arşivSaid İlhanTürkler ve Kürtler! - Said İlhan
yazarın tüm yazıları:

Türkler ve Kürtler! – Said İlhan

Yeniçağ podcastını dinleyin

(BİR KÜRT AYDININ 7 YIL ÖNCEKİ ÖNGÖRÜSÜ)

Türkiye’de Kürt (PKK) sorununun sona erdirilmesi yolunda TC devleti hükümeti ile Kürtlerin silahlı gücü PKK lideri Abdullah Öcalan ve siyasi temsilcisi BDP arasında varılan uzlaşıyla başlatılan çözüm ve barış süreci kabul edelim ki son zamanların en önemli gündemini oluşturmaktadır. Bu sürecin başarıya ulaşması, tabiatıyla, bir yerde Anadolu’da yaşayan Kürt halkının haklı talepleri kültürel kimlik (kendi dilinde eğitim vs), demokratik özgürlüklükler ile siyasi (yönetimde temsiliyet, özerk yerel yönetimler vs) hakların tanınmasıyla mümkün olacaktır. Bunun da, önünde duran engellerin demokratik yeni bir anayasa ile sağlanmasından geçtiği ortadadır. Batının coğrafyadaki çıkarlarıyla bağlantılı gelişmelerin Mezopotamya ve Anadolu ekseninde, bizim Kıbrıs olayını da yakından ilgilendirecek, yeni stratejilerin belirlenmesini zorunlu kılarken, Türkler ile Kürtlerin tarihsel konumu yanında siyasi çözüm yolunu da yeniden tartışmaya açmış bulunmaktadır. Bundan 7 yıl önce bir Kürt aydını dostun “Türkler ve Kürtler” konusunda aktardığı ve Afrika Gazetesi’nin 28 Mayıs, 01 ve 06 Haziran 2006 tarihlerinde çıkan (Yontu – Yorum) yazılarım içinde yayınlanan görüşlerini, önemi dolayısıyla, yeniden, aynen kendi ifadeleriyle aşağıya alıyorum. Yazıda Kıbrıs olayı ile ilgili değerlendirmelerin de bulunduğunu belirmeliyim:

“Türkler ve Kürtler yani Anadolu’nun kadim toprakları üzerinde yaşayagelen iki halk, tasada, kıvançta bir arada tutsak iki halktır. Feodalizmin kucağında güle oynaya gelen iki kavimin yollarını islamiyet bütünleştirirken, modernite ve aydınlanma çağı aralarına nifak soktu. Kürtlerde kimlik bilinci bütünleştirmenin aracı değil ayrıştırıcısı olurken, Türklerde Anadolu kapılarını zorlarken birleştirici oldu. İslamiyet, çimentosu oldu iki halkın… Yaşanan Balkan sendromu, kaybedilen topraklar ve askeri ağırlıklı bir örgüt olan   İttihat ve Terakki” politikaları yüzünden, cumhuriyetin inşası sürecinde iki halkın yolları büsbütün ayrıldı. Cumhuriyetin ilk yılları iki halkı birarada tutan proje olarak tasarlandı. Cumhuriyet kendi içindeki tüm farklılıkları kapsar mantığı üzerinde şekillenecekti. Milliyetçiliğin anti tez olarak devreye girişiyle, asıl olan mantık “Ne mutlu Türküm diyene” ibaresiyle vücut buldu. Bu ibare Türklerle, Kürtlerin yollarını ayırmaya yetti. Kürtleri kendi kültürlerini ifade etmekten sıkılır, utanır oldu. Oysa Batıda gelişen uluslaşma süreci, tetiklenen demokratik haklar, özgürlükler için verilen bir dizi mücadele Kürtleri – Türkleri çoktan sarmalamıştı. Kürtler de diğer halklar gibi etkilendi. Örgütlenme modeli dernekler ve cemiyetlerdi. Oysa ki, bu örgütlenme prototipi o günlerin koşullarına denk düşen öncülük değildi. O güne kadar tek örgütlü olan aile, cemaat, aşiret bağ eviydi.

