arşivHasan AliAçlık Grevleri ve Sendikalar - Hasan Ali
yazarın tüm yazıları:

Açlık Grevleri ve Sendikalar – Hasan Ali

Yeniçağ podcastını dinleyin

Cezaevlerinde Kürt siyasi tutuklular AKP iktidarının anti-demokratik, adaletsiz, baskıcı uygulamalarını, 12 Eylül’de başlattıkları kitlesel açlık grevleri ile protesto ediyorlar. Kritik günleri geride bırakan, altmışıncı günleri aşan açlık grevi başlarken ilan edilen; “anadilde savunma ve eğitim hakkı, Öcalan’a uygulanan tecritin kaldırılması, avukatları ile serbest görüşme hakkı” gibi taleplerin demokrasi açısından kabul edilebilir, meşru talepler olduğu söylenebilir. Ancak AKP hükümeti, bu meşru talepleri, etkisiz hale getirmek için baskı, şiddet ve demagojinin binbir çeşidini deniyor. Bir taraftan taleplerle ilgili düzenleme adımları atılırken, diğer yandan da başbakanın, ‘açlık grevi yok, şov yapıyorlar!’ söyleminden, ‘gerekli müdahaleyi yaparız’ açıklamasına, ‘kuzu-kebap’ argümanına kadar demagojik yaklaşımları yeni sayılmaz. Geçmişte de cunta yöneticileri, milli görüş geleneğinden ‘Şevket Kazan’ gibi eski adalet bakanları da benzer sözleri kendi dönemlerinde söylemişlerdi.

Mesaj iletmenin şiddet içermeyen bir yolu, bir direniş yöntemi olarak açlık grevleri daha önce de yapılmıştı. Su, tuz, şeker dışında besin maddeleri almayarak aç kalma esasına dayanan açlık grevi, talepler karşılanmadığında daha ağır bir biçimi olan hiçbir gıdanın alınmadığı ölüm orucuna dönüştürülüyor. Bu aşamada grevci bedenini ölüme yatırıyor. Bu süreç, eylemcinin öncelikle ciddi bir kabulünü, iç kararlaşmasını gerektirirken açlık grevi ve ölüm orucunun kendisi başlı başına bir kararlılığı ifade ediyor. AKP hükümet sözcüleri, Dışarıdan emirle başladılar! Kendileri niye yapmıyorlar? Onları ölüme gönderiyorlar!… gibi safsatalarla, psikolojik savaş yöntemlerini kullanarak eylemi etkisizleştirmek istiyorlar.

Dünyanın birçok ülkesinde açlık grevlerinin yaygın deneyimi yaşandı. IRA üyelerinin 1981 yılındaki açlık grevinde hayatını kaybedenlerden biri olan ‘Boby Sands’ın ölüme yürürken taşıdığı kararlılığı ve onun son çığlığını, tuvalet kağıtlarına yazarak bize ulaştırdığı “Hücremde Bir Gün” adlı günlüğünde görüyoruz. On siyasinin ölümü sonrasında İngiliz hükümeti çeşitli tavizler vererek grevi sonlandırmıştı.

