı sayısına ilişkin bizdekilere benzer bir tartışmanın yaşanmış olmasına rağmen grevin ülkenin diğer kentlerinde de örgütlenmiş olması belli bir güven tazelenmesine olanak tanıyabilir. Grev yeni bir mücadele dalgasına yol verecek bir derlenmenin mümkün olduğunu ortaya koyuyor. Ancak “düşman” da boş durmuyor elbet. Yunan hükümeti grev sabahı alay edercesine 12 milyar Avroluk kesinti paketinin ilk taslağını bitirdiğini de ilan etti. Ayrıca önümüzdeki döneme ilişkin hazırlığının bir nişanesi olarak ilk defa parlamento önüne kurşun geçirmez cam bir bariyer koydu.
Netice itibariyle, son altı aya seçim siyasetinin damgasını vurması, bir sol hükümet aracılığıyla (yani mevcut kurumlar içinden) “çözüm” arayışının öyle ya da böyle sokak siyasetini “ertelemesi”, solun (sadece Syriza’nın değil) sandık harici alternatif bir stratejik yönelimi ortaya koyamaması, kitle mücadelelerinde belli bir gerileme yaratmış durumda. Ancak belli ki, (popüler bir eylem şarkısının da ifade ettiği gibi) “nehir geri dönmüyor”. Kitleler onca yenilgiye rağmen hala “kesin” olarak mağlup oldukları hissi içerisinde değiller. Bu da son genel grev gibi büyük eylemleri mümkün kılıyor zaten.
Bu koşullarda radikal solun yapacağı en büyük hata, bu damarı, yani yorgunluğa (hatta artan kötümserliğe) rağmen sokakta mücadele etmeye dönük ısrarı göz ardı etmesi olacak. Önümüzdeki günlerde meclise getirilecek yeni “kemer sıkma” politikaları geçse de mevcut hükümetin (hele hele onun PASOK ve DİMAR gibi küçük ortaklarının) ciddi bir siyasal meşruiyet ve itibar yitimiyle karşı karşıya kalacağı aşikar. Dolayısıyla özellikle Syriza pekala bu yıpranmanın getirebileceği “otomatik” bir başarıya oynayabilir. Eğer radikal sol böyle bir “kendiliğinden” zafer, yani iktidarın (elbette mevcut kapitalist devlet kurumları dahilinde bir “iktidarın”) ister istemez kucağına düşeceği beklentisine teslim olursa ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya gelecek. Önümüzdeki dönemde daha da pekişeceği bariz olan siyasal belirsizlik otomatik olarak sola doğru bir radikalleşme anlamına gelmeyecek. Krizle beraber Yunan sağının kirli çıkınından çıkan faşizm bu siyasal dengesizliğin sağa doğru bir radikalleşmeye de yol açabileceğini açıkça gösteriyor. Seçimler aracılığıyla gelmesi muhtemel kolay bir “zafer” adına sokağı nazilere terk etmek, kelimenin bütün ağırlığıyla, “ölümcül” bir hata olacaktır. Altın Şafak, Fransa ya da Hollanda’da örneklerini gördüğümüz neo-faşist popülizm örneklerinden ziyade “klasik” faşist partileri andırıyor. Seferber ettiği paramiliter güçler aracılığıyla sokağa hakim olmak, siyasi ve toplumsal krizi sokakta “tekme tokatla” çözebileceği kanaatini yaygınlaştırmak Altın Şafak’ın stratejik bir tercihi. O nedenle, parlamentoya girmenin nazileri yumuşatacağına dair liberal umutlara rağmen, başındaki “führer” bozuntusu, her fırsatta gerekirse “meclis denen kerhaneden” çekip gideceklerini ilan edebiliyor. Bu koşullarda meclise sıkışmak, sokağı terk etmek, tam da faşistlerin arzuladığı bir şey.
26 Eylül genel grevi gösterisi, Yunanistan için bir klasik sayılabilecek polisin yoğun gaz bombalarıyla nihayetlendi. Ancak sokaklarda toplanan kalabalık, özellikle sendikaları ve sol partileri yeni kesinti ve finansal tedbirlerin görüşüleceği meclis toplantıları sırasında sokağa inmeye zorlayacak gibi gözüküyor. Zira her ne kadar seçim siyaseti çok görünür de olsa, alttan alta sokaktaki hareketlilik de devam ediyor. Cılız bir şekilde başlayan sosyal dayanışma hareketleri, tabanda bir toplumsal ağ örmeye yönelik girişimler gelişmeye, yaygınlaşmaya devam ediyor. Dayanışma mutfakları, çiftçilerle kentlerdeki tüketicileri bir araya getiren kooperatifleşme, siyaseten bitse de sendikalardaki yerlerini koruyan PASOK’çu bürokratları zorlayan taban hareketleri, mahalle bazlı inisiyatifler Yunanistan’da solu canlandıracak ve etki ve gücünü artıran faşist harekete karşı bir duvar örecek en önemli olanak. 26 Eylül genel grevinde biraz da çabuk dağılan sokak hareketi güçlenebilir ve daha organize hareket etmeyi becerebilirse seçim sonrası şaşkınlık ve tedirginliği üzerinden atması çok uzun sürmeyecektir. Ancak aksi bir durum şu anda düşünmek bile istemeyeceğimiz bir başka yolun kapısını açacak gibi duruyor.
(Y. Doğan Çetinkaya ile birlikte kaleme alınan bu yazı, 28.09.2012’de Birgün gazetesinin internet sitesinde yayımlandı.)