Bundan kopmak ölümcül bir şeydi. Bu bağnaz, bezirgan üretim biçiminin örgütlenmesi esnasında din yıkılmadı, dimdik ayakta kaldı. Türklerle, Kürtlerin kendi tarihleriyle benzerliklerde buluşmaları tesadüf değil. Kapalı toplumlar uzlaşma, tartışma sanatının uzağındadirlar. Tartışmaktan ödleri kopar. Bütünleşmektense ayrışma kolaycılığında kulaç atmayı tercih eder. Çözümün zor yanını abartır, kaçar. Birbiriyle boğuşa boğuşa, birbiriyle kilitli olan iki halk seksenli yıllardan sonra kendileriyle yüzleştiler. Eskiden varolan, yeniymiş gibi yutturulan “Kürt sorunu” ateşten gömlek, yakıcı ve tutanın elinde kalan bir sorun olarak, 12 Eylül darbesinin postalları arasında boy vere vere günümüze kadar geldi. Realitede tanındı. Söylemde yer buldu. Resmi ağızlardan onay aldı. Ama uygulama sırtlarında tuz buz oldu. İç dinamiklere ev sahipliği yapan, aynı zamanda muhalefet boşluğunu dolduran AB himayeciliği yetmedi. Şiddet yorgunu, şiddetin ev sahibesi Mezopotamya’nın kadim toprakları şiddete yine yenik düştü. Şiddetin efendileri şiddet sarmalındaki ısrarcılıkta taraf bulamamalarına rağmen ısrarcılıktan dem vuruyorlar. Nedenine gelince çözümün kapıları ardına kadar kapalı. Şiddet bunun kilidi dercesine… Oysa ki, bu çözümsüzlük demek, bu demokrasiyi istemezcilik demek, bu AB’ye direnmek demek. Ve şiddetin çocukları, AB’nin himaye ettiği çocuklar AB’ye kurşun sıktılar.

Bilimsel realite, iç dinamiklerin dış dinamikleri belirlediği tezi üzerine kuruludur. Saltanatını hep böyle sürdürdü. Günümüze damgasını vuran anlayış dış dinamiklerden yana. Dış dinamik destekli Irak’ın kuzeyindeki Kürtler federal bir yapının asli unsuru olurken, iç dinamikli Kürtler dış dinamikli AB projesine uyurgezer bakakaldılar. Kızıl elmacıların tuzağına düşer oldular. Oysa ki Demokratik Türkiye Projesi ortak çıkardır. Bu bağlamda AB projesine karşıt değil taraf olmak ortak yarardır. Söylemin yetmezliğinde buluşmak, eylemselde buluşmak adına AB’ye destek sunmak, şiddet sarmalından çıkmak, onu reddetmek, taraf olmayan Kürtleriyle tartışmak, konuşma kanal ve antenleri açık tutmak, çözümde sivil aklı geliştirmek, siyasal alanda Türkiye Partisi portföyünü Türkiye sorunlarına mercek tutmak demokratikleşmede varolan sosyal demokrat, sol bölük pörçüklüğe ilaç olmak, güç vermek, taban genişletmek, asgari müşterekler, güçbirliğini ilkeli, güven sorununu aşmış birlikleri tartışmaya aşmak ve de siyasetin sonuç alma sanatı, çözüm sanatı ve de kitlelerle, sosyalle buluşma sanatı olduğunu bir kez daha yaşamak, yaşama geçirmek görevi dururken. Nerede?

Diğer taraftanTürk solunun olmayan sosyal demokrat, sol cephesinin oluşumuna katkı sunmak, onun engeli değil yolunu açmak olmalı. Cumhuriyet yıllarının bize dayattığı olmayan sosyal demokrasiydi. <artık bu palavraları elimizin tersiyle itmenin zamanı geldi, geçti bile. Sırt, bel vereceğimiz tek sosyal demokrat proje evrensele yelken açan onunla bütünleşendir. Ne menem olduğu çağdaş dünyaca kanıtlandı, kanınca yaşanıyor. Bize özgü demokrasinin savunuculuğu, bize özgü sosyal demokrasi savunuculuğu kocaman bir yalan ve aldatmacadır. Bunu ne statükoculuk, ne de devlet ağzıyla konuşmak, ne de pusuya yatma kolaycılığı gözümüzü boyayamaz. Başta enternasyolle olmayan bağımsız bizi ele veriyor ki veriyor.

Çözümün adresi sosyalle barışık olmak, kendi kırsalıyla övünen değil, kırsaldaki sorunlarını yeren, kentlilik bilinciyle yaklaşım,korumacı reflekslere teslim değil, şeffaf, açık,günü kavrayan, çağı bilincine çıkaran, yorulmayan yaklaşımlara yelken açmaktır. Sanımca “yavruvatan”ın, anavatanla aynı sorunları yaşaması tesadüf olmasa gerek! Geçmişten devir aldığımız “Kıbrıs sorunu”nun çözüm ilacı “çözümsüzlük” olarak dayatıldı. Tıpkı varolan “Kürt sorunu”nda olduğu gibi. Bütünün birer parçaları olan bu sorunlar, adeta kangrenleştirildi. Bunda sol sosyal demokrat damarın geliştirilmemesi aksak kalmasının payı büyüktür. AB ortak hamur olmaması için nedenler, bahaneler aranmamalıdır. Mevcut sol anlayışları birbirlerini besleyeceği yerde “Devlet eliyle beslenen sol açmazın” kucağına düşüldü. Bu coğrafyaya kader olarak dayatıldı, devletin kucağında büyüyerek. Bu yüzden güdük kaldılar, bölük pörçük hatta amip gibi bölündüler. Gerek anavatanda, gerekse yavruvatanda hatta Kürt cenahında soldaki önderlerle sorununun nedenlerinin benzeş olmasına ne ad konur? Ulusalcılık, ulusalcılık adına düşülen milliyetçilik tuzağı, yurtseverliğin milliyetçiliğe kurban kesilmesi, devlete tapınma, statükocu anlayışın egemen kılınması, siyaset adamlığının devlet adamlığına feda edilmesi, Anadolu bozkırlarının garip insan yığınlarına sırt dönme, yer yer yoksulluklarıyla övünür. Dinleriyle yetinir insan stokları…

Halklar, toplumlar sonsuza dek savaşmazlar, her savaş beraberinde bir barışın tutsağıdır. Kıbrıs’ta yaşamın gerçeği olan iki toplum barışın çok yakınındadır. Aralarındaki güven sorunlarını tazeler, kuşku duvarlarını aşarlar ise, başka bir deyişle olmazlar üzerinden politika yerine, olabilirler üzerinden tartışadururlarsa barış gerçekleşir, ertelenemez. Yarından yok, hemen, sivil alanı güçlendirmek, askeri aklın kulvarından çıkmak, AB projesine dört elle sarılmak, dış dinamikler portföyünde diplomasi sanatı ustalığının hünermendi olmak, halki kzanmak, onu kazanmadan “başarı asla” sloganını ciddileştirmek, ciddileştirerek yola koyulmak gerekir.

Zenginlik geliştirmeyen, birbirine ayakbağı olan, zenginlik kulvarında kulaç atmanın yerinde oturmak değil, daha çok emek, daha çok beceriyle mümkün. Yoksulluk duvarına toslayarak na-mümkün olacağını sağır sultan bile duydu ve de bildi.  Haydi aymazlık uykusundan uyanmaya! Halklar, toplumlar geri bırakılmışlığın girdabında bunu başarabilmesi, kendi aydınlarının devlete teslim olmak yerine özveri ve gerekirse kurbanlar da verip onları aydınlatmasından geçtiği unutulmamalıdır”.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
355AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin