Bir kuşağın tarih sahnesine çıkışı
Ayaklanmaya dair şimdiden pek çok şey söylendi ve söylenmeye devam edilecek: 1908’den beri İstanbul’un gördüğü en büyük nümayiş, “işler yolunda giderse” Türkiye’nin 1905 devrimi, ‘68 hareketinin günümüze uyarlaması veya bu neviden isabetli/hatalı/abartılı nasıl bir analoji kurulursa kurulsun herhalde Haziran 2013’e dair söylenebileceklerin ortak paydası darbe sonrası kuşağın tarih sahnesine adımını atmış olması, yani siyasetin gerçek anlamı olan kendi kaderini ellerine alma girişimine sahne olmasıdır.
Heyecanlanmamak ve duygusal düşünmemek elde olmasa da her şeyin bir anda umulan sonuçlara varmayacağını akılda tutmakta fayda var. Şu an ilgilenmemiz gereken sürecin sonucu değil bizzat kendisi.
Elimizde ders çıkartılacak bolca malzeme, müstakbel mücadelelere ışık tutacak bir o kadar deneyim birikti.
En kötü senaryoda, yani sokağa çıkma niyeti ve kararlılığını gösteren kitlelerin yurt çapında geri çekildiği durumda bile hali hazırda kolektif hafızada yer edenler, idari veya hukuki tedbirlerle parkın, yani direniş meydanının yerine kondurulacak bir AVM veya kışlayla, Ankara’da veya ayaklanan bir başka şehirde tesis edilmeye çalışılan düzen ve sükûnun monotonluğuyla üzeri örtülemeyecek kadar canlı durumda.
Her durumda, örneğin Taksim Meydanı’nda ve Gezi Parkı’nda yaklaşık 10 gün boyunca devlet otoritesinin neredeyse tamamen silinmiş olması; güvenlik, sağlık, barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçların ortaklaşa ve dayanışma yoluyla giderilmesi deneyimlerinden kısa süreli de olsa Komün kurduğumuz sonucuna değil, Komün’ün, yani doğrudan demokrasinin nasıl yaşanılacağına dair eşsiz bir önizleme yaşadığımız farkındalığıyla çıkmak gerek.
15 Haziran akşamı, Tayyip Erdoğan’ın emriyle önce parkı, iki günlük sokak muharebeleri boyunca da şehrin hatırı sayılır bir bölümünü insanlık dışı bir şiddetle zapturapt altına almaya çalışan kolluk saldırısıyla hiçbir şey sona ermiş değil. İktidarın olayların önünü almak için başvurduğu kaba ve gayri meşru şiddet, ahalinin bizzat birincil derecede isyan ettiği otoriterliği daha da aciz bir hâle getirmekten başka bir işe yaramıyor.
Başlangıcı itibariyle özellikle sosyalist hareketin ve diğer toplumsal muhalefet odaklarının sıkışmış bulunduğu Taksim ve çevresinde benzerine her yıl rastlanan ve saman alevi gibi parlayıp sönen günübirlik protestolardan biri olacağı gözüyle bakılan Gezi Parkı Direnişi, içerisinde her an bilfiil yer alanlarca dahi belki uzun yıllar kolaylıkla hazmedilemeyecek bir muhtevayı barındırmakta.
Bunun nasıl olduğu, kimlerin neden sokağa çıktığı veya direnişin sınıf muhtevası gibi incelikli analizleri şimdilik ikinci plana bırakalım. Bunlar elbette üzerinde durulması gereken ve ham hayallere kapılmamak için attığımız her adımda yeniden kontrol etmemiz gereken tespitler olacaktır. Lakin hareketin dinamizmini, bizim tahayyülümüzdeki şekle büründürmekle boğmaya kimsenin hakkı olmasa gerek.
Ele geçirilen parkın hangi siyasetin basiretsizliği, satması (!) sonucu yitirildiği veya hangi grubun keskin devrimci formülasyonuna uyulsaydı başarıya ulaşılırdı türünden yarışmaların da bizlerden başkasının ilgisini cezbetmediği hayat içinde birden fazla kere doğrulandı.
Mücadeleden öğrenmek, mücadeleyi sürdürmek
Bugün yapmamız gereken, direnişte ortaya çıkan öfke ve enerji patlamasının şampanya köpüğü gibi gözlerde hoş bir seda bırakıp kaybolmasını engellemek.
Sosyalistlerin spontane isyanlara ihtiyatla yaklaşma lüksü bulunmadığını, bu anlamda geç kalınacak her adımın harekete dair takınılacak sinik tavrı besleyerek bizleri müzmin devrimci pozisyonuna itelediğini, oysa sokağın ritminin ender gelişen ataklarda bile her daim pozisyon almış golcülere ihtiyaç duyduğunu bir kez daha öğrenmiş olduk.
Alanda sallanan Türk bayraklarındaki kızılın bizim keyfimiz öyle istiyor diye bir anda yıldızdan vazgeçip orak ve çekiçe yer açacağını beklersek, herhalde bir süre daha topsuz alanda boş koşulara mahkum kalacağız demektir.
Devlet aygıtındaki hegemonyasını yitiren “öteki kampın” siyasi ve kültürel bilinç düzeyiyle ve sembolleriyle mobilize olan genç kitlelerin “doğru” siyaseti kitaplardan öğrenmesini beklemektense sokağın açtığı alanda kısa bir an için bile olsa BDP bayrağıyla Türk bayrağının tazyikli suya karşı neredeyse kendiliğinden tek bir siper oluşturmasının altında yatan derslere odaklanmamız yerinde olacaktır.
Elbette bunu yaparken sokakta yaratılan enerjiyi, yukarıdan kurulan ve aceleci siyasi eşleştirmelerle heba etme hevesine kapılmadan…
AKP’nin neredeyse laboratuar koşullarında uygulama imkanı bulduğu neoliberal politikalara eşlik eden güvencesizleşme, otoriterleşme, anti demokratikleşme, muhafazakarlaşma, gelir dağılımındaki korkunç eşitsizlik ve benzeri toplumsal erozyonları gericilik, vatanı satma, din bezirganlığı, cahillik ve benzeri ifadelerle lanetleyen, bunların anti tezini cumhuriyet değerleri üzerinden tanımlayanlara anlatmamız gereken, mücadelenin, zalimin bize benzeyenini veya bize daha az dokunanını getirmek için değil, zulmün ortadan kalkması için olduğudur.
Kitlelerin bir anda tumturaklı sözlerin ve eksiksiz projeksiyonların büyüsüne kapılarak bütün önyargılarını terk edip sınıfsız ulussuz sömürüsüz bir dünya için saflara dizileceğini umarak beklemektense, harekete geçenlerin acil ve yakıcı sorunlara karşı isyanları ile yarının özgür ve eşit dünyası arasında köprü kuracak ve her bir adımda mücadeleyi bütüncül hale getirecek talepleri harmanlamaktan başka çaremiz yok.
Bunun yolu kitlenin önünde somurtarak mızmızlanmak veya arkasında rengini belli etmemek değil, hareketin daima içinde ve yanında yer alarak talepleri ortaklaştıran, bütüncül bir mücadeleye evrilten, mütevazı ama ısrarlı bir devrimci strateji örmek olmalıdır.
Aksi bir ısrarda, en devrimci sloganın bizimki olması, çoğu zaman en az okunan veya en az anlaşılan olması sonucunu da doğurabilir.
Yukarıda söylediğimiz gibi, polisin izansız şiddeti sonucu katledilen, yaralanan, kör olan binlerce insan, savaş hukukunu bile utandıran uygulamalar (revirlere, küçük çocukların bulunduğu kapalı mekanlara atılan gazlar ve daha onlarcası) kitlesel tutuklamalar, medyanın dizginlenmesi ve bürokratların sefilce yalanları iktidarın içerisinde bulunduğu aczi belgelemekten başka bir işe yaramamaktadır.
Bu noktada geri çekilecek, pes edecek veya aman dileyecek çizgiyi çoktan aştık, güç ilişkilerinin ve konjonktürün ise tam teçhizatlı on binlerce savaş aygıtına ve onların ölüm püskürten gaz bombalarına ve tomalarına karşı koyabileceğimiz direniş biçimlerine uygun olmadığı da çok açık.
O halde somut olarak yapmamız gereken varolduğumuz her alanda, artık çakmış bulunan ve kolay kolay sönmeyeceğe benzeyen kıvılcımı ateşe döndürmek için, parklarda, sokaklarda, işçi mahallelerinde yaşam hakkımızı, çevre ve şehir hakkımızı, onurlu bir gelecek hakkımızı savunabilmek için, aşağıdan, çoğulcu ve katılımcı demokrasi kanallarını açmak, ortak dertleri, acil ve yakıcı talepleri giderek artıracağımız işgal alanlarında, forumlarda, serbest kürsülerde, yerel meclislerde, yani nasıl olmasını istiyorsak o şekilde örerek mücadeleyi büyütmeye el vermek olmalıdır.