güncel haberdış haberHugo Chávez ile yenilen darbe üzerine söyleşi – Marta Harnecker
yazarın tüm yazıları:

Hugo Chávez ile yenilen darbe üzerine söyleşi – Marta Harnecker

Yeniçağ podcastını dinleyin

chavez (2)Türkçe Monthly Review Dergisi’nin Ocak 2006 tarihli 1. sayısından alınmıştır.

Bu makale Eylül ayında Monthly Review Press tarafından basılacak olan “Understanding the Venezuelan Revolution: Hugo Chávez Talks to Marta Harnecker” (Türkçe’de: Hugo Chavez Venezüella Devrimini Anlamak, Çeviren: Aysun Akgün, Güncel Yayıncılık, Kasım 2006) isimli kitaptan özetlenmiştir. Kitap, Chavez’in politik formasyonu, Venezüella’da halihazırda gerçekleşmekte olan dönüşüm ve bunun küresel bağlam içindeki yeri gibi geniş bir yelpazedeki konuları içermektedir. Chavez, aşağıda, 11 Nisan 2002 tarihli, yenilgiye uğrayan darbe ile ilgili olayları hatırlatıyor. Editörler

Marta Harnecker: Bu söyleşiyi 11 Nisan Darbesi’nde gözaltında tutulduğunuz yerde yapmamız nedeniyle, bu acı saatlerin en güçlü anısını anlatabilir misiniz?

Hugo Chávez: Başlangıçta birçok alternatifimiz olduğunu düşündük, Maracay’a gitmek dahil, ama tankları daha önceden göndermiştim, bu hareketi yapmak için gerekli olanlar… [darbeyi destekleyen generallerin baskısı altında] Fort Tiuna’ya gönderilmişti. Bu da Maracay’a gitmemizi imkansızlaştırdı. Bizimkilerden bazılarına danıştıktan sonra, sonunda [darbeci generallerin] beni içeri kapatma taleplerini kabul etmeye karar verdim.

Giordani ile Navarro’ya sarıldım ve etrafımdakilere “hoşça kalın” dedim, “Stratejik pencere kapandı.” Yanıt vermediler. Öleceğimi düşünüyordum. Bu kahredici düşünce birkaç dakikalığına aklımdan geçti. Orada, sarayda benimle birlikte olan herkese hoşça kalın dedim.

General [Manuel Antonio] Rosendo, [Ismael] Hurtado ve seçtiğim birkaçıyla birlikte Fort Tiuna’ya gittim. Bir mahkum olarak gitmedim. Yalnızca ordudan bir generalin kumandası altında binaya girdiğim zaman, darbeci generallerin tutsağı haline geldim.

Fort Tiuna’dayken, oradaki bir subay televizyonda benim istifamı açıkladıklarını söyledi, oyunlarını, yalanlarını anladım. Sonra, “Beni öldürecekler” diye düşündüm: “Gerçeği söylememi engellemelerinin tek yolu bu”. O anda, bir subay bana bir telefon uzattı ve karımı arayarak ona “devam edin, beni öldürmek üzereler” dedim. Kızlarımı aramaya çalıştım ve birisine, kızım Maria’ya ulaştım ve ona dedim ki “Maria, devam et ve dünyaya ulaş çünkü beni öldürecekler.”

MH: Ben de sizi öldüreceklerini düşünmüştüm. Neden yapmadıklarını da hala anlamıyorum.

Beni öldürme emrini verdiler, ama bu asi generallerin gerçek bir önderi yoktu ve bazıları, özellikle de benden sorumlu olan genç subaylar, bu emri engellediler.

İki subayın konuşmalarını duyan bir garson da vardı, kahve servisi yapanlardan birisi. Açıkça duymuş ki, [Pedro] Carmona’ya benim fiziksel olarak ortadan kaldırılmam için baskı yapan kişi Amiral Molina’ymış. Bu genç garson bana, Carmona’nın “Tamam, onu temizleyeceğim” dediğini tam olarak duyduğunu söylüyor. Gerçekten de, o gece beni bir helikopterle Turiamo’ya götürdüler; koşullar ve ortamdaki gerilim dikkate alındığında, son derece düşmanca bir yer; kendime şöyle dedim: “işte o an geldi” ve sonra haçımı çıkartıp dua etmeye başladım. Onurumla ölmeye hazırdım. Kendime, “vaktin geldi, ama halkına sadık olduğun için ölüyorsun” dedim.

Beni gözaltında tuttukları bütün bu yerlerde etrafımdaki bütün alt rütbeliler; askerler de, subaylar da, bana yardım etmeye, odamı temizlemeye, mütevazı banyo imkanları yaratmaya çalıştılar. Gerçekten de küçük bir yatak vardı ve daha iyi bir tane buldular ve bir sandalye getirdiler. Soda ya da kahve veriyorlardı. Gerçekten de ellerinden geleni yaptılar. Acele bir koşu için dışarı çıkmama izin verdikleri zaman, bana bir tişört getirdiler ve dışarıda giymem için sandalet buldular. İhtiyaç duyabileceğim küçük şeylerin hepsi için bana yardım etmeye hazırdılar.

İki tane de kadın askeri savcı vardı. Bu kadınlar önce kendiliklerinden odama geldiler, ama gelir gelmez dışarı çıkmaları emredildi ve birkaç dakika sonra da darbeci bir hukukçu olan albayla birlikte geri geldiler ve oturdular. O zaman anladım ki, o subay da orada olmak istediği için kadınları dışarı çıkarmışlardı. Birkaç dakika boyunca konuştuk, bana kendimi nasıl hissettiğimi sordular. Onlara, ilk olarak, istifa etmediğimi ve bir adım bile geri atmayı düşünmediğimi bilmelerini istediğimi söyledim. Medya kanalıyla yayılan yalandan söz ettim.

Kadınlar küçük bir kağıt parçası üzerine sağlığım hakkında notlar aldılar ve bunu imzaladım. İstifa etmediğime dair söylediklerimi yazmadıklarını gördüm, ama çok büyük bir baskı altında olduklarını biliyordum ve durumu onlar için daha da kötüleştirmek istemedim, sadece şöyle dedim, “Eh, teşekkürler”.

Bana sempatiyle bakıp gittiler. Ne yaptılar biliyor musunuz? Kendileri de imzaladıktan ve albay bir göz attıktan sonra, bir tanesi kağıdın dibine küçük harflerle, “Başkanlıktan istifa etmediğini açıkladı” diye yazdı. Sonra bunun bir kopyasını faksla başsavcıya gönderdiler, bu nedenle Isaías Rodríguez, bölge başsavcısı, öğleden sonraki söyleşide, “Askeri savcıdan başkanın istifa etmediği bilgisini aldık” dedi.

Sonra dua etmem için bana bir taş parçası veren askerden aldığım yardım var. Bu adam, kendi halinde bir yurtseverdi. Ve Turiamo’ya gelip bana “merak etme, sen bizim başkanımızsın, merak etme çünkü bu gece yüksek rütbeli subayları yakalayıp seni buradan çıkaracağız” diyen teğmen var. Sonra beni gözaltında tuttukları yerde bir an için ortaya çıkıp, çöplerin üzerine yazdığım notları alıp, bunları istifa etmediğimi halka göstermek üzere kopyalayıp dağıtması için karısına veren adam var.

Tüm bunlar birer yardımdı, birbiri ardından gelen damlalar. O adamları, o günleri asla unutmayacağım. Bugün burada Orchid Adası’nda olmak, bana iki şey hatırlatıyor: biri iyi biri kötü. İyi anım Semena Santa [Kutsal Hafta -Paskalya yortusundan önceki hafta; ç.n.] boyunca buradaydım; kızım Rosa Ines, [Chavez’in o zamanki eşi] Maria Isabel ve oğlum Raul’la birlikte yüzüyorduk. Kaçmıştım ve gerçekten de iyi vakit geçirmiştik. Kötü anımsa burada esir tutulduğum gece.

Gece çöktüğü zaman, ülkede bir şeyler yaşanmakta olduğunu, devrimi destekleyen bir şeyler olduğunu fark etmeye başladım. Bunu, beni izleyen askerlerin davranışlarından anladım. Bir değişime girmişlerdi; bunu o ortamda hissetmeye başladım. Bir amiral helikopterle adaya gelip içinde olduğum odaya girdi; ayakkabılarını çıkarmış, şort ve tişört giymiş, adamlarıyla adada bir tur attıktan sonra balık yemişti; dik dik durup bana “Bay Başkan, buraya özel bir misyonla geldim” dedi. Bu başka bir belirtiydi, çünkü tutsak alındığımdan beri ilk kez beni “başkan” diye çağırıyorlardı. Sonra darbe tezgahçıları bana özel bir elçi grubu gönderdiler: Askeri Yargıdan bir general, darbe tezgahçılarından bir albay ve başpiskopos. Küçük bir odadaydım ve zihnimde bu grubun benden ne isteyebileceğine dair senaryolar yazmaya başlamıştım. Ülkede ne olup bittiğini anlamak için her şeyden çok zamana oynamaya çalışıyordum. Beni adaya götürmelerine izin verdim, çünkü adayı tanıyorum; bir ada olması gerçeğine karşın, bilgiye erişme olanaklarım olacağını biliyordum. Eğer durum değişmeyecekse bana ülkeden güvenli çıkış önereceklerini ve belki de, istifa etmeden, dost bir ülkeye gidip, sonra uluslararası bir faaliyet düzenleme fikrini kabul etmem gerekebileceğini bile düşündüm. İlk olarak başpiskoposla konuşmak istedim ve ona beni buraya getirdiklerini söyledim ve başka birkaç şey hakkında daha konuştuk. Her şeyden çok da, ona Kat

olik Kilisesinin tanrının yasalarına karşı gelen bir darbeye nasıl olup da izin verdiğini soruyordum. Kısa bir süre konuştuk. Sonra diğerleriyle toplantıya gittik. Bana imzalamam için istifa mektupları getirmişlerdi ve imzalar imzalamaz beni ülke dışına çıkaracak bir uçağın da beklediğini söylediler. İki gece önce de imzalarsam bir şey değişmeyeceğini, her halükarda aynı şey olacağını söylüyorlardı. Bunu görünce kendime dedim ki, “Belayı bulmuşlar. Buraya gelip de emrime bir uçak veriyorlarsa demek ki ciddi bir şeyler oluyor”.

Onlara imzalayamayacağımı, bir dizi koşul altında imzalamak isteyebileceğimi bildiklerini söyledim ve sarayda ileri sürdüğüm bu koşulları tekrarladım. Bunları veremeyeceklerini biliyordum. Onlara birinci koşulumun, ülkedeki ve hükümetteki tüm herkesin fiziksel güvenliği olduğunu söyledim. “Bu koşulu ihlal ettiniz, insanları tutukladınız, dövdünüz, şimdi ne oluyor Allah bilir” dedim, ama ben Fort Tiuna’dayken, Tarek’i [şimdi Anzoategui Eyaleti valisi olan Tarek Williams] ve bir başka temsilciyi daha tutsak aldıklarını görmüştüm, evlerinden zorla alınıp, tutuklandılar.

İkinci olarak: anayasaya saygılı olmalarını, yani, eğer istifa edersem, bunun Ulusal Meclis önünde olacağını ve yeni seçimlere gidilene kadar da, başkanlığı başkan yardımcısının üstleneceğini söyledim. “Sizse anayasayı lağvettiniz, Ulusal Meclis’i, Yargıtay’ı ve benzeri kurumları dağıttınız. O halde gerçekten ne hakkında konuşuyoruz burada?”

MH: Tüm bunları biliyor muydunuz?

Biliyordum, çünkü, size anlattığım gibi, Fort Tiuna’da, subayın biri bana bir TV verdi, orada olduğum tüm gün boyunca, akşam 6′ya kadar haberleri seyrettim. Sonra, o gece beni başka bir yere götürdükleri zaman, başka herhangi bir şey öğrenmedim. Birkaç kişiyi tutsak aldıklarını gördüm: İçişleri Bakanı, Tachira Valisi. Carmona’nın başkanlık yeminini ve kararnamelerini gördüm. [Carmona’nın kendisini başkan olarak atayan ve hükümetin kollarını; Yargıtay’ı, Başsavcılığı, Halk Savunucusunu, Ulusal Denetleyicileri, Ulusal Seçim Konseyini ve mevcut yürütme organını dağıtan kararnamelerinden söz ediyor.]

Üçüncü koşul, ülkeye canlı yayında konuşmaktı. “Gerçekten de böyle bırakıp gideceğimi mi düşünüyorsunuz? Ülkeye hiçbir şey söylemeden?”

Ve dördüncüsü: hükümetteki tüm yardımcılarımın da, yıllardır benimle birlikte olan herkesin de benimle gelmesine izin verilecekti. Bunu da kabul etmeyeceklerdi, çünkü onlar bu bütün süreçte benim dayanağımdı.

Ve başpiskopos dedi ki: “Tamam Chavez, ülkeni düşünmelisin”, bilirsin işte, bu retorikle… “Ben ülkemi düşünüyorum”. Tartışmaya başladık ve ben tüm o arada zaman kazanıyordum. Orada tüfekleri ve hafif füzeleri olan askerler gördüm, birbirleriyle konuşup bana da bakıyorlardı; havada bir tür gerilim vardı. Ve dışarıda, beni buraya getiren amiral orayı burayı arıyor, girip çıkıyordu. Bir şeyler olduğunu söyleyebilirdim, istifa yalanından daha büyük bir şeyler.

O yüzden zaman kazanmaya odaklandım, konuşmaya ve tartışmaya. Bu, ikinci bir senaryo sahneye koyduğum zamandı, onlara dedim ki, “Bakın, istifayı imzalamayacağım. Siz anayasayı ihlal ettiniz” ve onlara cep anayasamı gösterdim. “Sizlerin istediği şey başkanın mutlak olarak yok olması. Bu türden bir yokluğun tek yolu ölüm. İstediğiniz şey bu mu? İstifa bana, ölüm size bağlı. Yoksa bir tıp ekibinin benim hakkımda muhakeme yetersizliği raporu açıklamasını ve bunu Yargıtay’a ve Ulusal Meclis’e götürmeyi mi düşünüyorsunuz? Artık organların ikisi de artık yok, böyle bir rapor verecek doktor bulabilir misiniz bilmem. Bu, sizin için gerçekten de izlenebilir bir yol değil, öyle değil mi? Yani tek bir seçenekle kaldınız, kolaylaştırmak için ben size söyleyeyim, anayasal bir alternatif: sorumluluğun ayrılması.” Sonra yorumsal bir tuzak kurdum: yasa hakkında pek fazla şey bilmediklerini biliyordum, ama orda hukukçu bir albay da vardı ve iyiydi de. Sonra kendime dedim ki, “O hukukçu ben değilim, ama o anayasayı tanımıyor ben tanıyorum.”

Sonra ona dedim ki, “görevimi bırakabilirim, işte anayasa, buyrun okuyalım?” “Başkanın mutlak yokluğu, bu, şu ve öteki ve görevi bırakması.” Ama anayasa der ki Ulusal Meclis görevin bırakılmasını kabul etmelidir ve onlara o bölümü okumadım. Sonra dedim ki, “görevi bıraktığımı söyleyen ama istifa ettiğimi söylemeyen bir belge imzalamak istiyorum”. “Ama aradaki fark ne ki?” diye sordu albay ve sonra telefonla konuşmaya gitti, geri gelip anayasanın ödünç alınmış bir kopyasını getirdi ve sonra ne yaptığımın farkına vardı. “Ama Chavez, burada bir sorun var: Ulusal Meclis.” “O sizin sorununuz, ama şu açıklamayı imzalamamın tek yolu bu, hem bırakın da ben de telefonu kullanayım, çünkü Meksika ya da Küba’ya gideceksem, bu ülkelerin başkanlarıyla konuşmam lazım. Burayı rotası belirsiz bir uçakla terk edecek değilim ve sonra, karım ve çocuklarımla da konuşmam ve birkaç küçük işi yoluna koymam lazım.”

Böylece, şöyle diyen bir belge karalamaya başladım, “Ben, Hugo Chavez Frias, şu şu vatandaşlık numarası ile…..” Elbette, bunu kendi planıma göre yazdım: “gerçekler üstün gelmeden önce, görevden uzaklaştırıldığımı kabul ediyorum ve bu durumda görevimi bıraktım,” böyle bir şey. Ve adam bana bir baktı ve şöyle dedi, “Tamam, bunu imzalanacak hale getirelim.”

Sonra belgeyi daktilo etmeye başladılar. Yazan subay kazanmakta olduklarımdan birisiydi; her biriyle tek tek konuşuyordum, çoğu onurlu adamlardı; işte yavaş yavaş yazıyordu. Bir hata yaptı ve başa dönmek zorunda kaldı, hala zaman kazanıyordum. Albay elini çabuk tutmasını söyledi. Yine anladım ki, albay sinirleniyor. Alan askerlerle dolmuştu ve bazılarının, dövüş alarmıyla, savunma konumu aldıklarını görebiliyordum. Sonra dışarıdaki amirali çağırdım ve ona dedim ki, “Buradaki büyük tehdit nedir? Adamlar neden roket atarlarını çıkartıp savunma pozisyonu alıyor?” Adam sinirle yanıt verdi: “Hayır, hayır, Bay Başkan, hiçbir şey yok, biliyorsunuz can güvenliğinizi korumamız lazım.”

Odada tek başıma kaldım ve baş muhafızım gelip bana şöyle fısıldadı: “Bay Başkan, ben hiçbir şey imzalamadım” ve sonra gözden kayboldu. Ne oluyor, diye merak içinde orada kalakaldım. Biraz daha zaman kazanmak ve bir strateji ile geri gelmek için banyoya gittim. Sonra imzalamamaya karar verdim. Dışarı çıkıp dedim ki: “Bakın, teğmen, onu yazmayın artık” ve sonra başpiskoposla ötekilere, “kesinlikle hiçbir şey imzalamayacağım, ama ziyaretiniz için teşekkürler” dedim, ve sonra onlara şaka yaptım. “Burada bu gece lüks hapishanemde kalmak isterseniz, sabaha ayrılabilirsiniz. Düşündüm ve kesinlikle gitmeyeceğim, ailem burada, çocuklarım, partim, halkım… Ne olduğunu bilmiyorum, çünkü sizler bana ne bilgi, ne de birisini arayacak bir telefon veriyorsunuz, beni tecritte tutuyorsunuz.”

Onlara söylediklerime direnmeye çalışmak yerine, hızla kabul etmeleri bana gerçekten de çok tuhaf geldi: “Tamam Chavez, sen haklısın, biz gidiyoruz” deyip hızla gittiler. Ama beş dakika sonra geri geldiklerinde daha da gergindiler. Rahip şuradaki beyaz sandalyenin rengindeydi. Amiral gelip dedi ki: “Bay Başkan, burada bir durum var, bir paraşütçü asker birimi yolda, gelmek üzereler”. Bir donanma firkateyninin ve bazı sürat botlarının da yolda olduğunu bilmiyordu. Ben de neden geldiklerini sordum. “Sizi kurtarmak için”. “Peki siz, bu durumda ne yapmayı düşünüyorsunuz?” “Hiç, hiçbir şey, burada sizin can güvenliğinizi korumak için bulunuyoruz, hiçbir şey olmayacak, General Baduel ile konuştum, paraşütçü biriminin şefiyle, ona helikopterlerine telsizle haber vermesini ve onlara burada bir direniş olmadığını söylemesini istedim, tek bir kurşun bile atmayacağız.” Öyle olacak gibi görünüyordu ve ona şöyle sordum, “Peki siz bütün hepiniz, neden kaldınız?” “Çünkü bizi getiren uçak çoktan gitti.” Uçağın telsizinden saldırı helikopterlerinin geldiğini duyduğunu ve hemen uzaklaşmaya karar verdiğini anladım. O anda gülmeye başlamıştım, ama onlara adayı benim helikopterimle terk etmelerini teklif ettim. Amiral yine gelip bana savunma bakanından gelen bir telefonum olduğunu söyledi. “O amiralle konuşmak istemiyorum; savunma bakanı adlı darbe tezgahçısıyla.” “Hayır, hayır, sizin savunma bakanınız, Doktor Rangel”. Bu beni çok heyecanlandırdı ve telefona gittim. Jose Vicente Rangel’in sesini duymak bile gecenin ortasında gün ışığı gibi geldi. Sesi ateşliydi. “Eh, seni bekliyoruz. Buraya geldiğinde açıklayacağım.” “Ama sen nerdesin” diye sordum. “Burada Savunma Bakanlığı’ndayım, sarayı geri aldık, ve Carmona da tutuklandı. Paraşütçüler seni almak için yoldalar, her an gelebilirler ve biz de burada senin gelişini bekliyoruz, halk sokaklarda seni bekliyor.” “Öldürülen insanlar oldu mu?” “Evet, birkaç tane, ama her şeyi sen buraya gelince açıklayacağız.” “Peki sen orada kiminle birliktesin?” “General Lopez Hidalgo ile”. “Ona bir söz söylememe izin ver.” Sonra onunla çok kısaca konuştum: “Bak, compadre, [İspanyolca’da yoldaş, arkadaş, ahbap anlamında kullanılan argo bir terim; ç.n.] ne oluyor? Çok insan öldürüldü mü?”, “Hayır, Bay Başkan, meraklanma, birkaç kişi öldürüldü, ama insanlar sokaklarda ve ordu ile devlet iktidarının geri kalanını biz kontrol ediyoruz.” “Tamam, görüşürüz.”

Sonra direniş garnizonu olan Maracay’daki paraşütçülerden sorumlu generali aradım. Kumanda merkezindeki Baduel ve Garcia Montoya ile konuştum. Birkaç şey açıkladılar, ama zaman yoktu çünkü helikopterler çoktan inmeye başlamıştı. Sorun yoktu ve birkaç avukat ile doktor beni kontrol etmeye geldiler çünkü gözaltındayken dövüldüğüm yolunda dedikodular vardı ve insanlar bu hususta meraklanmıştı.

Eh, göründüklerinde sanırım sabahın bu saatleriydi (saatine bakıyor, Gece 2.30 civarı) çünkü saraya yaklaşık sabah 4 sularında vardım. İşte bu yüzden size bu yeri hayatımın sonuna kadar hatırlayacağımı söyledim.

11 Nisan Darbesi’ni düşündüğüm zaman, daha önce bahsettiğim şu John F. Kennedy alıntısını hatırlıyorum: “Barışçıl devrimi imkansız kılanlar şiddete dayalı devrimi kaçınılmaz kılarlar”. Biz devrimimizi anayasal yoldan, tartışmasız bir meşruluğu olan anayasal bir süreç yoluyla yapmayı tercih ettik. Eğer 11 ya da 12 Nisan günü bir an için bile demokratik ve barışçıl devrimin olanaklı olduğundan kuşku duyduysam, 13 ve 14 Nisan’da olanlar; muazzam sayıda insan, Miraflores’i ve bazı ordu kışlalarını kuşatarak sokaklara döküldüğü ve benim geri dönüşümü talep ettikleri zaman, bu türden bir devrime olan inancım kuvvetle yenilendi. Elbette uzun ve zorlu muharebeler var; birçoklarına imkansız gibi görüneni imkanlı hale getirmekten söz ediyoruz.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
357AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin