Fikret Başkaya’ın Mustafa Sönmez’le söyleşisi
Fikret Başkaya: Şimdilerde ekonomik büyüme tam bir fetiş haline getirilmiş durumda. Neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü, büyümenin kimin için ne anlam ifade ettiği, sonuçlarının kimlere nasıl yansıdığı dikkate alınmadan büyümenin tartışmasız ve mutlak bir başarı sayılması saçma değil mi?
Mustafa Sönmez: Büyüme, ülkeler için temel başarı göstergesi olarak takdim ediliyor. Ülke analizleri, büyüme oranları ile, devamında kişi başına milli gelir göstergeleriyle yapılıyor. Nedir büyüme? Bir zaman diliminde üretilen mal ve hizmet katma değeri. Yani değer üretimi. Yani, aslında geniş anlamda sömürü. Değer üretemeyen, başarısız sayılıyor. Başarının ölçüsü, daha fazla değer üretmek, yani büyümek. Bu yapılırken, işgücü ne ölçüde kullanılıyor, yani “istihdam yaratıyor” mu, işgücüne kendini yeniden üretecek bir pay çıkıyor mu, üretilen değerin bölüşümü görece adil gerçekleşiyor mu, büyüyen ülke, üretilen değerin ne kadarını kendinde alıkoyabiliyor ve paylaştırabiliyor, ne kadarını dışarı aktarmak zorunda kalıyor, bunlar hep es geçilen konular. Büyüme de son tahlilde sınıfsal olarak farklı tanımlanabilir. Emekten yana bir iktidarın büyümeden anladığı, büyüme perspektifi, büyümenin bileşimi, öncelikleri ile sermaye yanlısı bir iktidarınki değişir. Birincisi, örneğin, işsizliği azaltacak, dolayısıyla emek kullanımı yüksek bir büyüme perspektifi tercih edebilir, ona göre alt sektörler seçer. Mümkün olduğu kadar yerli girdi kullanır, yerli kaynak kullanır, çevreyi en az kirletecek teknikler tercih eder. Büyümenin sevk ve idaresinde daha kolektif tercihler kullanır, çalışanları söz ve karar süreçlerine katarak hem kaynakların en iyi biçimde kullanılmasını hem iş tatminini dikkate alır. Yolsuzlukları, adaletsiz bölüşümleri yine özyönetimsel büyüme tercihleri ile aza indirir. Sermaye -egemen büyüme süreçlerinde, aslolan yatırılan sermayenin en yüksek getiriyi sağlamasıdır. Bu anlamda yüksek büyümeyi en az istihdam ve en az ücret gideri ile gerçekleştirmek ana prensiptir. Enerji, aramalı, iş örgütlenmesinde tercihler hep en düşük maliyete endekslidir. Çevreye, topluma yüklenecek maliyetler hiç dert edilmez. Dış kaynak kullanımının yaratacağı bağımlılıklar, politik riskler fazla dert edilmez. Benden sonrası tufan anlayışı, bu yaklaşımda daha dominanttır. Özetle, büyüme de sınıfsaldır.
Fikret Başkaya: Eğer kapitalizm geçerliyse, üstelik söz konusu olan onun neoliberal versiyonuysa, aslında büyüme denilen sermayenin büyümesi veya aynı anlama gelmek üzere “sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir”. Ve böyle bir büyümeyle “kalkınma” arasında özdeşlik varsaymak uygun değildir. Bu bakımdan Türkiye’de onca övünülen “kalkınmaya” sonuç itibariyle bir “lümpen kalkınmadır” diyebilir miyiz?
Mustafa Sönmez: Diyebiliriz. Lümpenliği, daha baştan yabancı kaynağa bağımlılığı ile başlıyor. O kaynak olmadıkça büyüme olmuyor. Dış kaynağı çekmek için kamu varlıkları satışa çıkarılıyor, içeride emek baskı altında tutulup dış yatırımcı için cazibe unsuru olarak takdim ediliyor. “yatırım ortamını iyileştirmek” adı altında dış yatırımcıya herhangi bir ülkenin sağlayacağından bir gömlek daha üstün şeyler sunuluyor. Kâr transferinde kolaylıklar, imar engellerini temizlemek, yargının alanını daraltmak, her tür çapağı temizlemek gibi… Lümpenlik kısa görüşlülüğü de içeriyor. Bizdeki burjuvazinin uzun vadeli birikim perspektifi de yok. Daldan dala geçebiliyor. 1950 öncesi tüccardı, 1980’e kadar sanayici geçindi, 1980 sonrası bankacı, süpermarketçi, giderek devlet tekellerini parselleyen avantacı, şimdi de inşaatçı-emlakçı…Bu köksüzlük, ona uluslararası arenada bir omurga sahibi olmayı, söz sahibi olmayı da imkansız hale getiriyor. Şimdi sorulsa, Türkiye uluslar arası arenada hangi alanlarda “mukayeseli avantaja sahiptir?” diye. Bir çırpıda söylenecek şeyler bulunamaz. Ne tekstil-konfeksiyon, ne gıda, ne tarım, ne turizm, ne inşaat..Hepsinden birkaç kıymık ama esaslı bir iddiası, bir uzmanlığı yok. Bu da lümpenliğin sonucu aslında.
Fikret Başkaya: Türkiye’nin ihracat “başarısından” çok söz ediliyor. Aslında sorunun özüne nüfûz edildiğinde bu abartılı bir değerlendirme olmuyor mu? Mesela “ihracattan kalan değer” bakımından olsun, Türkiye’nin mukayeseli üstünlük sağladığı ürünler bakımından olsun, söylemle gerçek durum arasında bir uyumsuzluk yok mu? Bu ihracat başarısı hangi “ileri” teknolojilerin eseri?
Mustafa Sönmez: Türkiye’nin “ihracat başarısı” tamamen bir efsanedir…İhracatı, ithalat ile birlikte okumak gerekir. 2012 ithalatı 240 milyar dolara yakındır, ihracat 152,5 milyar dolar olarak açıklanmıştır. Ancak bunun 15 milyar doları, İran’a doğalgaz ithalatının karşılığını altınla ödemeyi ihracat olarak göstermekten kaynaklanmaktadır. Net ihracat için 135 milyar dolar ifadesi gerçek olanıdır. 2011’de de ihracat aynı düzeyde, ithalat 240 milyar dolardı. Demek ki, her 100 dolarlık ithalata karşılık ancak 52 dolarlık ihracat yapılabilmektedir. Bu, başarı değil başarısızlıktır aslında. Bunun sonucudur ki, yapısal bir dış ticaret açığı, bunun devamı olarak da döviz açığı, yani cari açık sorunu vardır ve hızla kemikleşmektedir. Dış ticaret hacmi 375 milyar doları bulan Türkiye, bu sayıya son 10 yılda ulaşmış ve milli gelirinin yüzde 48’i büyüklüğünde Türkiye kapitalizmi ile metalar üstünden bütünleşmiştir. 240 milyar dolarlık mal alıp 135 milyar dolarlık mal satmakta, ve aradaki 105 milyar dolarlık açığın turizm, vb. döviz gelirleriyle kapanamayan kısmını yine dış kaynakla finanse etmek zorunda kalmaktadır. Bu kaynak için ya özelleştirmelerle yabancı bulmaya çıkılmakta, dış yatırımcı çekilmeye çalışılmakta, ama daha çok da cazip faizlerle borçlanmaya çıkılmaktadır. Sonuçta 350 milyar dolara yakın dış borç stoku oluşan bir ülke vardır orta yerde ve bu çok önemli bir kırılganlıktır. Dış borçlarda kısa vadelerin payı hızla artmakta, kırılganlığı iyice tehlikeli boyutlara taşımaktadır. Türkiye’nin ihracatçılığı, ithalata bağımlı bir ihracatçılıktır. En önemli ihraç kalemleri olan otomotiv, demir-çelik, vb. üretiminde ithal girdi oranları yüzde 60-70’leri bulmaktadır. En yerli gibi görünen tekstil-konfeksiyon bile iplik, kumaş, aksesuar yönünden ithal girdi kullanıcısıdır ve bu ithalata bağımlılık, ülkeye gerçek anlamda döviz kazandırmamakta, ihracat üstünden döviz açığı büyümektedir.
Fikret Başkaya: Ağzını açan her iktidar sözcüsü, akademisyen ve medya erbabı, bıktırırcasına Türkiye’nin zenginleştiğinden söz ediyor… İşte büyüyen orta sınıftan söz ediliyor. Geride kalan yaklaşık 20 yılda Hindistan’da 2 milyon milyoner yaratıldı ama bu 62 milyon yoksul yaratmak pahasına gerçekleşti… Türkiye’de durum farklı mı? Farklı olabilir mi? 2008’de milli gelir hesaplarıyla oynadılar. 2007’de kişi başına düşen [per capita] gelir 5840 dolardı. Yeni hesaptan sonda 2008’de 7500 dolar olduğu söylendi, Yani %35 artttığı söylendi. Bunu seçim malzemesi bile yaptılar. Rakamlarla, istatistiklerle oynanmasını, manipüle edilmesini nasıl değerlendiriyorsun? Sence şu kişi başına düşen gelir denilenin gerçekten bir kıymet-i harbiyesi var mı? Ben buna “kişi başına düşmeyen milli gelir” demenin daha uygun olacağını söylüyorum. Bu konuda neler söylemek istersin?
Mustafa Sönmez: Kişi başına gelir, bir refah göstergesi değil. “Nüfusun ne kadarından, ne ölçüde değer sağabiliyoruz”un bir başka ifade tarzıdır. Nüfusuna göre bunu daha yüksek düzeyde gerçekleştirenler, işgüçlerini daha iyi sömürenler, düşükler ise beceriksiz, işgücü sömüremeyenlerdir aslında. Orta sınıf yaratılması da bir efsanedir. En son Aile Bakanlığı bir araştırma yayımladı ailelerin profili üstüne . 12 bin aile, gelirine göre tasnif edilmiş. Özetleri vereyim; Araştırmadan anlıyoruz ki, birçok aileye giren gelir “asgari ücret”in bile altında. “En ezilen” yoksul kesim, toplam hanelerin yüzde 6,4’ünü oluşturuyor ve aylık gelirleri 430 TL’yi ya buluyor ya bulmuyor. Kim bunlar? Araştırma, bu kesimi “büyük ölçüde geçici, mevsimlik veya marjinal işler yapan bireylerden oluşan aileler” olarak tanımlıyor.
İkinci düşük gelirli sınıfı , “geliri 450-810 TL aralığında olan ve en az bir asgari ücretli bireye veya birden fazla gelir getiren üyeye sahip haneler” oluşturuyor. Bu alt sınıf, toplumdaki ailelerin üçte birini oluşturan en kalabalık kesim. Onun üstündeki alt sınıfın aylık geliri 812 TL- 1.200 TL arasında ve sayıları, toplam ailelerin yaklaşık dörtte birini oluşturuyor. Böylece bu üç alt sınıfın toplamının yüzde 60’a ulaştığını gösteriyor bize araştırma.
Aylık geliri 1250 TL-1870 TL arasında olanlar, alt-orta sınıf diyebileceğimiz kesim ve toplamdaki büyüklüğü yüzde 17 dolayında. Araştırma, aylık geliri 2000-3000 TL dolayında olanları bir kümeye toplamış. Orta sınıf denebilecek bu kesimin payının yüzde 16-17 dolayında olduğu söylenebilir. Üst-ortada olanlar ise, aylık geliri 3.200-5.500 TL olanlar ve toplamdaki payları yüzde 4’ten ibaret…
Geriye “üst sınıf” kalıyor. Onları da aylık geliri 5600 TL’nin üstünde olanlar oluşturuyor ve toplumdaki aileler içinde payları yüzde 1,2’den ibaret bir azınlık bu…Tabii, bu tasnifte, evine ayda 5600 TL’nin üstünde gelir giren mesela bankacı karı-kocanın, kiraya, okul taksidine para yetiremezken nasıl ilk yüzde 1 içinde olduklarına akıl erdiremeyecekleri açık. O zaman da bu üst dilimi biraz daha rafine hale getirip rantiye yüzde yarımları, diğer alttaki beyaz yakalı ücretli yüzde yarımlardan ayırmak gerekiyor. Gelir pastasından aslan payını götürenler, gerçekte gelir piramidinin en tepesindeki yüzde yarımlık rantiye oligarşi…
Fikret Başkaya: Son olarak, aileler borçlu, şirketler borçlu, devlet borçlu… Bu sürdürülebilir bir durum mu? Bu araç duvara toslamadan daha ne kadar yol alabilir? Başka türlü sormak gerekirse, bundan sonrasını nasıl görüyorsun?
Mustafa Sönmez: Borç ile devam etmek, bu rejimin ve arkasındaki büyük burjuvazinin kaderi. Bunu, götürebilecekleri kadar götürecekler.Yapabilecekleri başka bir şey, uygulayabilecekleri b planları yok. Aileler, onlara göre henüz borç ile yeni tanışıyorlar, borçlanma kültürünü, alışkanlığını derinleştirecekler. Nüfusun üçte birinin borcu olduğu saptanmış. Demek ki, diyorlar, daha üçte iki var borçla tanışacak ve onları borca teşvik edecekler, geleceklerini şimdiden harcamaları istenecek. Kamu varlıklarını satarak, rehin göstererek dışarıdan kaynak çekmeye, kaynak kullanmaya, borçlanmaya devam edecekler. Özellikle AB’deki derin kriz, borçlanma şanslarının birkaç yıl sürmesini sağlayabilir. Ama atasözü der ki, borç yiyen kendi cebinden yer, diye. Sonunda, elin parası. Bunun toplumu hızla fakirleştiren, çürüten bir süreç olduğu, büyük gerilimler, basınçlar biriktiren bir süreç olduğu açık. Bu, şimdilik büyük baskılarla kontrol edilebiliyor. Devamını nasıl sağlayabilirler? Ancak baskı ve zorbalıkla…