“EVDEKİ HESAP ÇARŞIDA TUTMADI”…
Yukarıda gündelik yaşamda dilimize yerleşmiş bu deyiş, Anastasiades ve hükümetinin Güney’deki bankacılık sektörünü kurtarmak için yaptığı ilk plan ve hamlelerdeki başarısızlığı o kadar güzel özetliyor ki…
Nitekim seçildikten ve bakanlar kurulunu da atadıktan sonra ilk işi olarak bankalar krizini çözmeye girişen Anastasiades daha ilk hamlesinde büyük bir hayal kırıklığına uğrayarak hem başarısız olmuş, hem de mevcut krizin daha da büyümesine neden olmuştu.
Şimdi bu sürece bir daha göz atalım…
Anastasiades başkanlığındaki hükümet ilk olarak 100 bin Euro’nun altındaki mevduatlara yaklaşık % 7 civarında kesinti yapmayı, 100 bin Euro’nun üzerindekilerden de %10 civarında bir tıraşlamayı planlamıştı. Onun bu ilk planındaki ana düşüncesi, bankalardaki yabancılara ait sermayeyi, özellikle de Rus sermayedarları ürkütüp kaçırmamak ekseninde odaklanmıştı ki AB kurumları nezdinde bu sermayenin önemli bir kısmının kara-para olduğu yönünde baskın bir düşünce vardı. Bu baskın düşüncedir ki; Anstasiades’in Güneydeki ekonomiyi kurtarırken vergiden kaçırılmış sermayeyi de ürkütmeyecek planı tutmadı.
Ve haliyle kurgulamış olduğu “evdeki hesabı, çarşıda tutmadı”.
Daha önerinin ortaya atıldığı andan itibaren, siyasal ve sosyal alanlarda yeni hükümete karşı kamuoyunda çok sert tepkiler patlak verdi. Gerek Anastasiades gerekse Kıbrıs Cumhuriyeti maliyesinin dümenini teslim ederek Maliye Bakanlığına atadığı Sarris’in de beklentilerinin tam tersine gelişmeler yaşandı.
Bunlardan ilki Kıbrıs Cumhuriyeti Meclisi’nde yapılan oylamada, “kurtarma paketi”nin özellikle 100 bin Euro’nun altındaki mevduatlardan da vergi alınacak olması nedeniyle, bizzat Anastasiades’in kendi partisi DİSİ vekilleri de dahil, Kıbrıs Cumhuriyeti Meclisi’nde tek bir lehte oy dahi almadan (2) reddedildi.
Meclis dışında toplanarak gösteri yapan öfkeli kalabalıklar ve daha seçimlerden yeni çıkmış eski hükümet yeni muhalefet AKEL’in de dikkatini çeker. Diğer tüm siyasal partiler de (muhakkak aralarında hepsinin de böyle olduğu söylenemeyecek olsa da-hp) kanıksanmış siyasette en kolay yol olan, “siyasi ve ekonomik şartlara bakmaksızın partiye siyasal kazanç sağlamak uğruna bir olayda halkın arkasından gaz vererek gitmek” şeklinde özetlenecek bir yola başvurdukları söylenebilir mi?
Kanımca söylenebilir.
Sonrası malum.
Meclis’e sunulan planın tek lehte tek bir oy dahi alamadan reddedilmiş olması, hem büyük umutlar bağlanan Maliye Bakanı Sarris’e ve hem de onu bu göreve atayan Anastasides’e itibar kaybettirir. Ekonomide ise belirsizliğe ve tabii ki paniğe yol açar. Bankalar için en kötü senaryo olan “panik” ise bu sektöre olan güvensizliği zirveye çıkmasına neden olur.
Artık açıldığı anda bankalara büyük bir hücum yaşanacağı ayan beyan belli olmuştur. Bu ise zaten nakit ve ödeme darlığı çeken bankaların kısa sürede mudilerin akınını ödeyemeyip iflaslarına yol açacağının işaretiydi. Beklenen bu hücumu önlemek için Anastasiades-Sarris ikilisi bankaları kapalı tutmaktan başka çare olmadığını gördüler ve öyle de yaptılar.
Bankalar kapanınca şirketlerin elektronik transfer yapması, banka müşterilerinin nakit para ihtiyacını da engellemiş olur. Bu arada kredi kartı ile nakit çekmek için getirilen sınırlamayla birlikte, bankamatikler önünde uzun kuyruklar oluşur. Ancak vatandaşlara bankalardan günlük nakit çekme sınırı konduğu için de piyasada nakit sıkıntısı baş gösterir. Nakitle iş yapan sektörlerde işler aniden düşer. Kredi kartları birer ikişer çalışmamaya başlayınca ticari hayatta panik baş gösterir ve market raflarındaki konserve dahil tüketim mallarına akın olur. Nerdeyse kıtlık ve karaborsa yaşanacağı şeklinde yaygın bir düşünce ise daha büyük bir talep artışı ile paniğe yol açar.
“BABA!… BUGÜN KANTİNE PEK BİR RUM ÖĞRENCİ UĞRAMADI”
Güneyde İngiliz Okulu’nda eğitim gören oğlumun krizin ilk günlerinde bana anlattıklarını hiç unutmayacağım…
“Baba bugün kantine hemen hemen hiç Rum öğrenci uğramadı. Birçoğu durgun ve üzgün gözüküyorlardı. Çünkü kiminin annesi, kiminin babası, kimininse hem annesi ve hem de babası banka çalışanıydı. Şimdi artık işsiz kalmışlar…”
Oğlumun okulda gördükleriyle sınırlı olsa da gözlem ve yorumu beni de etkilemişti. Krizin yaşandığı o günlerin ilk mağdurları arasına, ne yazık ki çocuklar da katılmıştı. O sabah okula giden ve çocuğuna harçlık veremeyen çaresiz bir babanın yerine koydum kendimi…
Orta direk ve hatta varsıl ailelerden Kıbrıslırum çocukların bu sabah kantine giderken harçlıklarının olmayışı, onlarda elbette beklenmeyen ve olumsuz bir şok yaratmıştı. Belki de harçlığı olan bir grup öğrenci de, süreçten dolayı, kantine gitmekten çekinmişti. Oğlum gibi… Demek istediğim adanın Güneyinde aniden kendisini gösteren kriz, “7’den 70’e” herkesi etkilerken, benzer şekilde Güney ile ilişkisi olan Kıbrıslıtürkleri de etkilemişti. Hatta kapıların açılmış olduğu ilk yıllara göre sayıları büyük ölçüde azalmış olsa da, Güney Kıbrıs’ta çalışarak ekmeğini kazanan Kıbrıslıtürk emekçileri de etkilemişti. Nitekim krizin ilerleyen günlerinde yine bir gün hiç ummadığım bir başka olaya bu kez bizzat şahit oldum. Sınırda karşılaştığım ve bir zamanlar UBP içerisinde çok çalışmış bir Kıbrıslıtürk arkadaşımın, bir Kıbrıslırum arkadaşı hakkında düşündükleri ve yapmayı planladığı yardım karşısında afalladım:
İNSANİ HASLETLER, SİYASET VE İDEOLOJİLER KADAR ÖNEMLİDİR…
Kıbrıslırum arkadaşını kastederek, “adamla uzun zamandır tanışırız. Zamanında Lefkoşa’yı sel bastığında bana yardım elini, KKTC hükümetinden önce ilk o uzattı. Şimdi bankalar kapalı. Nakit’i yok. Ve çoğu Kıbrıslıtürk olan işçilerini ödeyemiyor. Zor durumda. Bizim bankadan bir miktar nakit çektim. Şimdi doğruca gidip kendisine vermeyi düşünüyorum. Yardım etmiş olmazsam, vicdanım sızlayacak…”
Anlattıklarından aklımda kalan bunlar. Gitti mi? Yardım etti mi? Sonrasıyla ilgilenmedim. Ancak arkadaşımın bunları düşünmüş olması ve söylemesi, 1974’den 2003’e, Denktaş’ın ve onunla eşgüdüm halinde çalışan devrin UBP’lileri ile komutanlarının; ”kim ki bu adada Rumlarla işbirliği yapılabileceğini düşünmeye dahi tevessül eder, onlar içimizdeki hainlerdir” mealindeki siyasi tehdit nutuklarını hatırladım. Hele de barikatların açıldığı 2003 yılına kadar Denktaş’ın yıllarca kapılar açıldığı takdirde “Türkler ve Rumların birbirlerinin boğazına sarılacağı, yeniden savaş nedeni olacağı, bu nedenle Kıbrıslırumlarla çözüm ve barış isteyen sol’a güvenilemeyeceği” mealindeki düşüncelerine takıldım. Yıllarca benzeri milliyetçi söylemleri UBP ile birlikte dillendiren ve bu konuda generallerin desteğini de sağlayan Denktaş ve siyasi işbirlikçilerinin, korku ve maddi menfaat sağlayarak nasıl Kıbrıslıtürklerin oylarına tahvil ettiklerini ve böylece yasallaştırdıklarını düşünerek ada insanlarını düşman kılan 29 yıllık sürece ve sorumlularına türlü lanetler yağdırdım.
Ama bir şeyi de bir kez daha öğrendim.
İnsanlar hayatta bazen içerisinde bulundukları şartlar dahilinde, siyasilerin sistemli ajitasyon ve propagandalarıyla ırkçı-ayırımcı-faşist-otokratik düşünceleri iktidarda tutmaya meyledebilirler. Oylarını “küçük çıkarları” uğruna büyük resmi gör(e)meyip, kendilerine de çocuklarına da yaşadıkları çevreyi dar edecek olan kişi ve siyasi kliklere oylarıyla destek olabilirler. Bunu da milliyetçilik, vatanseverlik veyahut da en kötüsü fedakarlık olarak algılayabilirler… “Ne Mutlu” diye başlayan sözcüklerle, gelmiş olduklarını varsaydıklarını ırkları yücelterek, taş atıp kolları yorulmadan kazandıkları kerameti kendilerini yöneten siyasilerden mütevellit ünvanlarını büyük bir gurur ve milli bir şuurla içselleştirebilmiş olabilirler. Kimden mi bahsediyorum? Elbette Kıbrıs’ın Kuzeyinde kurtarılıp da 30 yıl kadar mandıra yaşamına mahkum edilmeyi bizzat kendi oylarıyla da aklayan biz Kıbrıslıtürklerdir bahsettiğim…
Ama 20 yıl öncesinde adanın Kuzeyinde ahval ve şerait böyleyken, şimdi adı yanımda mahfuz bu siyasetten ters düştüğüm arkadaşıma, geçtiğimiz günlerde bu davranışından dolayı zuhur eden hayranlık hislerim de gizli kalsın istemiyorum. Ve o tavrıyla bana bir kez daha pratik yaşamda insanların düşüncelerinin, üstelik de kısa sürede pek ala değişebileceğini ispat ettiği için de ona ayrıca teşekkür borçluyum…
Tabii “siyasi dönekler dışında” diye de düşünmeye devam ettiğimi eklemiş olayım…
Zaten ideolojiler bir yana, bu son belediye seçimleri süresince şuna bir kez daha inandım ki…
İnsanların sadece sahip olduğu siyasi görüş ve ideolojileri ile değerlendirilemez. Buna ek olarak dürüstlük, vicdan, hoşgörü, cesaret ve empati gibi hasletlere de sahip olmak gerekiyor. Dahası bu hasletlere sahip olmadan, ben kişilerin hangi siyaset ve ideolojiden olduklarının pek bir anlam ifade ettiğini sanmıyorum… Yani yalan söyleyen, hırsızlığa, vurguna göz yuman, korkak ve edilgen olanın sosyalist veyahut da milliyetçi olmasının çok da bir anlamı yoktur.
Bu kadar yeter ve biz dönelim konumuza…
ULUSLARARASI MEDYA KRİZİ KISA SÜREDE DORUĞA TAŞIDI…
Belli ki Güneyde krizin ilk haftasında, öğrencisinden işsizine, işçisinden memuruna Kıbrıslırumlar büyük bir şaşkınlık içerisindeydiler…
Bankaların açılması, sürekli olarak bir kaç gün sonraya ertelendi durdu. Ertelendikçe de panik ve kriz daha da büyüdü. Kıbrıs vatandaşları sokaklarda ve basının manşetlerinde Güney’in daha çiçeği burnunda başkanına ve hükümetine yüksek sesle öfke kustu. Diasporadaki vatandaşları, gençleri ve nihayet öğrencileriyle Kıbrıslırumların sesine dahil oldular… Bütün bu olaylar sadece Kıbrısrum basınının manşetlerine değil, BBC gibi dünya basınının önde gelen kuruluşlarına da taşındı ve hatta birinci haber oldu.
Bahsetmiş olduğumuz gibi bankaların kapalı kalmasının uzaması piyasada nakit darlığına yol açtı. Nakit darlığı hızla iç-ticareti düşürdü. Böylece Güney Kıbrıs’ın, marketlerde raflara hücumun da yer aldığı ekonomik ve ticari hayatında inişli-çıkışlı zincirleme bir dengesizlik yaşanmaya başlandı.