Türkiye’de ise 1950’de açlık grevi gündemi Nazım Hikmet ile anıldı. Tutukluluk döneminde Celal Bayar’ın açlık grevine başvurduğu bilinir. Deniz-Yusuf-Hüseyin’in 1972’de açlık grevine başlamaları da iktidarın hukuksuzluğuna karşı haklı taleplerinin ifadesiydi. 12 Eylül döneminde özellikle Metris, Mamak, Diyarbakır cezaevlerinde yaşanan açlık grevleri daha ağırlıklı bir yer tuttu. 1984 yılı ölüm oruçlarında Metris’te 63. Günden itibaren ölümler başladı. Devam eden yıllarda talepler büyük ölçüde karşılandı. 20 Ekim 2000’de “F tipi cezaevlerinin kapatılması, Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılması” talepleriyle cezaevlerinde başlayan kitlesel açlık grevleri, ölüm orucuna dönüştükten sonra, 19 Aralık 2000 tarihinde devletin ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ diye adlandırdığı kanlı müdahalesi ile sonlandırıldı. 20 cezaevinde birden başlatılan, 2’si asker 30’u tutuklu 32 kişinin ölümü, yüzlerce kişinin yaralanması ile sonuçlanan operasyon, devlet terörünün cezaevlerinde zirveye çıktığı, toplum vicdanında büyük yaralar açan bir katliam olarak yaşandı. 12 Eylül’den sonra çok sayıda tutuklu açlık grevleri nedeniyle, wernicke-korsakoff sendromu gibi açlığa bağlı hastalıklara yakalandı. TEKEL işçilerinin 78 günlük (15 Aralık 2009-2 Mart 2010) oturma eylemi süresince, her türlü direnişi uygulamaktaki kararlılıklarını göstermek için, beyaz önlükleri ve siyah protesto bantları ile kitlesel açlık grevine başvurmaları da büyük yankı yaratmıştı. Bunlar, geçmişten bugüne açlık grevlerinin, AKP sözcülerinin ve başbakanın iddia ettiği gibi şovla, şantajla, blöf çekmekle karalanacak yok sayılacak eylem olmadığını gösteriyor.

***

Dün olduğu gibi bugün de devletin insan haklarını hiçe sayan anti-demokratik baskıcı uygulamaları, hak talebinde bulunanları düşmanca, karalayıcı söylemle etkisiz kılma çabaları son çare olarak tutukluları açlık grevine yöneltmiş bulunuyor. Nedenleri ve talepleri ne olursa olsun cezaevlerinden yükselen çığlığa kulak vermek gerekiyor. Bu noktada cezaevlerinde başlayan açlık grevlerine karşı sendikaların tutumunun ne olacağı da tartışılmaktadır.

Açlık grevlerinin yaşandığı her dönemde iki farklı uç yaklaşım sendikalarda kendini göstermektedir. Bir yaklaşıma göre; “sendikalar, açlık grevine doğrudan aktif destek olmalı, sendika üyeleri bilinçlendirilmeli, kitlesini harekete geçirmeli, sokağa çıkmalı kamuoyuna basınç yapmalı ve açlık grevlerinin parçası olmalıdır” diye özetlenebilecek bir tutum önerilmektedir. Diğer bir yaklaşıma göre ise; “işyerlerindeki üyelerin yaşadıkları sorunlar ve üyelerin gündemleri farklı gerekçesi ile dışımızda bir olay olarak görülmekte, sendikalar siyasi örgüt görevi üstlenemez, açlık grevleri ile ilgili bir şey yapamayız,” diye kayıtsız kalmayı, mesafeli durmayı benimsemektedir.

Elbette bu farklı bakışlar, sendika-siyaset ilişkisinin nasıl olacağını belirleyen sendikal anlayışların farklı olmasından ya da farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Sendika-siyaset ilişkisini, sendikal örgütlülüğün siyasete bağlı algılandığı, sendikaların siyasi partinin yan örgütü gibi düşünüldüğü, 20. yy. başlarındaki Kızıl Sendikacılık deneyiminde olduğu gibi ya da şimdilerdeki sınıf sendikacılığı anlayışında kendini gösteren tutumda, sendikalar siyasi örgütle aynılaştırılmakta ve sonucunda kitleselliğin daralması, sendikaların kitlelerden kopması gündeme gelmektedir. Oysa dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfının bütününü, tek başına örgütleyen bir siyasi parti örneği yoktur. Ne kadar güçlü olursa olsun, kendine işçilerin emekçilerin partisi, öncüsü derse desin işçi ve emekçiler içinde farklı siyasi tercihler bulunmaktadır. Yani, ekonomik, ideolojik, politik mücadele alanlarında sendikaların tuttuğu esas yeri gözden kaçırmamak gerekiyor. Politik mücadele araçlarının dayandığı kitle potansiyeli ile sendikaların üye kitlesinin farklılıklar gösterdiğini, birinin ideolojik olarak daha homojen, diğerinin ise kendiliğinden bir bilince sahip, çoğulcu, heterojen bir kitlesi olduğunu unutmayalım. Öyle ise, politik bir aracın kararlaştırdığı ve hayata geçirdiği siyasal bir eylemle dayanışmada, sendikalardan politik örgüt tavrı beklenemeyeceği gibi, kendi tabanının hassasiyetini gözetmesi de gayet anlaşılır bir durumdur. Diğer yandan sendikaları, siyasi bir örgüt ile aynılaştırmaktan, siyasi bir örgütün uzantısı gibi göstermekten, sınıf örgütünün çoğulcu yapısı nedeniyle titizlikle kaçınılmalıdır. Bu aynı zamanda sendikaların, “devletten, sermayeden, siyasi partilerden bağımsız olması ilkesi”nin de gereğidir.

***

Bugün, Kürt siyasi tutukluların cezaevlerindeki açlık grevleri ve ölüm oruçlarının KESK örgütlülüğünde yarattığı etki, doğu ve güneydoğu şubelerinde farklı, batı şubelerinde farklı hissedilmektedir. Bu durum bizi ister istemez sendikaların ilk yıllarında yaşanan, bugün de güncelliğini koruyan bir tartışmaya götürüyor: “Mücadele esnasında karşımıza sorun olarak çıkan Türk ve Kürt Kamu emekçilerinin acil taleplerinin farklılığı, niyetlerimizden bağımsız yaşanılan koşulların farklı olmasının doğal sonucudur. Bir cephede, geniş halk kitleleriyle kucaklaşmış yükselen bir mücadele ve bunu bastırmak için uygulanan yaygın devlet terörü sonucunda acil talebi daha fazla siyasi özgürlük ve insan hakları olan bir kamu çalışanları topluluğu var. Diğer cephede ise, (…) her türden örgütlenmeye kuşku ve çekince ile bakan yığınlar ve acil talebi daha iyi ücret olan kamu emekçileri mevcut.” (Dr. Ümit Erkol, “Memur Sendikaları ve Ulusal Sorun,” Gündem Gazetesi, 8.8.1992)

Doğrusu doğu ve güneydoğu şubelerindeki açlık grevi ve ölüm orucuna bakıştaki duyarlılık ölçüsü ile, batıdaki şubelerdeki duyarlılık aynı değil. 3-4 Kasım tarihlerinde yapılan KESK Danışma Meclisi toplantısında da bu durumu izlemek mümkündü. Ancak soruna iki farklı uç noktadan yaklaşmak yerine sınıf kitle sendikacılığı bakışı ile yaklaşmak, politik-demokratik talepler ile ekonomik-özlük taleplerin dengesini kurmak sendika için en uygun politika olacaktır. Yani, sendikaların cezaevlerindeki açlık grevlerine, ölüm oruçlarına, kitlelerden kopmasına yol açacak doğrudan destekçi bir pozisyon tutması da, kitle kuyrukçuluğunun tezahürü olarak kayıtsız kalma durumları da söz konusu olamaz.

Sınıf ve kitle örgütü olan sendikaların açlık grevleri ile ilgili tutacağı pozisyon insani, vicdani ve demokratik sorumluluklar çerçevesinde değerlendirilmelidir. Kitle mutabakatı diye de ifade ettiğimiz, kitle çizgisini gözetmek üye daralmasını önleyebilir. Diğer taraftan, aFormun Üstü

çlık grevlerine seyirci kalmak, bugün, ölümlere, çatışmalara, savaşa seyirci kalmak anlamına gelir. Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyen, anadilde savunma ve eğitim hakkını meşru hak olarak gören, tecrit politikalarına ilkesel olarak karşı çıkan, Kürt sorununun barış zemininde demokratik çözümünden yana olan sendikalar bu soruna zaten seyirci kalamaz. Buradaki durum, emek ve demokrasi mücadelesi yürütenlerin dayanışması, insan hakları ve demokratik ilkelerin herkese eşit bir şekilde uygulanması olarak algılanmalıdır. Cezaevlerinde ölümü değil yaşamı savunan bir tutumla diğer emek ve demokrasi güçleri ile birlikte ölüm oruçlarının demokratik bir çerçevede çözülmesi için her türlü toplumsal baskı gücü kullanılmalıdır.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
325AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin