Heteronormativizm, kapitalizm ve erkek egemenlik bağlamında 14 Şubat ile ilgili YKP-fem aktivisti Tegiye Birey’in Yeniçağ Gazetesinde yayınlana röportajı:
Öncelikle kendini biraz tanıtır mısın?
Kadın çalışmaları ve siyasal bilimler üzerine üniversite öğrenimimi tamamladıktan sonra, yüksek öğrenimimi de toplumsal cinsiyet ve sosyal politikalar üzerine yaptım. Bu konulardaki çeşitli çalışmalarım yanında kuruluşundan beri YKP-fem aktivistiyim.
Bu yıl, daha önceki yıllarda olduğu gibi 14 Şubat günü YKP-fem bazı eylemliliklerde bulunacak. Öncelikle feminist politika yapan bir yapı olarak YKP-fem neden 14 Şubat gününü sorunsallaştırıyor onu açabilir misin?
14 Şubatın kutlanma şekline bakarsak temellerini kapitalist düzenden aldığını görürüz. Kapitalist düzenin yapı taşlarından ve onu sürdürücü faktörlerden olan erkek egemen sistemi ve onun getirilerini sorunsallaştırmak için YKP-fem için 14 Şubat eylem günüdür. 14 Şubat ile ilgili sorunsallaştırdığımız olguları 3 başlık altında toparlayabiliriz. Birinci olarak sevgiyi ve aşkı metalaştırması, para ile satın alınabilinecek objeleri sevgi göstergesi olarak lanse etmesidir. İkinci olarak sevgi ve aşkı, doğasında öyle olmamasına rağmen, patriarkal, heteroseksüel, çekirdek aile ile sınırlandırması ve bunun dışında kalan bütün sevgi ve yakınlık çeşitlerini yok sayması ve kutlamaya değer olarak lanse etmemesi. Üçüncü olarak da sevgi adı altında işlenen sistematik şiddeti görmezden gelmesi ve buna bahaneler uydurmasıdır.
Aşkın metalaştırılması ile ilgili birkaç örnek verebilir misin?
Metayı basitçe piyasada mübadele edilebilinen herhangi bir duygu, madde hatta canlı olarak tanımlayabiliriz. Sürekli daha çok meta satma hırsında olan kapitalistler, (sistem tarafından aşkın kabul edilen diğer biçimlerine yapıldığı gibi, örneğin anneler gününde) 14 Şubat’ta da aşkı ve sevgiyi sermaye biriktirme araçları olarak kullanıyorlar. Bunu sağlamak için de metalarının sevgi kanıtı olduğunu ve onları almazsak karşımızdakini sevmediğimizi ima ediyor, sevgiyi göstermenin özel mülkiyet mantığına dayalı olarak hediye almaktan başka bir yolu olmadığını söylüyor. Kıskançlık da temeli özel mülkiyete dayalı normalleştirilmiş bir duygu olarak, karşı tarafın objeleştirilmesinden ibarettir. ‘O benimdir’ algısı karşı tarafı bütünüyle başka bir şahıs olarak algılamaktan yoksundur, sadece kendi duygularımızın objesi olarak görmemizi emreder. Sonuç olarak karşımıza çıkan eğride zengin olanın, kıskanç olanın daha çok sevebildiği, fakir olanın, ‘sahip’lenmeyenin, sevmediği yanılgısı çıkar. Aşkın metalaştırılması ve aşık olanın da objeleştirilmesinin hikayesi böyledir.
Tabii ki her aşk da<sistem tarafından aynı mertebede tutulmuyor. 14 Şubat’ta kimlerin aşkı meşru görülüyor sence?
Meşru görülen aşk tek eşli, iki heteroseksüelin evlilik kurumu içerisine girmesi ve belirli beklentileri karşılaması ile sonuçlanan aşktır. Aslında baktığımızda, kişilerin heteroseksüel olmasına veya bu ideale inanmasına gerek yok, yeter ki bu düzenin içine girsin, diğerleriyle beraber kimliğini bastırsın. Yani kim olduğunun önemi yok; bu oyun içinde rolünü oyna, çok da sesini çıkarma, sistemin içinde kal yeter!
Yukarıda bahsettiğim özelliklere sahip olan çekirdek aile de patriarka ve kapitalizmin buluştuğu bir noktadır. Ki bu çekirdek ailenin içerisinde de belirli toplumsal cinsiyet ve yaşa dayalı roller bulunmaktadır. Çekirdek ailede çocuktan, anneden, babadan beklentiler önceden belirlenmiştir ve hepsi de kişi için hayat sınırları belirlemektedir. Ancak aile içerisinde, içinde bulunduğumuz sistemde, en çok ve en düzenli para kazanabilecek insan yetişkin erkektir, bu da yaşamlarını sürdürebilmek için kadının ve çocuğun erkeğe bağımlı olduğu bir senaryo yaratır. Ekonomik bağımlılığı besleyen sosyal öğretilerde buna duygusal bağımlılık boyutunu da eklerler.
Duygusal bağımlılık derken ne denmek istiyor?
Evlenmek istemeyen, boşanmak isteyen yani çekirdek ailesinden bağımsız bir hayat sürdürmek isteyen ya da çekirdek aile içerisinde kendinden beklenen rolleri yerine getirmeyen, örneğin bütün ev işlerini üstlenmeyen, kadın, kötü ve yetersiz bir kadın olarak toplum tarafından algılanmaktadır. Bu da bu baskılardan ve bu şekilde etiketlenmekten çekinen kadın üzerinde duygusal baskı yaratmaktadır.
Kadına yönelik aile içi şiddet geçtiğimiz haftalarda işlenen kadın cinayeti sonrasında Kıbrıs’ın kuzeyinin gündemine oturdu. Bu konu ile ilgili ne söylemek istersin?
Sevgi adı altında patriarkal aile içerisinde yaşanan aşağılama, tehdit, fiziksel, cinsel, ekonomik şiddet ve benzerleri normalden sayılıp, aile kurumunda yaşananlar, güzel ve masum bir kisve altında saklanıyor. Buna ek olarak, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Kıbrıs’ta da şiddete uğrayan kadınlar, şiddetin hakedilebilinecekmiş gibi suçlanıyorlar. Bu da şiddet gösteren erkeklerin yaptıklarının yanlarına kalmasına sebebiyet veriyor.
Son yaşanan olaylar da bu anlattıklarımın bir örneğiydi. Aşkın Şevketoğlu, yaşadığı şiddetle ilgili defalarca yetkililere şikayette bulunmasına rağmen, sistem onu korumayı reddetti. Cinayet sonrasında dahi, bazı medya kuruluşları cinayeti romantikleştirmeye çalıştılar ve şiddet gösteren adamı da kahramanlaştırdılar.
Şu da belirtilmelidir ki bu yaşanan coğrafyamızda olan ne ilk ne de son aile içi şiddet olayıdır. Ancak, birilerinin konuyu gündeme alması için maalesef kadınların ölmesi gerekiyor. Bazı önlemlerin alınması için merak ediyorum daha kaçımız ölmeli?
Her şiddet olayı da ille cinayetle sonuçlanmıyor. İşyerinde üst düzey bir bürokrat tarafından cinsel tacize uğrayan bir kız kardeşimizle dayanışma içindeyiz, daha bugün Başbakanlık önünde yetkilileri yaşananları göz ardı etmemeleri için uyarma amaçlı toplandık, tesadüfen! Bakanlar Kurulu tam da bugün Mağusa’da toplanmaya karar verdi. Bu tür detaylar bile yolun ne kadar başında olduğumuzun göstergesi, ancak yılmayacağız.
YKP-fem olarak heteronormativizmi de sorunsallaştırıyor ve LGBTTQ (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transseksüel, Transgender, Queer) mücadelesinde yer alıyorsunuz. Heteronormativizm olgusunu biraz açar mısınız?
Heteronormativizm patriarkal çekirdek aile ile paraleldir. Bir kadın ve bir erkeğin sisteme uygun bir şekilde belirli toplumsal cinsiyet rollerini yerine getirerek, sistemi besleyecek ve devamını sağlayacak şekilde hayatlarına devam etmelerini öngörür. Ancak biliyoruz ki aşkın cinsiyeti yoktur. Yazılı tarihin en başından beri heteroseksüel olmayan çeşitli aşk biçimleri vardır ve bastırılmaya çalışsalar da olmaya devam edecektirler. Günümüzde, özellikle de Lezbiyen, Gay, Biseksüel özgürleşme mücadelesi maalesef evlilik hakkı ile sınırlı olarak yürütülebilinmektedir de. LGB bireyler ancak da çekirdek aile formatına girerlerse aşk biçimleri kabul görülmektedir, o da her yerde değil. LGB mücadelesi için evlilik hakkı kendi başına bir kazanım olsa da, çekirdek aile mevhumunu kutsayıp, onu verili sistemin temel taşı olarak sorunsallaştırmayıp, diğer ilişki ve yakınlık biçimlerini değersizleştirecek şekilde ilerlememesi önemlidir.
Bu yıl, dünya çapında bireylerin dans etmesini öngören ‘Bir Milyar Ayaklanıyor’ adlı kampanya çerçevesinde, Kıbrıs’ın kuzeyinde düzenlenecek olan eyleme YKP-fem’den kadınlar da katılıyor. Bu etkinlikte neler olacak, neden YKP-femliler orada dans edecek bize biraz anlatır mısın?
Küresel bir kampanya olan ‘Bir Milyar Ayaklanıyor’, bu sene 15. yıldönümü olan V-Day hareketinin dünyadaki her üç kadından birinin şiddeti deneyimlediği istatistiğininden yola çıkarak, bir milyar kadını ve onlara değer verenleri bu şiddete son vermek için sokağa çıkmaya, yürümeye, dans etmeye ve taleplerini yükseltmeye çağırması ile başladı.V-Day Hareketi yaptığı açıklamalarda kolektif gücü ve sınırlar ötesi dayanışmayı bu eylemlilikle tüm dünyanın görmesini istediklerini belirtti.
Geçmişte, YKP-fem olarak bizler de kadına yönelik şiddetin temel nedenlerine dikkat çeken bir video kampanyası yürüttük. Kampanyada özellikle kadınların görünmez emeği ve bunun sömürülmesi, kadınlara dayatılan beden imgesi sorunu, heteronormativizm ve homofobi, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık konuları üzerinde durduk. Göçmen kadınlar dahil coğrafyamızda kadına yönelik şiddet ile ilgili yapılan yazılı basındaki haberler üzerine medya eleştirileri yaptık. Konu ile ilgili geçtiğimiz 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde bir el kitapçığı hazırladık. Bu kitapçıkta da kadına yönelik şiddet ile ilgili coğrafyamızda öne çıkan sorunlar irdelendi ve bir dizi talepler sunuldu. Konu ile ilgili YKP-fem aktivistlerinin makaleleri ve YKP-fem’in basın bildirileri bulunmakta. Bunlara ek olarak geçtiğimiz 14 Şubat 2012’de ellerimizde ‘aşk gül müdür’, ‘aşk çikolata mıdır’, ‘aşk satılık mıdır’, ‘aşk şiddeti affeder mi’, ‘aşk bir kadın bir erkek midir’ dövizleri ile lokanta ve kafelerin yoğun olduğu bölgeleri dolaştık, ve kapitalizmin kadına yönelik şiddeti meşrulaştırmak ve ilişkileri tek tipleştirmek amacı ile aşkı kullanarak toplumu tanzim etme çabalarına dikkat çektik.
‘Bir Milyar Ayaklanıyor’ eylemine destek veriyoruz. YKP-fem gibi diğer feminist örgütler ve kadın örgütleri de geçtiğimiz yıllarda kadına yönelik şiddetle ilgili ayrı ayrı daha küçük çaplı çalışmalar yapmaktaydılar. Ancak bu eylemin daha büyük çaplı ve çok örgütlü yapısı kadına yönelik şiddet konusunda kollektif, yerel bir bilinç geliştirmenin bu coğrafyadaki ilk adımı olarak önem arz etmektedir.
Kollektif bilincin yanısıra farklı meslek örgüt ve birlikleri, sendikalar, belediyeler gibi kuruluşların da organizasyonda yer almaları ileride konu ile ilgili yükümlülüklerini yerine getirmelerine dair en azından umut verici ve muhtemelen bağlayıcı bir unsurdur. Biz de sürece elimizden geldiğince müdahil olmak ve inandıklarımız doğrultusunda şekillendirmek ve içini doldurmak üzere katkı koyduk.
Bu kampanyanın bazı çevrelerden eleştiriler aldığının bilincindeyiz. Eleştirilerden bazıları kampanyanın kadına yönelik şiddetin temel nedenlerine odaklanmadığı ve bu şekilde de kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılamayacağı üzerinde. Başka bir eleştiri de bu organizasyonun toplumsal davranış değişikliği yaratma hedefinin naif bir düşünce olduğu ve şiddetin temel nedeninin sevgisizlik olduğunu öne sürerek de kadına yönelik şiddetin temel nedeni olarak yanlış bir tespit yapmasıdır.
Bu konudaki düşüncemiz açıktır; bir milyar kişinin bütün dünyada aynı anda ayaklanması, benim hafızam yettiğince çok sıkça başarılan bir eylemlilik şekli değildir. Hele de kadınların ve feministlerin politika yapma, ses çıkarma alanları bu denli darken, kadına yönelik şiddet konusunun bu kadar geniş çaplı ele alınıyor olması, bu uğurda kadınların sokaklarda olması, motive edici şarkıları hep beraber haykırması, etkinliğin içini kendiliğinden dolduran etkenlerdendir. Küresel çağrının içinin çok de kendiliğinden doldurulmamış olmasını yerel feministler stratejik olarak kullanabilir, küresel alanda yapılan bu çağrının içini yerel gerçekliklerle ve taleplerle doldurabilir. Ayrıca, yapılan tek çalışma bu eylem olsaydı, eylem naiflik olarak algılanabilinirdi; ancak kimse şiddete uğramış kadınların bu eylemden sonra bir anda yaşadıklarını unutmalarını, bütün yasaların değişmesini, polisin bir anda duyarlı olmasını vs. beklemiyor. Bu, feminist mücadelenin kollektif bir bilinç yaratma, mücadeleye davet etme, dikkatleri çekme, ittifak kurma aracı olacaktır ve kadına yönelik şiddet konusunda çalışmalar tabii ki bununla sınırlı kalmayacaktır.
Ayrıca dansın koreografi eşliğinde yapılması da sorunsallaştırılıyor. Koreografinin, kadınların o anda tek hedefe kilitlenmek, farklılıklarına rağmen ortak amaç için tek vücut olabildiklerini gösteren bir temsil olarak düşünüldüğünü sanıyorum. Ancak, koreografi eyleme katılmak için asla zorunlu değildir. Mesela mor ağırlıklı giyinilmesi de konuşuldu, ancak bu da asla zorunlu değildir. Önemli olan şekilde birlik değil mücadelede birliktir, bu sebeple biz isteyenin dans edip mor giyeceği, isteyenin küçük mor bayraklar taşıyacağı, isteyenin döviz taşıyacağı, sloganların atılacak, isteyenin dans edeceği daha özgürlükçü bir alanı hayal ettik.
Sonuç olarak ne eklemek istersin?
Kadına yönelik şiddetin toplumsal cinsiyet ilişkilerinde devrim yapılmaksızın sona erebileceğinin muhtemel olduğuna inanmıyoruz. Son olarak belirtmek isterim ki, sistemi iyileştirme atışları olarak algılanabilen bütünlüklü mücadelemiz aslında, değişim için bu günden çalışmaya başlamamızdır, bu güne dair talepleri dillendirerek sistemi deşifre etme ve adım adım onu yıkma girişimleridir.