Güneydeki bankalar krizi ve ekonomideki belirsizlik uluslararası medya kuruluşlarında sürekli baş haber olunca, uluslararası piyasalar da bu çöküşten olumsuz etkilendi..
RUSYA KRİZİN İÇERİSİNE ÇEKİLMEYE ÇALIŞILDI, ANCAK…
Krizin ortaya serildiği ilk günden itibaren Güney Kıbrıs bankalarında yüklü mevduatı bulunan Rus yatırımcıların, serbest kalırsa tüm paralarını Güney Kıbrıs’tan çekmeye hazır ve nazır oldukları bilinmeyen bir gerçek değildi.
Kaos anaforu, Güney Kıbrıs banklarında en çok yabancı paraya sahip Rus vatandaşı sermayedarları, dolayısıyla Rusya’yı da daha ilk günden itibaren içine çekti.
Güney Kıbrıs Merkez Bankası rakamlarına göre Güney Kıbrıs’taki bankalarda 70 milyar Euro’luk mevduatın, yaklaşık 43,3 milyarı Rumlar’ındı. Geriye kalanı yabancı sermayeydi ve 5,3 milyarı AB vatandaşlarına; 21,5 milyarın büyük bir kesimi ise en çok da Rus olmak üzere diğer ülke vatandaşlarına aitti.
Nerdeyse 20 milyarlık bir sermayenin Ruslara ait olduğu düşünülecek olursa, Rusya Devlet Başkanı Putin’in Güneyde yaşanan krizden sonra Euro Bölgesi karar alıcılarına sert tepki göstermesi elbette anlaşılır bir şeydi.
Euro bölgesindeki ekonomik durumun ele alındığı toplantı sonrasında Rusya devlet başkanı basın sözcüsü Peskov; ”Putin Kıbrıs’ta banka mevduatları için ek vergi getirilmesiyle ilgili olası kararın kabul edilmesinin, haksız, profesyonelce olmayacağı ve tehlikeli olacağını söyledi’‘ derken, sanırım iki değişik yere iki mesaj gönderiyordu.
Mesajının ilki AB içindi.
“Kıbrıs bankalarındaki krizin faturasını büyük mevduatları olması nedeniyle Rus vatandaşlarına çıkarmaya çalışıyorsunuz. Ticari ilişkilerimiz var. Bunu bir kenara yazar ileride sıkışık bir anınızda size ‘profesyonelce’ davranmayız…”
Sanırım ikinci mesaj da Kıbrıs Cumhuriyeti’neydi:
“Eğer krizin faturası Rus vatandaşlarının mevduatlarını yüksek oranda tıraşlayarak karşılanacak olursanız, Güney Kıbrıs’a güvenleri sarsılır ve bu uzun vadede krizi atlatmak isteyen size de, bizimle olan ilişkilerinize de zarar verir.”
Peki, AB Troykasının kredi şartlarına karşı, Rusya’nın önerebileceği bir ekonomik alternatif var mıydı?
Rusya’ya uçan Maliye Bakanı Sarris’in oradan beklediği krediyi bulamadığına ve yardım isteğine karşılık; “Gidin kredi sorununuz üyesi olduğunuz AB kurumlarıyla çözün” demeye getiren nasihat aldığına bakılacak ve de böylece AB ile ilişkisini Güney Kıbrıs yüzünden bozmaya yanaşmayacağını açık eden Moskova’dan eli boş olarak geriye dönmüş olduğuna bakılacak olursa…
Rusya’nın din kardeşi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içerisine düştüğü ekonomik krize yardım falan yapacağı yoktu.
Hem Moskova’da Sarris’in kulağına bir şey daha fısıldanmıştı…
“Bizden vergi kaçırıp Kıbrıs’ta saklayan Rusları korumamızı mı istiyorsunuz? Öyleyse verin isim listelerini de görelim bakalım kimmiş bu kendi devletinden vergi kaçıran kara-para’nın sahibi Rus sermayedarları?”
Bu sadece basında dolaşan bir dedikodudan mı ibaretti?
Sanmıyorum. Çünkü Rum Kesimi’ndeki kriz sonrasında Rus mevduat sahiplerinin Rusya’ya yöneleceği tartışmalarına değinen Rusya Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Akademisi Gelişim Merkezi Enstitüsü uzmanı Dmitriy Miroşniçenko’nun Güney Kıbrıs’a yatırılan Rus sermayesini kast ederek yaptığı konuşma: “Paraların Rusya’dan çıkış nedenleri farklı olduğu için, Rusya bankalarına geri dönmeyecektir. İsveç, Lüksembourg gibi başka ülkelerde değerlendirilecektir” demeciyle basına yansımıştı.
Ayrıca Miroşniçenko, Başbakan Medvedev’in Rusya’da offshore bölge oluşturma teklifini değerlendirirken ise; “Umarın kimse bu teklifi ciddiye almamıştır. Çünkü böyle bir şey olursa bu Rusya ekonomisine yeni bir darbe anlamına gelir” yorumunu yapıyordu.
Kısaca buradan da anlaşılacağı gibi Rus hükümeti birçok sermayedarının kara-para’ya batmış olduğunun bilincindeydi ve Güney Kıbrıs da bundan muaf değildi.
Meclisteki sıfır oy ile reddedilen paketten sonra, belki yardım eder umuduyla Rusya krizin içerisine çekilmeye çalışılmıştı.
Ancak, burada da evdeki hesaplar tutmadı…
Moskova’dan eli boş dönen Sarris ile zaman, ikinci kez boşa harcanmış, Anastasiades hükümeti ikinci hayal kırıklığını yaşarken, Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlarının devletlerine ve hükümetlerine duydukları güven de biraz daha sarsılmıştı.
Şimdi Anastasiades ve ekibinin eli daha zayıf ve Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin ekonomisini “kurtarmak” için tek adres AB ve IMF kurumlarının eli çok daha güçlüydü.
GÜNEY KIBRIS’TAKİ KRİZİN FATURASINI AB KESİYOR…
Aradan bir hafta geçmiş ikinci haftanın başı P.tesi “Bank Holliday” dolayısıyla güya bir gün daha kazanılmış, ama belirsizlik de, panik de, kriz de artık zirve yapmıştı.
Kısa sürede hızla durgunluğa doğru kayan ticaretin istikrar kazanması, ekonomideki belirsizliğin kalkması ve yaşamın normalleşmesi için uzun süredir kapalı tutulan bankaların bir an önce faaliyete geçmesi gerekiyordu.
Aksi halde devlet içerisinden çıkamayacağı bir mali kaosa ve dolayısıyla ekonomik iflas’a doğru gidecekti.
Bunun için acil krediye, kredi için de uluslararası finans kaynağına ihtiyaç vardı. Ve nihayet krediyi verecek finans kuruluşlunun da şartları vardı.
Anastasiades’in ilk kurtarma hamlesi başarısız olmuş, aradan geçen zamanda kapalı tutulan bankalar nedeniyle kriz daha bir derinleşmişti. Güney Kıbrıs sadece bankalardaki açıklardan değil, Kıbrıs vatandaşlarının ve yabancı yatırımcıların “bankalara ve hükümete güven eksiliğinin zirve yapması”ndan dolayı da, iflas etme noktasına gelmişti.
Rusya, Moskovaya kadar gelen Sarris’e kredi vermeyi kibarca reddetmekle kalmamış, adresi de işaret etmişti…
AB!..
Cebine koyduğu iki hayal kırıklığı ile Anastasiades Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başkanı olarak, eli zayıflamış gardı düşmüş bir şekilde kendini yegane kreditörü AB kurumlarının dayatmaları karşısında eli kolu bağlı çaresiz bir halde buldu.
Dolayısıyla pazarlık da uzun sürmedi. AB Troykası, masada karşısında oturan Kıbrıs Cumhuriyeti heyetinin, hem birliğin en küçük, hem de ekonomisi nerdeyse iflas etmiş olduğunu düşünüyor, dahası verdiği mali açıktan çok, aslında uzun zamandır AB üye devletler coğrafyası dahilinde diş bilediği ve ortadan kaldırmanın yollarını aradığı önemli bir “kara-para aklama merkezi” olduğu kanaatini taşıyordu…
Birkaç yıl önce Hristofyas’ın şahsına ve partisi AKEL’e zarar gelmesin diye elinin tersi ile ittiği AB’nin şartlı kredisi, şimdi çok daha ağır şartlarla masadaydı.
Anastasiades ve heyetinin AB’nin kredi şartlarını hafifletme girişimi, Troyka’nın, arzu ederlerse Euro bölgesinden çıkabilecekleri tehdidiyle bir anda son buldu.
