Küçücük bir kız değilsin artık Ayşe Teyze. Geldiğinde küçücük bir kız çocuğuydun, babanın bir telefonuyla uçaklarına atlayıp hoooop buralara geldin. Geldin tamam, yasal hakkındı. Geldin tamam, bozulan anayasal düzeni tekrardan tesis etmek görevindi. Geldin tamam,da bir gidemedin be Ayşe
Teyze…
Şimdi geçmiş 50-60 yıla bir kez kabataslak bakalım.
1955’de EOKA kuruldu
1958’de TMT kuruldu
1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti kurduruldu,
1963’de toplumlararası çatışmalar başladı
15 Temmuz 1974’de Yunan cuntası, Makarios’a karşı darbe yaptı.
20 Temmuz 1974’de Türkiye Cumhuriyeti, 1960’dan doğan garantör devlet hakkını kullanarak adaya müdahale etti.
16 Ağustos 1974’de ilk harekatın ardından yapılan görüşmelerin çıkmaza girmesi üzerine Türkiye Cumhuriyeti bir harekat daha düzenledi.
Stop.
Buraya kadar her şey normal gibi. Bunu söylerken ikinci harekatı parantez içine da alabilirik ama genel hatlarıyla Türkiye’nin garantör ülke olma haklarından faydalanarak askeri müdahale yaptığını söylemek yanlış olmaz. Bu müdahalelerde amaç, Yunan cuntasının darbesi yüzünden bozulan anayasal düzeni –Kıbrıs Cumhuriyeti’ni- yeniden yürürlüğe sokmaktı (yasal olarak). Ancak sevgili Ayşe ve kıymetli Türkiye Cumhuriyeti, bu müdahalelerden sonra “olley beee toprak aldık” çığlıkları atarak adanın kuzeyini parsellemişler –böylece Yunanistan’la sıkı ilişkiler içerisindeki Helen Kıbrıslılar ile Türkiye’nin güney kıyıları arasında bir tampon bölge de oluşturulmuşlar-. Bu parselizasyon işleminden sonra da garantörü olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bozulan anayasal düzenini tekrar yürürlüğe sokmayı, iki toplumu bir cumhuriyet altında birleştirmeyi bırakın, adanın kuzeyinin Türkiye’ye bağlanması için elinden geleni yapmıştır. Bunlardan en bariz olan iki tanesi, adanın kuzeyine taşınan nüfus (Osmanlı’nın 1400-1500’lerde fethettiği yerlerdeki nüfusu Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak ve böylelikle olası tepkilerin nüfusa oranını seyreltmek için izlediği politikanın 1900’lü yılların sonları versiyonu) ve “adadaki kalıcı barışın güvencesi olarak” adaya yığılan askerler olarak sayabiliriz.
Şimdi taşınan nüfusu ve bu nüfusa bahşedilen Helen Kıbrıslılara ait malları, ya da bu nüfusun coğrafyanın demografik yapısı üzerindeki etkilerini bir yana bırakıp adaya doldurulan askerlere yoğunlaşalım.
Kıbrıs’ın kuzey coğrafyasının hatrı sayılır bir bölümü, Türk Silahlı Kuvvetleri kontrolü altında. Bunu söylerken, TSK’ya bağlı bir kolordu olan Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nın kontrolü altında olan bölgeleri de dahil ediyorum. Hal böyle olunca da bahse konu bölgeler “askeri” bölge” haline geliyor ve fotoğraf çekmek, girmek yasaklanıyor. Bunun meali, seyahat özgürlüğümüz militer çıkarlar doğrultusunda (ve çoğu zaman da keyfi bir şekilde) kısıtlanıyor. Bunu biraz açalım.
Geçtiğimiz günlerde basına yansıyan bir haberde, askeri bir birliğin koşu antrenmanı sebebiyle Luricina-Lefkoşa yolunun trafiğe kapandığı belirtilmişti. Olaya bakın, askerler koşu yapacaklar diye bir köyün başka bir yerlerşim yeri ile olan trafiği engelleniyor. Bu küçük bir şey gibi görünse de aslında çok önemli bir hak olan seyahat özgürlüğünün engellenmesi kapsamına girdiği için en başlarda sayılabilecek bir insan hakları ihlalidir. Bu örnek dışında daha merkezi bir örnek verecek olursak, Lefkoşa’da Dumlupınar ile Çağlayan bölgelerini birbirine bağlayan ve alternatiflerine göre oldukça kısa olan yol da asker kontrolü altında belli saatlerde açılıp belli saatlerde kapatılıyor. Yani asker, vatandaşın, yurttaşın vergileriyle yapılan yolu kullanmasını denetliyor, istediği vakitlerde bu yolun kullanılmasına izin verip istediği saatlerde bu yolun sivil kullanımını engelliyor. Bu, askerin üstüne vazife değildir; Kıbrıs’taki bir yolun girişini çıkışını denetlemek, burada işgalci olarak bulunan TSK’nın ya da TSK’ya bağlı hiçbir kuvvetin üstüne vazife değildir, olmamalıdır.
Bunlar, basit, önemsiz, ihmal edilebilir gelecek kadar küçük görünse bile özünde büyük bir insan hakları ihlalini barındırmakta olan örneklemelerdir.
Asker kontrolündeki yolların yanında, asker kontrolündeki bölgelere de sıkça rastlamak mümkün. Bu bölgeler de aynı şekilde seyahat özgürlüğü kısıtlamaları barındırmakla birlikte; biraz duygusal biraz da “farklı” açılardan ele alınabilecek yerlerdir. En bariz, en göz önündeki örnek olarak Maraş’ı verelim. Maraş, bildiğiniz gibi dönemin en popüler eğlence yerlerinden birisi olma özelliğini taşımaktaydı. Oldukça Mutlu Barış Harekatları’ndan sonra ise Maraş, TSK kontrolüne geçmiştir. Orada bulunan bankaların, otellerin ganimet değerleri üzerine sanıyorum ki herkesin gördüğü, duyduğu çok renkli hikayeler vardır. Zihinlerde son derece merak uyandırsa da, “acaba nasıl bir yer” desek de, Maraş’a girdiğimiz an “birinci derecede askeri bölgeyi ihlal etme” suçundan yakalanıyor, sorgulanıyor ve gözaltına alınıyor olmamız işten bile değildir. Birkaç kilometre uzağımızda olsa bile, standart bir Kıbrıs insanına en az Mars kadar uzak bir yer bu Maraş dedikleri. Kimbilir ne güzellikler, ne doğal-şehir manzaraları vardır içerisinde, kimbilir… Aynı şey Erenköy için de geçerli. Kimbilir…
Dahası, bu bölgelerde herhangi bir tadilat, tamirat işlemi yapılması çeşitli fasafisolardan dolayı söz konusu değil, yani şehir – Maraş- gözümüzün önünde ama gözden gönülden uzakta yokolup gitmekte, çürümekte…
Maraş kadar büyük alan kaplamasa da aynı durum (kapalılık, çürüme-yıkılma, yokolup gitme, ganimet vs…) Lefkoşa’nın kalbi için de geçerli. 74, hatta 60’lardan sonra kendini bilenlerin neredeyse adını bile duymadığı, adını duyanların ise çok çok çok azının görebildiği yerler var. Baf Sokağı var, Ermou caddesi var, Mağusa kapısı civarları var, var da var var… Kaderimin cilvemtrak torpiliyle o bölgeleri biraz görebildim. Eski Lefkoşa’yı az da olsa tadabildim, hayalimde canlandırabildim. Boylu boyunca uzanan dükkanları, yapıldıkları döneme göre oldukça lüks olan binaları, evleri, çocukların oyuncaklarını, arabaları gördükçe; bir gecede, bilemedin birkaç gecede dükkanlarını bırakmak zorunda bırakılan esnafları, evlerini terketmek zorunda bırakılan aileleri, oyuncaklarını alamadan kaçışa sürüklenen çocukları, arabalarını geride bırakan araba sahiplerini, o sokaklardaki her şeye emek verip de birkaç günde koparılan, sonra da geri dönmelerine izin verilmeyen herkesi düşündüm. Savaş böyle bir şey işte… ama şimdi savaş nerde? Ayşe savaşı bitirmek için gelmemiş miydi? Şimdi savaş bittiğine göre neden halen burada? Hani anayasal düzeni tesis edip gidecekti? Yorgo’nun dükkanı neden halen nöbet kulübesi olarak kullanılıyor? Peki ya Hasan Dayı’nın kahvesindeki iskemleleri hangi komutan çalıp evine götürdü? Neden Ermou caddesinde bir tur yürüyüş yapıp eski Lefkoşa’yı seyredemiyoruz?
İsteyen istediği yeri istediği saatte kullanabilsin diye,
Yakınlar uzak olmasın ve saklı güzellikler herkes tarafından görülebilsin diye,
Askeri personel ve sivil halk arasındaki fırsat eşitsizliği durumu son bulsun diye,
Yağmalamalar son bulsun diye,
Görevi kötüye kullanmalar son bulsun diye,
Kalıcı barışa bir adım daha yaklaşalım diye,
Sevgili Ayşe, kıymetli Eleni, muhterem Elizabeth;
Kapalı kapılar ardında olanları bilmek, saklananları görmek, yurdumuzun her karışını özgürce gezebilmek en başta gelen haklarımızdan, Kıbrıs’a gönül vermiş bireyler olarak en doğal isteklerimizdendir. Özelde TSK, genelde ise adayı üs bellemiş olan Yunanistan, İngiltere ve muhtelif ordular olmak üzere ada üzerindeki tüm askeri güce karşı mücadele etmek, yurdumuzun bir an önce silahsızlaştırılması, askersizleştirilmesi ve bir üs, bir kontrol noktası olarak görülmesinden vazgeçilmesi, şüphesiz ki ada üzerinde kalıcı barışa giden en temel adımdır.