Ecehan Balta – Foti Benlisoy – antikapitalisteylem.org
Newroz’la birlikte yeni bir aşamaya girdiği düşünülen “barış” sürecine dair gayri siyasi “siyasi” analizlerden geçilmiyor. Amacımız bunlara bir tanesini daha eklemek değil elbette. Ancak bu “sürece” değil 500-1000 kilometre, dünyanın öbür ucunda da olsa gözlerini kapamak, herhangi bir sosyalist hareketin olsa olsa kendisinin de gayri siyasi olduğunu gösterir. O nedenle, haddini aşmak değil, haddini hududunu kendimizin çizdiği somut içerikli bir siyasal tartışma yürütmek elzem.
Ortalığın toza dumana bulandığı bu tartışmanın üslubuna dair de bir kayıtla başlamak şart. Bizler, kendimizi Kürt siyasal hareketinin yerine koyarak veyahut onca bedel ödemiş insanlara barış sürecinin anlamlılığını/anlamsızlığını anlatarak “buyurun bu da benim siyasi analizim” diyebilecek konumda değiliz. Ancak bu “süreç”, bütün toplumun da taraf olduğu/olacağı biçimde hükümetle Kürt hareketi arasında yaşanmakta ise, ona yakından bakmak, çıkarımlarda bulunmak ve bunların getirdiği siyasal sorumlulukları üstlenmek durumundayız. Bu anlamda, kimilerinin yaptığı gibi bir görüşme tutanağı artı bir mektuptan hareketle “derin” jeostratejik çıkarsamaların şehvetine kapılacağımıza önümüzde bulduğumuz somut durumdan ne vazife çıkaracağız sorusuyla işe başlasak çok iyi olur.
AKP’nin ta Özal’dan beri her daim masada duran, Kürt sorununu “büyüyerek”(“büyük Türkiye” vizyonuyla) çözme kartına oynadığına şüphe yok elbette, ama Kürt hareketinin bu reste nasıl cevap verebileceği konusunda aceleci kestirimlerden sakınmak gerek. Doğmamış çocuğa don biçmek stratejik bir ufkun değil, siyasetten kaçış niyetinin ifadesidir çoğu zaman. Sanki birleşik Türk-Kürt Asakir-i Mansure-i Muhammediyesi Musul’u almış da yerinde duramayıp tekmil Bilad el Şam’a karşı bir huruç hareketine girişmiş gibi yapmanın âlemi yok. Onca “taşeronluk” edebiyatının ardından Türk sermayesinin bölgesel hedefleri olduğunu, Türkiye’nin emperyalist zincirde bir üst seviyeye sıçrama emelleri olduğunu ancak müzakerelerle birlikte (nihayet) keşfedenlerin niyeti bağcı dövmek sanki. (Bu arada AKP ile Kürt hareketinin uzlaştığı, hatta bir “blok” oluşturduğu tespitinde liberal ve “ulusalcı” denen cenahın müttefik olduğunu da not edelim.) Önümüzde duran süreç karşısında birden neoliberalizmi hatırlamak, onca zaman ulusal meseleyle sınıf meselesi arasında sahici bağlar oluşturmaktan imtina edip masaya oturulduğu gün “sınıfa kaçmak”, hatta ulusal sorunun toplumsal sorunu çözemeyeceği gibi gerçekten iddialı keşiflerde bulunmak, sınıf analizini apolitikliğe kılıf uydurmak için kullanmak anlamına geliyor.
Kürt hareketi 30 yıllık bu savaşta “barışı” kazandı mı? Gelinen noktanın gerçek bir “barış” olduğunu söylemek zor. “Barış” öyle esnek, öyle belirsiz bir sözcük ki, savaşın sonunda her şeyini kaybeden taraf devletlerin imzaladığı anlaşmalara da barış anlaşması adının verildiğini unutmamak lazım. Bu bir tarafa, Newroz’un sembolik bir anlamı olmasına karşın, henüz “barış” bir niyet ilanından öteye geçmedi. Hatta beklenen somut adımları içeren bir yol haritası her iki taraftan da açıklanmış değil. Elbette hiç kimsenin oturduğu yerden Kürt halkına “savaşmaya devam edin” demeye hakkı yok. Ama en azından bu “barış”ın Türkiye’nin diğer halklarına ve ezilenlerine yönelik olarak var olan düzeni değiştireceğini umanlar da muhtemelen az zamanda yanıldıklarını görmüş olacaklar.
Söylemeye gerek olmamalı ama, ulusal sorunun nasıl “çözüleceği” önümüzdeki dönemin mücadeleleri açısından da tayin edici olacak. “Çözümün” gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kadar bu çözümün nasıl ve dolayısıyla hangi istikamette gerçekleşeceği kritik önemde. Barış yönünde (özellikle ülkenin batısında) aşağıdan bir basıncın olmadığı, böylesi bir basıncın oluşmasının önünün tıkandığı koşullarda cereyan edecek bir müzakere süreci büyük oranda AKP’nin tayin ettiği koşullarda ve onun belirlediği terimlerle ilerleyecektir. Bu koşullarda gerçekleşecek “sürecin” muktedirler bakımından temel gayesi, Kürt hareketinin yarattığı ciddi toplumsal radikal birikimi soğurmak, onu akamete uğratmak olacaktır. Aynı biçimde “sürecin” muktedirlerin lehine çözülmesi için de Kandil’in güçsüzleştirilmesi ve BDP’nin siyaseten edilginleştirilmesi çabaları “sürece” eşlik edecektir.
Dolayısıyla sosyalistler soyut bir “çözüm” söylemini çoğaltmaktan imtina etmeli. Sanki müzakere süreci iki eşit “tarafın” masa başındaki görüşmelerinden ibaretmişçesine tutum almak, daha baştan eşitsizlikle malul bir “süreci” desteklemekle yetinmek yanlış. Bize düşen “taraflar” arasındaki asimetriyi mümkün mertebe ezilen lehine ilga edecek, daha somut ifade etmek gerekirse, Kürt hareketinin masa başında ya da dışında manevra kabiliyetini artıracak yahut tersine hükümetin hareket alanını daraltacak somut bir tutum içerisinde olmak. Süreci daha baştan bir Kürt-Türk “megali idea”sının vaftiz töreni addederek kenara çekilmek ne kadar yanlışsa mevcut asimetriyi dikkate almayan bir “destek” de o kadar yanlış. “Süreci” değil Kürt hareketini, onun meşru taleplerini destekler bir tutum almalıyız. Bu destek, her ulusal nitelikli hareket için söz konusu olduğu gibi, elbette “eleştirel” ve soldan bir destek olmak durumunda.
Ulusal hareketin ikili doğası
Troçki Balkan Savaşları ile ilgili yazılarında ulusal hareketlerin çelişik doğasına ilişkin ilginç bir belirlemede bulunur. Makedonya’daki ulusal hareketi tasvir eden Troçki’ye göre “milli ihtilalciler, sosyal ihtilalcilerin tersine, şiddet eylemlerini, daima, ya kendi ülkelerinin ya da başka ülkelerin hanedan ve diplomatlarının faaliyetleriyle bağlantılı hale sokmaya çaba harcarlar.” Makedonyalı ihtilalciler, “Makedonya’nın kaderini kendi gücüyle çizmesinin” imkânsız olduğunu düşünmüşler ve en başarılı oldukları anda bile, asıl olarak “Avrupa diplomasisini ve Bulgar hükümetinin dikkatini” bölgeye çekmeye çalışmışlardır. Bundan ötürü “bu eylemciler, kendilerini, konsolosluklarda ve elçiliklerde de, dağlarda profesyonel savaşçılar arasında olduğu kadar rahat hissediyorlar […] bu iki çehreli adam böyle ortaya çıkıyor, şiddete başvurmaktan başka çıkar yol bulamayan ‘dinamitard’ ile diplomatı bir araya getiren, kafası hem şiddet eylemlerinin hem de dışişleri bakanlıklarının sırlarıyla dolu olan bir adam.” Makedonya ihtilalcilerini Kürt hareketiyle kıyaslamak haksızlık olur elbette; ancak aynı zamanda bir sınıflararası hareket olan, yani farklı toplumsal sınıfların ve sınıf bağımlı grupların (bazen birbiriyle çatışan) çıkarlarını ifade eden her ulusal hareketin bu çelişkili doğasını atlayınca da çıkmaza sürükleniyoruz.
Çelişki meselesini somutlaştıralım: Kürt hareketinin tabanının önemli bir kesiminin savaş ve neoliberalizmin kümülatif tahribatına maruz kalmış kent yoksullarından, mevsimlik işçilerden, genç işsizlerden, esnek ve güvencesiz işlerde çalışmaya mahkûm edilmiş erkek ve kadın emekçilerden oluştuğunu herhalde herkesin malumu. İşte Kürt hareketi bir yandan en alttakileri seferber ediyor, Türkiye’de son on yıllardaki en anlamlı radikal siyasal deneyimlerin kolektif olarak biriktiği bir alana işaret ediyor. Ancak diğer yandan Kürt muhalefetinin belirgin bir “kurumsalcı”, esas itibariyle devlet ricaliyle “yukarıdan” müzakere ve pazarlığı önemseyen eğilimi hep oldu, olmaya da devam ediyor. Kayıt düşmek gerekir ki, kurumsalcı eğilim de nihayetinde gücünü ve muhataplığını Kandil’den ve Kürt halkının desteğinden alıyor. Ancak koşullar ve güç dengeleri başka türlü olduğunda bu kurumsalcı eğilimin açığa çıkan “sokak/kopuş siyasetini” soğurması ihtimalini daima akılda tutmak gerekiyor. Söz konusu kurumsalcı eğilimle sokak/kopuş siyaseti arasında bugüne değin bazen kararsız da olsa belli bir uyum söz konusu oldu. Bu ikisi zaten şekil şemal almış iki ayrı “kanadı” değil, hareketin içerisindeki iki potansiyeli ya da yönelimi, belki daha isabetli bir ifadeyle iki farklı “halet-i ruhiyeyi” temsil ediyor. Veyahut dönemin ruhuna uygun olarak biri ya da diğeri açığa çıkıyor. Ancak bu iki eğilimin, yani müzakereci muhalefetle sokak muhalefetinin zaman zaman birbirini beslemesi gerçeği kadar birbirini dışlaması ihtimalini de hesaba katmak gerekiyor. İşte Kürt hareketinin birbiriyle tenakuz halindeymiş görüntüsünü veren çeşitli çıkışlarını, hem yaptıkları konjonktür değerlendirmesini, hem içindeki farklı sınıfların “yapısal” çelişkilerini, hem de hareketin bu ikili karakterini akılda tutarak değerlendirmek gerek.
“Süreç” Kürt hareketinin sosyalist hareketle bağlantısındaki “sorunlu devreleri” de açığa çıkartıyor. AKP’nin Kürt meselesini bölgesel güç olma emeli çerçevesinde çözmeye dönük “projesi”, eğer gerçekten gündeme gelirse, herşeyden önce kâğıtlar Kürt (ve tabii Türk) burjuvazisi lehine yeniden karılacak anlamına geliyor. Bunun siyaseten yansımalarını da hızla görmeye başlayacağız. HDK’da çok taraflı rahatsızlıklar zaten çoktan açığa çıkmıştı. Bir taraftan yatay değil de dikey büyüme taraflısı Kürt “ayrılıkçılar”, diğer taraftan demokratik özerklik konusunda sosyalistlerin Kürtlerin ayağına dolandığını düşünerek her daim hareketi testten ve terbiyeden geçirenler söz konusu. Ahmet Türk’ün “sosyalistler kusura kalmasın” minvalinden sözleri, bu kopuşun da derinleşebileceğini gösteriyor. Zaten “yandaş” sıfatını gani gani hakeden kalem erbabı da daha şimdiden solla Kürt hareketinin arasını açmak için elinden geleni ardına koymamakta.
Ancak muhtemeldir ki, “kopuş” bloklar halinde olmayacak. Böyle düşünmek Kürt hareketinin de sosyalist hareketin de yekpare bütünler olduğunu sanmak anlamına gelir. Kürt hareketi açısından bu bütünlüğü sağlayan daha güçlü unsurlar olsa da, “boşuna mı öldük” türü rahatsızlıkların bu “sürecin” doğası gereği olacağını hesaba katmalı. Nitekim hareketin sözcüleri de boş yere Kürt hareketinin otuz yıllık savaşta “kazandıklarını” her fırsatta boy boy anlatmamakta.
Aşamacılıktan sınıf siyasetine
Sosyalist hareketin belirli bir bölümü Kürt hareketine gereken önemi ve “başarıya ulaşması için” gereken enerjiyi verdiyse de birincisi “başarı” kriterinin değişkenliğini, ikincisi de sosyalist inşanın görevleriyle Kürt hareketinin inşası görevlerinin ontolojik olarak çelişik ya da birini diğerinin öncelediği görevler olması gerekmediğini anlayamadı. Bir bakıma, “aşamacı” bir bakış açısının an itibariyle “kurbanı” oldu. Sosyalist hareketin bir bölümü sınıftan bahsetmek için ulusal meselenin hal yoluna girmesini beklerken diğer bir bölümüyse her ulusal harekete has (yukarıda anılan) çelişkili doğayı es geçerek Kürt hareketini olduğu biçimiyle neredeyse toplumsal devrimin temel katalizörü olarak tanımladı.
Oysa sol, ulusal hareket bağlamında siyasallaşan farklı sosyal katmanlarla aşağıdan bir ilişki kuramadığı sürece, o siyasallığın etniklik çerçevesine mahkum edilmesine katkıda bulunmuş olur. Örneğin işsizliğin yüzde 50, kayıtdışı istihdam oranın yüzde 40’lar dolayında olduğu, (http://www.antikapitalisteylem.org/makaledetay.php?&id=404) süregiden iç savaşın doğanın tahribatı ile kol kola ilerlediği ve çözümün “geri kalmışlığın” antitezi olarak kodlandığı bir bölgede “Kürt etnik kimliği tanınsın” meşru talebinden daha öteye bir adım atmak gerektiği açık. Günübirlik düzeyde geldiği noktadan bağımsız olarak, Kürt hareketiyle gerçek bir ittifak hâlâ kendimizi inşa ettiğimiz siyasal faaliyetler arasındaki geçişliliği sağlayarak mümkün. Mevsimlik işçiler, ekoloji, yoksulluk, beledî faaliyetler, kadın gibi meselelerde yürütülen her türlü faaliyet bunun için çok değerli.
Günümüzde bu coğrafyada en anlamlı siyasal deneyimleri biriktirmiş olanlar Kürt alt sınıflardır. Ancak Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasındaki ilişki önemli ölçüde “yukarıdan” kurulan, bürokratik bir mahiyete sahip. Seçimden seçime gündeme gelen yan yana gelişler ya da dışsal dayanışma ilişkilerinin haricinde sosyalist hareketin yapması gereken, süreklileşmiş kitle seferberlikleri aracılığıyla siyasallaşan Kürt kitleleriyle toplumsal mücadeleler içerisinde (emek hareketinden ekolojik mücadelelere, kadın hareketinden vicdani redde) somut ve dolayımsız bağlar kurabilmektir. Dikkat ve çabamızı, Kürt meselesi etrafında “diplomatik” ve “yukarıdan” yan yana gelişler ya da “dışsal” dayanışma pratikleri ötesinde daha “içeriden” bir yan yanalığın koşullarının oluşturulması yönünde yoğunlaştırmak gerekiyor. Bu da ancak sosyalist hareketin bütün zaaflarına rağmen etkin olduğu mücadele alanlarıyla Kürtlerin siyasal dinamizmi arasında aşağıdan (yani toplumsal hareketler aracılığıyla) bağlar oluşturmaya çalışmakla mümkün. Bu anlamda bugün örneğin mevsimlik tarım işçilerinin hak ve çıkarlarını savunacak bir örgütlenmenin yaratılması, “çözüme” (küçük de olsa) aşağıdan bir müdahale anlamını taşıyacağı için onca derin stratejik analizden daha kıymetli olacaktır.
Tam da bu dönemde (tam da sınıf meselesi yeniden hatırlanmışken) eksikliklerimizi hatırlamakta fayda var: Sosyalist hareket bunca zaman savaş politikalarıyla işçi sınıfının siyasal, iktisadi ve sosyal gücünü kırmaya dönük neoliberal gündemin hayata geçirilişi arasındaki ilişkiyi es geçti. Savaşın iktisadi-sosyal hayata etkilerini askeri bütçenin şişmesinin sosyal refah uygulamaları açısından yarattığı sıkıntılarla sınırlı olarak ele alan yaklaşımın (örneğin “savaşa değil eğitime bütçe”) ötesine geçemedi. Dahası, sosyalist hareketin azımsanmayacak bir bölümünün neoliberalizme karşı mücadeleyi önemli ölçüde yurtseverlik ya da antiemperyalizm parametrelerine sıkıştırması ya da daha vahimi, sendikal hareketin ulusal kalkınmacı paradigmadan kopamaması, Kürt işçileri içerip seferber etmede ciddi zorluklar yarattı. Başlıklar çoğaltılabilir, ama şimdilik daha fazla uzatmayalım.
Bir “barış” olacak mı? Bu “barış”, Ortadoğu’da yeni bir savaş anlamına mı gelecek, göreceğiz. Yukarıdan, yurttaşlık tanımı konusunda anayasal bir çözüm az bir şey olmamakla birlikte, bir başka siyasi iradenin ya da aynı siyasi iradenin başka bir zaman aynı kolaylıkla “süreci” tersine çevirebileceğini de hesaba katmak gerekir.Bu bakımdan, çok uzak geçmişi değilse bile en azından 34 kişinin katledildiği Roboski’yi içeren bir yüzleşme olmadıkça, KCK operasyonları durdurulup “devlete karşı işlenen suçlar” için genel af ilan edilmedikçe, Kürtlere karşı yürütülen kirli savaşa ilişkin devletin elindeki belgeler açıklanmadıkça, yeni bir başlangıç yapılmış olmayacak. Anadilde eğitim, özerklik gibi talepler bu yeni toplumsal zemin üzerinde yükselmediği sürece, bir eşitlik varsayımı üzerine değil de, farklılığın tanınması üzerine kurulacak, dolayısıyla her daim yüksek gerilim hattında olacak.
Halihazırda üç beş kişinin hâkim olduğunun açıkça söylendiği bir süreç için bir adım sonrasını bile tahmin etmek zor. Ama bu belirsiz süreçte dahi ne Kürt hareketinin “kusuruna bakarız” ne de süreci “alkışlarız”. Bize düşen, aşağıdan siyasal birlikteliği örmeye devam etmek.