AB Merkez Bankasının AB’nin en güçlü mali yapısına sahip üyesi olan Almanya’da oluşu, geçtiğimiz yıl Yunanistan krizinin önlenmesi için yapılan pazarlıklarda Almanya’nın oynadığı etkin rol, Kıbrıs pazarlığında da bu ülke ve uzmanlarını yine öne çıkardı.
Merkel’in ekibi, Yunanistan’da olduğu gibi Kıbrıs’ta da başbakanlarına karşı yükselen siyasi söylemlere aldırış etmeden, güçlülerin zayıflara acımasızca dikte ettirdiği kapitalist ekonominin kurallarını, en vahşi bir biçimde, birlik içerinde kağıt üzerinde “ortakları” olduğu yazılı olan Kıbrıslırumlara sonuna kadar ve acımasızca uyguladı…
Kapitalizm şartlarında “her koyun kendi bacağından asılır” sözü bir kez daha Kıbrıs’ın içerisine düştüğü mali krizde kendini gösterirken, AB’nin üye ülkeler arasında “eşitlik, ortaklık, birlik ve dayanışma” sınırları da bir kez daha belirlenmiş oldu.
Buna göre, eğer AB üyesi bir ülke, sınırları içerisinde kara paranın dolaşımına, getirisi yüksek olan ve ancak mali açıdan zayıf bankalara yatırılmasına bilerek veya bilmeyerek göz yumuyorsa, bunun bir riski ve sonuçta bir bedeli vardı.
Ve risk de bedel de uygulamaya göz yuman, fırsat veren veyahut da gözünden kaçtığı masum yalanına sarılan siyasi hükümetlere ve onları işbaşına getiren vatandaşlarına aittir. AB’nin diğer ortaklarına ve vatandaşlarına değil. Hele de bunu yapan üye devletin hükümeti, birliğin en küçük ülkesini yönetiyorsa, ona birlik içerisinde “gücü kadar eşit ve eşit olduğu kadar da ortak” davranmak ve “dayanışmak” kadar doğal bir de şey yoktu. Böylece vahşi kapitalizmin bayrağında yazılı olan “güçlü olan pazarlık eder, güçsüz olan güçlü karşısında diz çöker” şiarı bir kez daha kendini Kıbrıs krizinde açık etti.
Anastasiades Brüksel dönüşünde birkaç ay önce kendisini güvenerek seçen ve sonucu büyük bir merakla bekleyen halkına, büyük bir “gururla” gerçekteyse hani bizde “züğürt tesellisi” türünden ama sanki görüşmeler başarılı geçmiş gibi müjdeli bir açıklamada bulundu…
“Euro bölgesinde kalmayı başardık!…”
Ancak pandoranın kutusu Kıbrıs dönüşünde açılacak, AB kredilerinin şartları olarak dayatılan paket, Anastasiades hükümeti’nin aldığı ekonomik tedbirler olarak açıklanacaktır.
Hani bizim Ankara’da hazırlanıp da, KKTC hükümeti diye yutturulmaya çalışılan paketlerimiz ya da bir zamanlar 1970’lerin Türkiye’sinde Demirelli ve EcevitIi hükümetlerin IMF’den aldıkları krediler karşılığında içeride kendi markalarını taşıdıklarını iddia eyledikleri “sosyal ve ekonomik paketleri” gibi…
****
Yazdıkça uzattığım bu yazı kendiliğinden bir yazı dizisi haline gelmek üzere. Haftaya bitirmeye çalışacağım.
Kriz faturası kime hangi sınıf ve tabakalara çıkarıldı?
Kriz hangi fırsatları da beraberinde getirebilir?
Siyasal, sosyal ve ekonomik olası sonuçları ve Kıbrıs sorunu üzerine etkileri neler olabilir?
Kuzey Kıbrıs’taki siyasiler, Güney’deki krizin ne denli farkındalar?
Kuzey, Güneyden nasıl etkilenir?
Türkiye’nin, uluslararası kuruluş ve Kıbrıs sorununa dahil ülkelerin olası rolleri ne olur?
Yaşanacak gelişmelerle birlikte ve ekonomideki olası neden-sonuç ilişkilerini göz önüne alarak, süreci tartışmaya devam edeceğiz.…
***
(2)Aslında DİSİ milletvekilleri, Anasatasiades’in ilk planına tek kişi olsun lehte oy vermeyip çekimser kalmayı tercih etmekle, önerilen planın da ne kadar aptalca olduğunu göstermiş oldular.
(Poli Dergisi)